[voiserPlayer]
İkinci Dünya Savaşı İngiltere’nin zaferi ve Almanya’nın hezimeti ile bitti. Savaş döneminin başbakanı Winston Churchill zaferin ilanından iki ay gibi kısa bir süre sonra yapılan genel seçimleri kaybetti. Yaklaşık 20 yıl sonra, Altı Gün savaşında Mısır, İsrail karşısında ağır bir askeri hezimete uğradı. Dönemin devlet başkanı Cemal Abdünnasır hezimetin sorumluluğunu üstlendi. Buna rağmen milyonlarca Mısırlı Nasır’ın istifasına engel olmak için sokaklara döküldü.
“Britanyalılar, savaştan zaferle ayrıldığı halde Churchill’i seçmezken, Mısırlılar ülkenin hezimete uğraması ve topraklarının işgal edilmesine karşın niçin Nasır’ı desteklemeye devam etmiştir?” Ala el-Asvani, Diktatörlük Sendromu kitabında bu karşılaştırmadan hareketle diktatörlüğü bir hastalık olarak tanımlıyor ve bu hastalığın semptomlarından komplikasyonlarına düşündürücü bir incelemesini yapıyor.
İlk olarak diktatörlük, objektif realiteden bağımsız ve çoğu zaman ona tamamen zıt, kendine ait bir realite kurgular ve bireylerin kendi sübjektif ve objektif realitesine değil, diktatörlüğün kurguladığı realiteye inanmasını veya inanıyor görünmesini bekler. Bunu sağlamak için de diktatörlük; basın, edebiyat, sinema ve benzeri bütün kültürel faaliyetler üzerinde sıkı bir denetim kurar ve ağır bir sansür uygular ki aykırı bir ses çıkmasın, farklı bir bakış açısı önerilmesin.
Diktatörlük, olayların tarihin doğal akışı içinde gelişmediğini, kötü niyetli güçler tarafından planlandığını ve bu güçlerin ajanları tarafından hayata geçirildiğini iddia eden komplo teorilerini yaygın bir şekilde üretir. Diktatörlük bu tür teorilerle bireyleri, ülkenin büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğuna inandırır, diktatöre daha da güçlü bir şekilde bağlanmalarını sağlar, kendi hatalarını kabul etmekten, sorumluluk almaktan ve hesap vermekten kaçınır, baskıcı politikalarını meşru gösterir ve hedefine koyduğu kişi ve grupları itibarsızlaştırarak toplumsal nefretin nesnesi haline getirir.
Diktatörlük bireyler üzerinde, yer yer şiddete de dönüşebilen, yoğun bir devlet baskısı uygular ve ülke çapında bir korku atmosferi yaratır. Böylelikle diktatörlük sadece muhalifleri sindirmekle kalmaz, aynı zamanda arzu ettiği makbul vatandaşı da yaratır. Makbul vatandaş; “tüm dünyası kendi işinden ve ailesinden ibaret olan;” siyasal her türlü değişimi imkansız gören; diktatörlüğün sağladığı istikrardan memnun; bu yüzden de herhangi bir siyasal değişimin olacağına dair umutsuz; değişim için çalışanlara karşı kuşku dolu ve hatta düşman; kamusal alandaki varlığı diktatörlüğe karşı sadakat gösterileri ile sınırlı; ülke sorunlarına ilgisiz; dini, ritüellere indirgeyen; adaleti ve liyakatı bir tek futbolda arayan sıradan insandır.
Diktatörlük bireyleri de kendine benzetir. Her bir makbul vatandaş kendi özel hayatında mini bir diktatöre dönüşür. Tek bir düşünce tarzının hakikat olduğuna inanır ve sadece ona izin verilmesini ve geri kalanın yasaklanması gerektiğini savunur. Hatta aykırı düşünenlerin cezalandırılmasını diktatörlükten bizzat kendisi talep eder.
Bireylerin diktatörlüğün lütfunu elde etmek ve kahrından kaçınmak için davranış çarpıklıkları sergilemesi daha kapsamlı bir ahlaki yozlaşmanın da kapısını açar: Kamusal görevi kötüye kullanma ve şahsi menfaat temini yaygınlaşır; kanunlar farklı kişilere farklı uygulanır; kamu ve özelde oligarşik yapılar oluşur; riyakarlık yaygınlaşır, hatta “erdeme dönüşür;” sınavlarda kopya çekmek ahlaki bir sorun olarak değil, “yardımlaşma” olarak görülür; “korkaklık bilgelik, rüşvet vermek zeka göstergesi kabul edilir;” hakkaniyet kuralları tamamen yitirilir; doğruyu söylemek saygı getirmez, yalan söylemek küçük düşürmez, kanunlara uymamak yaptırım getirmez ve kanunlara uymak beladan emin kılmaz.
Diktatörlüğün en tehlikeli bulduğu kesim entelektüellerdir. Bu yüzden de entelektüelleri itibarsızlaştırmaya girişir. Neticede diktatörlükle ilişkileri açısından farklı entelektüel tipleri ortaya çıkar: diktatörlüğe karşı direnen entelektüel, diktatörlüğü destekleyen yandaş entelektüel, iki konum arasında kalmaya çalışan tarafsız entelektüel, diktatörlük kurumlarında yer alan ve ancak diktatörlüğü rahatsız etmeyecek konularda konum alan yarı zamanlı entelektüel ve son olarak diktatörlük için parça iş yapan komisyoncu entelektüel. Direnen entelektüelin diktatörlük ortamında yeri yoktur ve karşı karşıya kalacağı muamele ya hapistir, ya ölümdür ya da sürgündür. Diktatörlük ortamında sadece diğer tipler hayatta kalabilir.
Diktatörlüğe zemin hazırlayan faktörlerle dini terörizme zemin hazırlayan faktörler benzerdir. Her şeyden önce din ve diktatörlük kitleler üzerinde aynı tür denetim mekanizmaları inşa eder ki kendileri ve bireyler arasında güçlü bir duygusal bağlılık kurulsun. Din ve diktatörlük hakikatin tek sahibinin kendileri oldukları iddiasındadır ve o hakikate inanmayanlara benzer muameleleri layık görür. Her dini anlayış terörizme teşvik etmez, ancak teröre meyilli din anlayışı ve diktatörlük, topluca suçlama ve cezalandırmayı kabul eder, hatta yeri geldiğinde çekinmeden uygular. Her ikisi de Batı karşıtıdır ve halk katında Batı düşmanlığını körükler. Yaygın ve aşırı eşitsizlikler, bu eşitsizliklerin doğurduğu aşağılık duygusu ve geleceğe ait yükselme umutlarının kaybı ile bir şekilde intikam alma duygusu, dini terörizmin kaynaklarıdır. Bunlar ise diktatörlük ortamının neticeleridir. Terörizmin kaynakları aynı zamanda diktatörlüğün de semptomlarıdır.
Demokrasinin toplumsal temellerinin zayıf, din adamlarının etkin ve kabile bağlarının güçlü olduğu toplumlar diktatörlüğün inşası için daha uygun toplumlardır. Demokrasinin toplumsal temellerinin güçlü olduğu toplumlar ise ancak büyük bir yıkım, kaos ve güvensizlikle karşı karşıya kaldıklarında diktatörlüğe meyilli hale gelebilirler. Ancak bütün bu ortamlarda belirli bir psikoloji ve karaktere sahip diktatör kişisinin de ortaya çıkması gerekir. Söz konusu kişinin şiddete düşkün ve güç kullanmaya yatkın olması, sınırsız bir tek adam olma arzusu ve bunun için herkesi, en yakın arkadaşlarını bile, feda edebilmesi gerekir. Bir kez tek adam olduktan sonra da söz konusu kişi, artık şan ve şöhret peşindedir. Bu doğrultuda her türlü çılgınlığı yapabilecek hale gelir. En nihayetinde ise diktatörün kaderi, gerçeklikten tamamen kopmak ve kendi inşa ettiği yalan sanal dünya içinde tamamen yalnız kalmaktır. İşte bu son durakta diktatör halkı için türlü belalara sebep olabilecek kararları alabilecek durumdadır.
Diktatörlük toplumsal bir hastalıktır ve ancak kapsamlı bir toplumsal değişimle engellenebilir. Engellenebilmesi için belirli kişilerin üstün kişiler olduğu fikri; yargı, askerlik, polislik gibi bazı mesleklerin diğer mesleklerden daha önemli olduğu fikri; din ve devletin birbirinden ayrılamayacağı fikri; bazı milletlerin diğer milletlerden üstün olduğu fikri ve komplo teorisyenliği ile kapsamlı olarak mücadele edilmesi gerekir. Ancak böyle kapsamlı bir mücadele ile diktatörlüğe geçit vermeyecek veya diktatörlük inşasını zorlaştıracak bir toplumsal zemin oluşturulabilecektir.
Ala el-Asvani 60 yılı aşan ömrünün çoğunu yaşadığı Mısır örneğinden yola çıkarak Diktatörlük Sendromu’nu yazar. Mısır’la alakalı şahsi anıları ve gözlemlerine Orta Doğu’dan özellikle Irak ve Libya ile dünyanın farklı bölgelerinden otoriterlik örneklerine dair yaptığı okumaları ekler. El-Asvani bir edebiyatçı. Hem de ödüllü bir edebiyatçı. Kalemi güçlü. Tasvirleri canlı. Anlatımı akıcı. Kurgusu sağlam. Diktatörlüğe dair yaptığı soyut nitelikli çıkarımları da gerek şahsi deneyimleri gerekse okumalarından topladığı onlarca gözlemle örneklendiriyor.
Ancak bütün bir kitap boyunca yazarın diktatörlükten tam olarak ne kastettiğini öğrenemiyoruz. Seçtiği örneklerden yola çıkarak, el-Asvani’nin kafasındaki diktatörlüğün, tek bir adam etrafında inşa edilen otoriter rejimler olduğunu iddia etmek mümkün. El-Asvani bu tür rejimlerin, hem diktatörün kendisi hem rejimin tabiatı hem de o rejim altında yaşayan insanların üzerinde yapacağı etkileri dikkatlice düşünmüş, kurgulamış ve örneklendirmiş.
El-Aswani’nin Diktatörlük Sendromu’u, yine bu köşede değerlendirdiğim Abdurrahman el-Kevakibi’nin Despotizmin Doğası ve Köleliğin İflası’nı anımsatıyor. İki kitap arasında önemli farklar var. El-Kevakibi’nin diktatörlükle alakalı iddialarını örneklendirme kaygısı hemen hemen hiç yok, diğer bir deyişle, tartışmasını büyük oranda soyut yürütüyor. El-Asvani ise iddialarını modern Mısır tarihi ve dünya tarihinden onlarca örnekle destekliyor, haliyle tartışmasını daha somut yürütüyor. El-Kevakibi zaman zaman konudan sapmalar yaparken, el-Asvani ana konudan sapmadan tartışmasını yürütüyor. El-Kevakibi yer yer ideolojik çelişkiler sergilese de el-Asvani ideolojik olarak daha tutarlı kalabiliyor.
Bu farklılıklara rağmen iki kitap arasında şaşırtıcı bir benzerlik de var. Öyle ki, konular ve iddialar açısından el-Asvani’nin Diktatörlük Sendromu, el-Kevakibi’nin Despotizmin Doğası ve Köleliğin İflası’nın modern versiyonu gibi. Ancak, bu benzerliğe rağmen el-Asvani, bir kez dahi olsa el-Kevakibi’nin kitabından, bir dipnotta dahi bahsetmiyor. El-Asvani’nin Arap Nahda’sının bu önemli ismini ve kitabını bilmiyor olması mümkün mü? Mümkün. Ancak biliyor olsa dahi muhtemelen göz ardı ederdi. Sebebi ise, el-Kevakibi’nin söyleminin çarpıcı bir şekilde dini olması.
Çağrışımlar
Nasır Hamid Abu Zeyd… 1943 yılında Tanta’da doğdu. Genç yaşta hafız oldu. Teknik eğitim aldı ve ailesine bakmak için çalışmaya başladı. Daha sonra, nispeten geç sayılabilecek bir yaşta edebiyata ilgi duydu. Lisans, yüksek lisans ve en nihayetinde Arapça ve İslami Çalışmalar alanında doktorasını yaptı. Kahire Üniversitesi’nde Arapça bölümünde çalışmaya başladı ve aynı üniversitede Fransızca hocası İbtihal Yunus’la evlendi. 1987 yılında doçent oldu ve beş yıl sonra profesörlüğe yükseltilme başvurusu yaptı. Nasır’ın dosyası farklı isimlere yollandı. Bu isimlerden birisi de Kahire Darül Ulum profesörü ve Amr ibni As camisi hatibi Abdussabur Şahin’di. Şahin Nasır’la alakalı son derece ağır bir görüş bildirdi: Nasır’ın çalışmaları Mısır’ın Müslüman toplumunu yıkmaya yönelik Marxist-seküler bir çaba ve entelektüel bir terördü.
Şahin bununla da yetinmedi. Verdiği bir cuma vaazında Nasır’ı “mürted” ilan etti ve bir grup İslamcı ile birlikte Kahire aile mahkemesinde dava açtı: Nasır bir mürtetti ve bir mürtet olarak Müslüman bir kadınla evli kalamazdı. Mahkeme davayı usulden reddetti. Ancak, davacılar dosyayı bir üst mahkemeye taşıdı. 14 Haziran 1995 günü üst mahkeme Nasır’ı sapkın ilan etti ve eşi ile olan evliliğini iptal etti. Mahkemenin kararından kısa bir süre sonra Mısır’ın en prestijli dini üniversitesi el-Ezher’den bir grup öğretim görevlisi Nasır’ın katledilmesi çağrısı yaptı. Benzer bir çağrı Mısır’ın radikal dini örgütü Cihad el-İslami’den de geldi. Artık ölüm tehditleri almaya ve polis koruması altında yaşamaya başlayan Nasır, eşiyle birlikte 23 Temmuz 1995 günü Mısır’ı terk etti. Mısır’ı terk etmeseydi, bir yıl önce el-Ezher tarafından mürtetlikle suçlanan ve akabinde dini bir terör örgütü tarafından öldürülen Ferec Fuda gibi muhtemelen o da öldürülürdü.
Nasır Hamid Abu Zeyd olayı, Mısır’ın seküler kesimleri ve dini-muhafazakar kesimleri arasındaki yarığı derinleştiren olaylardan sadece bir tanesi. İlişkiler öncesinde de bir nefret sarmalı içinde evrilegelmekteydi, sonrasında da aynı sarmal içinde kalakaldı.
Ala El-Asvani, Diktatörlük Sendromu, çev.: Barış Özkul, İletişim Yayınları, 2020.
Fotoğraf: Omar Elsharawy