[voiserPlayer]
Ahmet Hamdi Tanpınar edebiyat dünyamızın farklı ve bu farkıyla size eşsiz duygular yaşatan bir yazarıdır. Onun eserlerinde herkes kendisinden bir şeyler bulur. Roman tekniği insanı kendisine hayran bırakacak türdendir. Okumuş olduğum Batı klasiklerinden aldığım zevki Tanpınar’dan da aldım. ‘’Tanpınar, nesirlerinde kendisini daima serbest, adeta daha mesut hissetmiştir. Zira burada onun karşısında Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi büyük rakipler yoktur.’’[1] Bu belki de içindekileri daha rahat ifade etmesine ve özgürce bir eser inşa etmesine fırsat vermiştir.
1901 yılında İstanbul’da doğmuş olan Tanpınar, girmiş olduğu Edebiyat Fakültesinde Yahya Kemal’den dersler almıştır. Ahmet Haşim de bu dönemde kendisini etkileyen bir isimdir. Bu isimler kendisi için hep bir yol gösterici olmuştur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanı de Edebiyat dünyamızın en ilginç eserlerinden biridir. 1961 yılında yayınlanan eser, edebiyatımızın post-modern yapıtlarının başında gelir. Bu roman, konusu itibarıyla, değişen dönemde bireyselleşen Türk insanının kendisine ve etrafa karşı farklılaşmasını başarıyla işleyerek sizi içine çekiyor.
Hayri İrdal’ın absürtlüklerle dolu hayatının en ilginç yanlarını bizlere her yönüyle aktaran bu kitabın bambaşka bir evreni olduğunu ifade etmek zorundayım. Hayri İrdal ilk karısı öldüğü için ikinci kez evlenmiş olan bir kız ve bir erkek çocuk sahibi bir adamdır. Çocukluğundan beridir ailesinde de mevcut olan absürtlükler sanki onu bunlara mahkum etmiş ve hayatı boyunca bu türden olayların içinde sancılı bir şekilde yaşamak lanetine yakalanmıştır. Küçüklüğünde, babasının işleri kötüye gittiğinden ve babasının tek güvencesi babasının kız kardeşi Zarife Hanımın ölümünden sonra kendilerine kalacak olan mirastır.
Zarife Hanım, ilk hayatında hiçbir surette para harcamayan ve mal mülk ne varsa saklayan bir insandır. Bir gün öldü sanılarak kendisini mezara koyduklarında, mezardan kalkıp eve döndüğünde kardeşinin mal ve mülkünü zimmetine geçirmekte olduğunu görünce birdenbire bir değişim ve dönüşüm yaşamıştır. İlk hayatının aksine kendisi mal ve mülkünün sefasını uzun yıllar sürecek ancak çok uzun yıllar sonrasında yeğeni Hayri ile barışabilecekti. Hayri İrdal her ne kadar zengin bir halaya sahip olsa da kendisi çoğu zaman beş parasız gezmiş oradan buradan borç alarak rakısını içebilmiştir. Çocuklarına da gerekli özeni gösterememiştir. Dünyada olabilecek en absürt ortamlarda bulunmuş ve burada kendisine sanal bir gerçeklik yaratmıştır. Kahve dedikleri bu mekanda ruh çağırmalardan, güncel memleket meselelerine dair tartışmalara kadar her türlü faaliyet gerçekleşiyordu.
Hayri İrdal, yaratmış olduğu bu farklı gerçeklikte tüm zamanını geçirmeyi ve avare işlerle uğraşmayı bir hayat döngüsü haline getirmişti. Bu arada küçüklüğünde Muvakkit Nuri Efendi adında bir saatçinin yanında çıraklık yapmıştı. Saat ustası alelade bir usta olmaktan çok, yaptığı işe farklı bir boyut kazandırıp ona ruhunu verenlerdendi. Saati insan kalbine benzetmiş ve kendine saatlerle kaplı bir felsefi düşünce oluşturmuştu. Hayri İrdal, burada almış olduğu saatçilik eğitiminden kalan hünerlerini bazı arkadaşlarının saatlerini tamir ederek göstermekteydi.
Bir gün Halit Ayarcı adında bir adam çıkıp gelene kadar orada burada ayak işlerinde çalışmaktaydı. Halit Ayarcı ile olan ilişkisi de saat sebebiyle olmuştu. Halit Ayarcının altın saatinin tamir edilmesinde yardımcı olmuştu. Daha sonra Halit Ayarcı, Hayri İrdal ile tanıştığı gece saatler hakkındaki yorumlarından sonra belki de bundan esinlenerek “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adında bir kurum kurmak için çalışmalar yapmış ve nihayetinde başarılı olmuştu. Hayri İrdal’ı bu enstitünün en gözde ismi yapmıştı. Hayri İrdal buradaki işini hem anlamsız buluyor hem de işsiz kalmaktansa bu saçmalıklara katlanmayı yeğlerim düşüncesiyle hayatına devam ediyordu. Ancak Hayri İrdal’ın sürdürmüş olduğu hayatı Halit Ayarcı ne şekilde yönlendirirse o şekilde sürdürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Halit Ayarcı’nın iş bitiriciliği ve insanları ikna etme kabiliyeti Hayri İrdal’da da aynı etkiyi yapmaktaydı.
Bu enstitünün görevi saat kulübelerinde insanların saatlerini düzeltmekti. Böylece gündelik hayattaki her birim zaman dilimini insanların en verimli bir şekilde kullanabilmesi amacıyla saat kulübeleri vasıtasıyla bozuk saatlerinin düzeltilmesiyle muvaffak olunacaktı. Böyle bir enstitünün gerekliliği konusundan iki farklı görüş vardı ve bunlar enstitünün giderek popülerleşmesi sonrası daha da hararetlenecekti. Enstitü sadece saatlerinin düzeltilmesi değil Hayri İrdal’ın icat ettiği ceza sistemi ile de farklı bir hizmet yapmaya başlamıştı. Bu ceza sistemi insanların öylesine hoşuna gitmiş ki sırf ceza yemek için uzak köylerden İstanbul’a gelenler olmuştu. Nihayetinde enstitü birçok konuda farklı ve ilginç şeyler yapsa da ilga kararı gelmiş ve çalışan herkes birbirine düşman tavırlar almış ancak Halit Ayarcı’nın bu kararı durdurmasıyla çalışan insanlar birbirleriyle tekrar barışmıştır.
Kitabın genel anlamda konusu bu olsa da aslında, her metinde farklı mesajları olan ve sürekli olarak farklı insan tasvirlerini bizlere sunmuş ve insanların yaşamış oldukları hayatların aslında birer absürtlükler yumağı olduğunu bizlere göstermek istemiş. Hayatlarımızın sürekli değişen olaylar karşısında değiştiği, kimliklerimizin de başkalaştığını bizlere hayret edici bir şekilde aktarmış. Kitap, Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Türkiye Cumhuriyetine uzanan zaman diliminde başkalaşan insanlarımızın zevklerine ve ilişkilerine de odaklanmıştı.
“Hayri Beyefendi, bizim Hayri, sizin Hayri, dalgın Hayri… Ne kadar çok Hayri var. N’olur birkaçını yolda eksek. Herkes gibi ben de bir tek insan, kendim olsam.” Bir isyandı bu, herkesin içinde birikmiş olan ama kimsenin kimseye söyleyemediği bir şeydi. Söylenenler sadece yanılsamalardan ibaretti. Toplum tarafından bizlere verilen, bizlere baskılanan birer rolün uygulayıcısı konumunda olan insanın bir iç isyanı bu cümle. Her olayla, her insanla farklılaşan insanın tek bir kişilik olmak istemesi, her yerde ve herkesle aynı düzeyde bir varlık olmak istemesinin haykırışı bu.
“Neden olmasın sanki, kendimize daima yaşanacak iklim yaratmaktan başka ne yaparız? Hal denen keskin bıçak sırtında oturamayacağımıza göre…”
İnsanın kendisine durmadan yaşayabileceği, söz söyleyeceği ortamlar yaratmadan ve kendini göstermeden var olabileceği bir gerçekliğe katlanabilmesi çok zordur. Bu cümle tam da bunu anlatıyor. İnsanın kendisine ait bir gerçekliğe sahip olmasını. Bunun içinde yaşamasını. Bu gerçeklik içinde insanın kendisini ve etrafı unutup bir şekilde rahatlamak ihtiyacını kastediyor bana göre. İnsanların yüzyıllar boyunca yapmış olduğu, ortamı kendi isteğine göre düzenleme isteğiyle de bağdaşan bir cümle.
“Araya menfaatler girmeyince hadiseleri elbette başka türlü, daha realist bir gözle görmeğe, hakikaten daha uygun şekilde anlamağa ve yorumlamağa başlarız.”
Gerçekten de öyledir insanoğlu. Menfaat gözlerin önünde en büyük engel ve perdedir. Kendisine yararı olanın izin verdiği şekilde görebilir. İnsan olmanın en büyük özelliklerinden biri de budur galiba. Sürekli olarak menfaat aramak ve bu menfaatin izin verdiği ölçüde konuşabilmek ve bir şeyler söyleyebilmek.
Hayri İrdal’ın dünyası farklı bir dünyadır. “Onlar benim örneklerim, farkında olmadan yüzümde bulduğun maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım.” Diyerek, aslında insanı şekillendiren, kişiliğini oluşturan şey etrafındaki insanlardır. Her defasında bir başkası olur, bir başka kimliğe bürünür. Kişilik değişir.
“En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.”
En vurucu cümlesi buydu belki de. Hayri İrdal, hayatını sürekli dalgalanan ve avare bir şekilde geçen bir zamanlar diliminden ibaret görüyordu. Her ne kadar sıradan ve farklı bir özelliği olmayan biri gibi gözükse de herkesle ve her olayla birlikte değişen hayatı onda kendisinden kaçmak denen eylemi oluşturuyordu. Kendinden kaçmak, kendini susturmak ve bir şeylere tahammül ederek yaşamayı seçmişti.
Memleketin yaşadığı büyük dönüşüm sürecinde insanların da kendi etraflarında, kendi gerçekliklerinde bu değişimi hissetmesini ve yaşanan bu dönüşümün küçük yaşamlara olan etkilerine dair kara mizahla ve dalga geçmelerle dolu bu eser her anlamda edebiyat dünyamızın en iyi işlenmiş eserlerinden biridir.
[1] Tanpınar, Ahmet Hamdi, Huzur romanı girişinde ‘’Tanpınar Hakkında Birkaç Söz, Mehmet Kaplan’’, Dergah Yayınları, İstanbul, 1997.
Fotoğraf: Robert Anasch