Diego Maradona’nın ölümüyle futbolu konuşmak varken, çok sert bir şekilde kendimizi bir anda Maradona’nın tabuttaki haliyle fotoğraflarını paylaşan “adam”ı ve ¨adam¨ın Instagram hikayesini konuşurken bulduk. “Adam”ın hikayesini görüp, ona eleştirel bir cümle yazarak paylaşan binlerce sosyal medya kullanıcısının haklı ya da haksızlığın tartışmak, sanal linç ve psikolojik şiddete dönüşmüş bir sosyal medya kültürü için oldukça gereksizdir. Burada Adam’ın hikayesini zihinsel ve toplumsal çöküşün çok katmanlı bir alandaki uzantılarını düşünerek anlamak gerekir. Bu katmanlar aynı zamanda bize “kara deliklerden” içeriye giren bir simulakr özne tipolojisinin de hikayesini sunar. Simulakr özne, Matrix (1999) filminde “Uyan Neo, Matrix’in elindesin” diye başlayan kurgunun, “beyaz tavşanı izle” komutuyla devam eden hikayesinin büyüsüne kapılan bir öznenin kendisini anlatır. Bu özne tipi, Ernest Cline’nin “Başlat” kitabında yer alan OASIS gezegeninde “paskalya yumurtası”nı bulmak için gece gündüz koşturan oyuncuların merak ve heyecan duygusu taşır. Anlaşıldığı üzere aslında Maradona paylaşımıyla gündemimize düşen “Adam”ın sosyal medyadaki yansıması, bize çok da uzak olmayan bir hatırlatıcı rolü görmüştür. Peki bahsi geçen katmanlar neydi?
Birinci katman sosyal medyanın sıradan olduğu varsayılan pratiklerinin (rutin hikaye veya durum paylaşma geleneği) herşeyi aşındırması üzerine kurulu simulakr öznelerin çıldırış hikayeleri tarafından inşa edildi. Simulakr özne, sosyal medyada dolaşan ve oranın aktif bir aktörüydü. Çoğu zaman gerçek kimliklerini kullanmadığı için tıpkı bir hayalet gibi aramızda dolaşan özne tipidir. Çıldırış ise simulakr öznenin, Canetti’nin Kitle ve İktidar çalışmasında vurguladığı biçimde “hiçbir zaman tatmin duygusu yaşamıyor” oluşlarına gönderme yapar. Bu katmanın adı Medusa Katmanı’dır. Katman, kendisine gözünü dikeni ve bakanı taşa çevirmesiyle ünlü Yunan mitoloji Tanrısından ilhamla isimlendirildi. Bu katmanın temel kurucu ilkesi “görmenin sürekliliği”dir. Bu katman, sosyal medyanın herşeyi gösteriye dönüştürdüğü dünyasında alışkanlıkların sıradanlaştığı sanaldan gerçekliğe kurulan bir hakikatin dünyasına atıfla tanımlanır. Taşa dönüşme süreci, görüntünün bir defa görülmesiyle başlamakta. Buradaki görüntü kavramı, “görseli”, “paylaşılan iletiyi” ve “kişisel yorumları” da içerir. Çünkü türü ne olursa olsun göz-göze gelindiğinde taşa dönüşen bir simulakr özne sorunsalıyla karşı karşıyayız. Sonraki adımında artık sıradanlaştığını kabul etmemiz gereken ifşalar ve ifşaların beslediği sanal linçe uzanan bir yol izleği karşımıza çıkar. Canetti’ye atıfla “bir kez varolur olmaz daha çok insanı kapsamak ister” ve bu katmana göre de “taşlaştırmayı” arzu eder. Geçmişe kıyasla gözün bu denli akıldan ve ruhtan bağımsız hareket etmesi, Medusa Katmanı’nda hakikatin saf haliyle hiçbir zaman karşılaşamayacağımız gerçeğini suratımıza höykürmektedir. Gerçek tahrif edilmiştir, kesilmiştir, kırpılmıştır, biçilmiştir ve eklektik bir hale getirilmiştir. Bu haliyle birer pastişe dönüştürülen gerçeklik, katmana dahil olan bütün bireylere boca edilmiştir. Bu aşamaya gelindiğinde gerçek, hiçbir zaman özneler için önemli olmayacaktır. Bu katmanda inşa edilen sürecin materyaline dönüşen bir özne prototipi vardır artık karşımızda. Aslında bu prototip, aynı zamanda insanlığın bir arketipidir. Arketip, Maradona’nın ve sayısız birçok örneğiyle sosyal medyada her gün farklı olaylar/insanlar üzerinden seyrettiğimiz insana ve ona ait dünyanın çözülüş hikayesidir.
Medusa Katmanı’nın altında Narcissus Katmanı yer almaktadır. Bu katmanda kendisiyle yüzleşmek zorunda kalan bir simulakr özne prototipi vardır. Maradona’nın ölümüyle yaşanan tartışma bir ayağıyla da burada kök salar ve Medusa katmanıyla buranın bağını kurar. Sosyal medya, açıkça ilan etmek gerekirse, kitlenin kendisini gördüğü birer “ayna” rolü üstlenmiştir. Kitle, aynada kendi benliğini görmektedir. Gündelik hayatın zorluklarından ve korkularından kaçan insan, kitleye sığınarak, temassız bir alanda kendisinin karşıtını üretmektedir. Maradona’nın tabuttaki görselinin paylaşımına verilen tepki, insanların aslında o görsellere bakarken ne gördüğünün önemsenmesi gerektiğini bize göstermektedir. Sıradan paylaşımlardan farkı, insanın içindeki ölüm kaygısı ve korkusunu dışa yansıtmasıdır. Gündelik hayatta sıradanlaşan “ölüm” fenomenini bu kadar açık ve şiddetli (ki buradaki şiddet bir estetik şiddettir; bedeni tüm çıplaklığıyla görülen bir cenaze üzerinden gözün onaylamadığı bir şiddet biçimi) bir şekilde görmek, simulakr özneyi sarsmıştır. Herşeyi hikayelere ve gündelik hayattan anlık kopuşlarla anlatan yamalı bir uçurtmaya dönüştüren sosyal medya ölü bedenle fotoğraf çekilen “Adam”ın görselini taşıyamamasının arka planında yatan duygu halini burada aramak gerekir. Narcissus Katmanı tam olarak sosyal medyada insanın kendisiyle karşılıklı ürettiği bu tür etkileşimlerle anlamlı durmaktadır. Sosyal medyada uzun süredir insanların ölen yakınlarıyla yaptıkları selfilerle sıklıkla muhatap oluyorduk. Pandemi dönemi, cenazelerden ve cenaze törenlerinden yapılan paylaşımlarla bu alanın daha yoğun gözümüzün önüne gelmesine kaynaklık etmişti. Ayrıca, farklı türde ölümle ilişkili birçok paylaşım, sosyal medyanın “ölüm” fenomeniyle yeni karşılaştığını söylemenin altını boşaltmak için yeterli. Öyleyse “Adam”ın fotoğrafına verilen bu tepkiyi nasıl anlamlandırmak gerekir? Birincisi her gün kendine gündemler arayan ya da yaratan simulakr özne, bu durumu da kendi lehine fırsat bilmiştir. Geçmişe kıyasla her zamankinden daha yoğun bir şekilde ifşa kültürünün sıradanlaşması ve etik hiçbir kaygı gütmeyen kullanıcıların orijinal olmayan/hayalet profillerle “gündelik hayatı” istedikleri gibi yorumlayışları, bu süreci beslemektedir. İkincisi kullanıcıların sıklıkla duygusal bir boşlukta sallanışta ve duygusal tatmin arayışında olduğunu bu gündem üzerinden okumak mümkündür. Bu duygu hali içerisinde her türlü ruhsal rahatlama ve arınma pratiklerinin mevcut olduğunun da altını çizmek gerekir. Kimi zaman bir “günah çıkartma” ayinin retoriğini kuracak kadar “şefkatli” olan sosyal medya dili, kimi zaman da “Sokrates’e Savunma Hakkı” bile tanımayacak derecede acımasız “yargılama ve cezalandırma” yöntemlerini içermektedir. Ancak bütün bahse konu olan süreç, öznenin sosyal medya kültürü içerisinde “dünyanın yaşadığı anlam boşluğu içerisinde” kendi aksine bakarak da tükendiği ve başkalarını da tükettiği gerçekliğini değiştirmemektedir. Ayrıca hem Medusa hem de Narcissus katmanında bahsi geçen bu tükenişe ve çöküşe “dur” deme otoritesine sahip bir “güç/iktidar” henüz ortaya çıkmamıştır. Aksine bu katmanlar, dijital teknolojilerin gündelik hayatta kapladığı alanlar artıkça dev bir “Leviathan”a dönüşmekte ve bizi yutmaya devam etmektedir.
Burada yazıya konu olan üçüncü ve son katman ise her iki katmanın ne üstünde yer alan OASIS katmanıdır. Ernest Cline’nin “Başlangıç” kitabına atfen üretilen bu katman metaforu, meşhur “paskalya yumurtası” peşinde koşan insanların birbiriyle girdikleri yok edici rekabeti betimlemek için kullanılmıştır. Cline, romandaki baş kahramanın (Halliday) ölümünden hemen önce verdiği dans partisinde dinlediği şarkının sözleri oldukça anlamlıdır bu katmanın özelliğini anlatmak için. “Kıyafetlerin üzerimde ve gidecek yerim yok- sırtımda ölü bir adamla yürüyorum. Kaçma sakın, benim.” Kodlar, maskeler ve maskeler arkasında her şeyi yapabilme özgürlüğünü elinde tuttuğunu varsayan bir simulakr özne prototipi karşımızda durmaktadır. OASIS katmanı, bu haliyle “tutunamayanların” katmanıdır. Tutunamayanların girdiği ilk katmandan en altta doğru önce Medusa’ya arkasından Narcissus Katmanı’na geçiş yapan öznelerin hikayesidir aslında Maradona fotoğrafı üzerinden başlayan tartışma. Maradona bir sonuçtur, tıpkı her gün sosyal medyada linçe tabi tutulan kişilerin ertesi gün unutulması gibi. İfşa bir yaşam kültürüne dönüştü. Linç ise buna eklemlenerek yaygınlaşıyor. Jean Baudrillard’ın bahsettiği biçimde; “bir bilim kurgu öyküsünde, çok zengin birkaç kişi lüks dağ evlerinde bir sabah uyandıklarında kendilerini saydam ve aşılmaz bir engelle, geceleyin ortaya çıkmış bir cam duvarla kuşatılmış olarak bulur. Camla çevrili bu konforlu derin yerden dış dünyayı; koptukları gerçek, oysa ansızın yeniden ideal olmuş dünyayı yine de az çok görürler. Ama artık çok geçtir. Bu zengin insanlar akvaryumları içinde kırmızı balıklar gibi yavaş yavaş ölecektir.” Gerçekte asıl akışkanlık da bu olsa gerek. Bahsi geçen bu dünyaya ne performans ne şeffaflık ne muhtemel olumluluk eklemlenmesi yapılabilir. Muhtemel hiçbir distopya da bu kadar öngörüde bulunamamıştır. Bauman’ın “cam fanus içerisinde kendi mezarını kazan” özne prototipinden de oldukça uzaklaşılmış olsa gerek. Sahi, böyle bir gündem içerisinde Maradona’nın ölümünü bile henüz konuşamadık. Oysa en çok ihtiyacımız olan şey. Büyük bir efsaneye hakkıyla veda edememenin ağırlığını, bir yüzyıl da geçse muhtemelen üzerimizde taşımış olacağız. Halliday’ın dans şarkısındaki sözler hep kulaklarımızda çınlayacakmış gibi: Sırtımda ölü bir adamla yürüyorum…