[voiserPlayer]
Bu yazıda, tarihe hamasi bakıştaki anlamsızlığı Osmanlı ve Türk tarihinin en çok bilinen olaylarından birisi üzerinden tartışacağım: 2. Viyana Kuşatması (1683). Aşağıda anlatacağım üzere sefer öncesinde ve esnasında yaşananlarla bu kuşatma sorgulanması gereken birçok olay içermektedir. Şunu önceden belirteyim: Osmanlıca kaynaklarda, Viyana arşivlerinde ve hem de başka arşiv ve kütüphanelerde incelediğim kuşatma ve Kara Mustafa Paşa ile ilgili tarihi belgelerde/kaynaklarda geçen bilgiler dikkat çekici derecede birbiriyle örtüşmektedir.
Tarih biliminin mûteber yöntemsel ölçüleri bize der ki: Birbiriyle uzun savaşlar yapmış iki topluluk (mesela Osmanlılar ve Avusturya) aynı olay ve kişi üzerine büyük oranda örtüşen bilgi ve gözlemler aktarıyorlarsa, tarihi gerçekliği anlayabilme ihtimalimiz hayli yüksek.
Viyana Kuşatması Nasıl Algılanıyor?
Türkiye toplumsal hafızasında herhalde en çok övülen tarihi karakterlerden birisi 1683’de Viyana’yı kuşatan Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır. Sadrazam kuşatmadan birkaç ay sonra idam edilmiştir. Ayrıca kuşatma sonucunda 16 yıl süren bir savaş başlamış, bu savaşı bitiren Karlofça Antlaşması’nda (1699) Osmanlı Devleti tarihindeki ilk büyük çaplı toprak kaybını yaşamıştır. Takip eden asırlarda paşa hem Osmanlı hem de Cumhuriyet nesilleri tarafından bir kahraman olarak yüceltilmiştir.
Mesela, genç yaşında bu sefere katılıp Avusturyalılar’a esir düşen bir asker olan Esiri Hasan bin Hüseyin ömrünün son demlerinde sefer üstüne yaptığı bir değerlendirmede sadeleştirilmiş haliyle şunları söyler: “Gerçi bu seferde İslam askerine bir perişanlık vâki olmuş ve Devlet-i Aliyye’ye de bir miktar elem ve keder vâki olmuştur. Ancak o seferde İslam kılıcıyla Alman memleketinin maruz kaldığı küçümseme kıyamet gününe kadar kalplerinden çıkmaz ve bütün Hristiyan milletlerine de bir ibret vesikası olmuştur.” Yani, Viyana önlerinde savaşmış bu askere göre Viyana seferi sadece düşmanın kalbine korku salmış olması itibariyle gurur vesilesidir.
İnternette yaygın olarak rastlanılan, kaynağını tespit edemediğim ve merkezinde Atatürk’ün olduğu bir anlatıda da Kara Mustafa Paşa bir kahraman olarak tasvir edilir. Anlatıya göre, 1933 yılında Atatürk Ankara’da bir okul ziyaretinde tarih dersine girer. Konu 2. Viyana Kuşatması’dır. Anlatıya göre öğretmen sadrazam hakkında olumsuz sözler söyler. Atatürk duyduğu olumsuz yorumlara katılmaz. “Viyana önlerine kadar büyük bir orduyu götürmek her komutanın yapabileceği bir iş değildir; Kara Mustafa Paşa Viyana’yı daha önce kuşatmış Kanuni Süleyman kadar büyük bir kumandandır” anlamında ifadeler kullanır. Sonra öğrencilere dönerek şunları söyler: “Gençler! Merzifonlu değerli bir komutandır. Bunu böyle biliniz. Bu şekilde yenilenler yenik sayılmazlar”. Bu rivayete göre de Atatürk, Merzifonlu’nun bu girişiminde övünülecek bir taraf görmektedir.
Viyana’da savaşmış bir Osmanlı askerinin bize aktardığı gözlemlerin kaynağını biliyoruz. Atatürk hakkında olan bir kurgu olabilir. Ancak her iki anlatı da hamaset kümesinde kusursuzca kesişiyorlar: “Viyana kuşatması her hâlükârda gurur vesilesidir, çünkü Batı’ya ve gayr-i müslim düşmana karşı yapılmış bir seferdir, cihattır. Adalet dağıtıcısı Osmanlı” şüphesiz yine adalet dağıtmak için sefer yapmıştır.
Okuyucuların takip eden paragrafları okurken şu soru üstüne düşünmeleri yerinde olacaktır: Osmanlı ve Türk tarihinde gerçekleşmiş ve gerek Müslümanlara gerek gayr-i müslimlere karşı yapılmış savaşlar üstüne düşünürken bir futbol maçında olduğu gibi taraf mı tutmalıyız? Tabii ki toplumlar varlıklarını bir anlamda geçmişlerinin verdikleri hayatta kalma çabasına borçludur. Ancak tarihi bilmekteki amacımız yerli yersiz geçmişleri övmek ve yüceltmek midir?
Gerçekte Ne Oldu?
Kara Mustafa Paşa, Kasım 1676’da sadrazam olduğunda Avusturya ile 1664’te imzalanan ateşkesin bitmesine yedi sene kalmıştı. Bu esnada Avusturya elçisi olarak İstanbul’da Johann Christoph von Kindsperg bulunuyordu. Kindsperg’in İstanbul’dan Viyana’ya gönderdiği raporlarda ve kendisine Viyana’dan gönderilen emirlerde, Avusturya’nın ne pahasına olursa olsun barışı uzatma çabalarına şahit oluruz. Kindsperg Kasım ve Aralık 1676’da yazdığı raporlarda Kara Mustafa Paşa’yı selefi Fazıl Ahmet Paşa ile karşılaştırıp “bir önceki sadrazamdan daha samimi bir karakter” olarak tasvir etmiştir. Lâkin sadece on ay sonra, 1677 yazında, Kara Mustafa Paşa’nın mizacı değişir. Sadrazam’dan ne saraydaki ve başkentteki Müslümanlar ne de Hristiyanlar memnundur; “bunu istiyorum, emrediyorum” diyerek sarayı yönetmeye başlar. İngiliz elçisi John Finch de benzer gözlemleri Londra’ya rapor eder.
Kara Mustafa Paşa’nın ciddi anlamda eleştirmemiz gereken ilk eksikliği ileriye dönük keskin bir taktik ve stratejisi olmamasıdır. Buna kati olarak delalet eden bir örnek Polonya elçisi Jan Gninski’ye 1677 yazındaki muamelesidir. Elçi İstanbul’a Polonya kralı Jan Sobieski’nin bağlılığını bildirmek için gelmiştir. Ama Kara Mustafa Paşa, Gninski’yi maddi ve manevi anlamda aşağılar. Sadrazam, bugün Varşova’da (restore edilmiş haliyle) ziyaret edebileceğiniz Ostrogski Sarayı’nın ilk sahibi olan Gninski’ye İstanbul’da küçücük bir han odasını layık görür. Gninski, ülkesine dönüşünden sonra Polonya meclisi Sejm’de yaptığı konuşmaya şöyle başlar: “Ağlayayım mı yoksa sadece susayım mı?”. Gninski meclise sunduğu raporda Kara Mustafa Paşa’nın kendisine “Leh Kralı’nın ne dostluğu elzemdir ne de düşmanlığı korkutucu” meyânında ifadeler kullandığını söyler. İstanbul’da Avusturya elçisi Kindsperg de Polonya elçisi Gninski’nin maruz kaldığı tavra şahit olur. Viyana’ya, Gninski’nin bir kral elçisine layık şekilde karşılanmadığını yazar. Hatta kadim diplomasi geleneklerine uygun olarak Gninski’ye verilmesi gereken erzak ve yiyeceğin azlığını dahi Viyana’ya rapor eder.
Hikâyenin sonunu hatırlatmak gerekirse, 12 Eylül 1683’de Kara Mustafa Paşa’yı Viyana önlerinde mağlup ederek kuşatmayı bitiren müttefik Avrupa ordusunun kumandanı Kral Sobieski’den başkası değildir. Öyle ki sadece birkaç saat içinde Osmanlı tarihinin en ağır mağlubiyetlerinden birisi yaşanır. Osmanlı garnizonu sadrazam ve paşaların çadırlarıyla olduğu gibi Avrupa ordusu tarafından ele geçirilir. Meydanda bırakılan hazineler, cephaneler, yazma eserler ve çadırlar bugün birçok Avrupa müzesinde ve kütüphanesinde sergilenmekte ve muhafaza edilmektedir. Mesela Krakow’daki Kraliyet Sarayı müzesinde sadece bu savaşta Polonyalılar’ın elde ettiği ganimetlerden müteşekkil bir oryantalist eserler müzesi oluşturulmuştur. Kral Sobieski’nin bu bozgundaki rolüne sadece tarihin bir cilvesi olarak bakamayız. Bu detaya eleştirel bir tavırla yaklaşarak, Kara Mustafa Paşa’nın hazin sonunu hazırlayan olayları sorgulamamız gerekiyor. Merhum ve mağfur Kara Mustafa Paşa, Viyana’da yaşanan sahneyi kendi elleriyle sadaretinin ilk yıllarında yazmıştır.
Avusturyalılar’a dönelim. Aynen Polonya gibi Avusturya da doğuda Osmanlı ile savaşmak istemiyordu çünkü, Batı Avrupa’da uğraştığı başka problemler vardı. Ancak, burada kısaca özetleyeceğim bazı sebepler ve Kara Mustafa Paşa’nın Orta Avrupa’ya büyük bir sefer düzenleme arzusu eninde sonunda 1683’e giden yolun taşlarını döşer. Kuşatma öncesinde Osmanlı-Avusturya diplomatik ilişkilerini ciddi anlamda etkileyen bir detay 1679’daki büyük Orta Avrupa veba salgınıdır. Kindsperg ve İstanbul’a onun yerine geçmek üzere atanmış üç farklı elçi Aralık 1678-Ocak 1680 arasında vebadan ölürler. Kara Mustafa Paşa, bu dönemde Avusturya elçilik kâtipleri ve tercümanları aracılığıyla kendisine iletilen barış taleplerini reddetmeye devam eder. Bu esnada bir yandan Avusturya’nın sürekli olarak tepkisini çekecek şekilde Macar-Avusturya sınır hattında kargaşa çıkartan âsi Macar prenslerini desteklemeye devam eder ve onların temsilcilerini düzenli olarak sarayda ağırlar. (Selefi Fazıl Ahmet Paşa’nın aynı isyancılara Vasvar Barışı (1664)’ten sonra hiç yüz vermediğini not edelim.)
Bir yandan da dönemin vakanüvisleri tarafından gereksiz olarak nitelendirilen ve önemsiz bir serhat kalesi olan Çehrin’in fethiyle sonuçlanan Rus seferine girişir. Avusturya 1681’de İstanbul’a bir barış taslağı da gönderir. Osmanlı bürokratlarına belirli miktarlarda hediyeler dağıtma fikri dikkate alınır (17.yy.’da yabancı elçilerce Osmanlı sarayında dağıtılan hediyeler bizim zamanımızdaki rüşvetlerden farklıdır ve aynı şekilde algılanmamalıdır). Lâkin sadrazam görüşmeleri ufak tefek bahanelerle sürekli erteleyecektir. Ne pahasına olursa olsun barış isteyen bir düşmana karşı seferi kafasına koymuştur. Adamlarına, sınırdan Avusturyalılar hakkında sahte şikâyet mektupları gönderilmesi için emirler verir.
Bu bilgiler sadece Avusturyalılar tarafından değil, sarayda olanlara bizzat şahitlik eden vakanüvisler Silahdar ve Abdi Paşa tarafından da aynen aktarılır. Dolayısıyla, ortalama tarih okuyucusunun seveceği şekliyle “Türk ve Osmanlı düşmanlarının uydurması” değil, “atalarımız” ve “dedelerimiz”in de aktardığı bilgilerdir ki gerçeğin kendisine çok yakın bilgiler olduklarını söyleyebiliriz.
Ağustos 1682’de Sadrazam nihayet Avusturya’ya savaş ilan eder. Ancak sefere tam dokuz ay sonra Mayıs 1683’de çıkılacaktır. Savaş ilanından itibaren Avusturya, Polonya, Venedik ve diğer Avrupa sarayları arasında uzun uzadıya ittifak görüşmeleri gerçekleşir ve hazırlıklar yapılır. Sadrazam daha Edirne’den ayrılmadan Avrupa’da büyük bir ittifak kurulmuştur bile. Kuşatma başlamadan önce Avusturya sınırı yakınında toplanan Osmanlı savaş meclisinde de kritik hatalar devam eder. Avrupa siyasetinde tecrübeli ve feraset sahibi komutanlar sadrazama Viyana’nın kuşatılması halinde bütün Hristiyan dünyanın birlik olup geleceğini söylerler. Bu sene sınırdaki muhkem ve stratejik kaleleri almayı, Viyana için gelecek seneyi beklemeyi tavsiye ederler. Sadrazam onları küstürür, mesela seksen yaşını aşkın bir serhad kurdu olan Budin beylerbeyi İbrahim Paşa’yı bunak diye aşağılar ve ana ordunun haricinde görevlere gönderir.
Viyana’da kuşatma devam ederken hatalar devam eder. Müttefik ve mekanize bir ordunun yaklaştığı haber alınmış, ama gereken hazırlıklar yapılmamıştır. Sadrazam hem kuşatmaya devam edip hem de düşman ordusuna aynı anda karşı koyabileceğini düşünür. 60 gündür yağmur ve çamurda savaşan askerin maddi manevi tükenmişliğini düşünmez.
Velhasıl, tarihe biraz âşina ve meraklı bir Türk’ün nazarında bir kahramanlık gösterisi olan kuşatma, gerçekte bir devlet adamının hırsları, istişareye sadece göstermelik bağlılığı, strateji ve taktik eksikliklerinin eseridir. Sonundaki büyük bozguna birçok unsur kısa ve uzun vadede katkıda bulunmuştur. Bütün batı ve kuzeybatı serhaddi boyunca Osmanlı düşman ülkelerle komşu iken hem Polonya hem Avusturya’ya karşı, üstelik de her ikisi de Osmanlı ile barış arzusunda iken, düşmanca bir politika güdülmüş ve bu konjonktürde Avrupa’nın en muhkem hanedanlık başkentlerinden birisi kuşatılmıştır. Viyana mağlubiyeti üzerine Avusturya ve Polonya ile birlikte Girit’in kaybından beri fırsat kollayan Venedik ve sonrasında Rusya da Osmanlı’ya saldırmışlar ve özellikle Avusturya topraklar kazanmıştır. Böylece, uzun asırlar devam etmiş psikolojik üstünlük de Batılı devletlere kaybedilir.
Son olarak, bizzat seferde bulunmuş Silahdar Mehmed Ağa’nın iki ciltlik tarihinde kaydettiği bazı bilgileri paylaşmak isterim ki modern ve muhafazakâr Türk okuyucusunda şok etkisi yapabilir. Silahtar bunları mağlubiyetin sebeplerini listelediği bir kısımda paylaşmıştır. Sadeleştirerek aktarıyorum: “Osmanlı askeri, bütün kafir memleketinde ve bilhassa Viyana’nın dış mahallelerinde kıyasa gelmez miktarda şarap bulduklarında, müptela olmayan bile içmeye başlamış, türlü fısk ve fücur ve akla gelmez kabahatler işlemişlerdir. Kuşatma mübarek aylara denk gelmiş olsa da Allah’tan korkmayıp gece gündüz zina ve livata ederek ve şarap içerek sürekli kendilerinden geçmişlerdir. Bu kuşatma ile ellerine geçen nimet-i celilenin kıymetini bilmeyip kahr-ı ilahiye uğramışlardır.”
Avusturya kaynakları da Osmanlı askeri hakkında benzer gözlemler aktarmaktadır. Mesela Perchtoldsdorf kasabasına gelen bir başıbozuk birliği epey geniş çaplı bir katliam yapmıştır. Bu katliam ve köyün başına gelenler o kadar iyi kaydedilmiştir ki, bugün Viyana’nın bir dış mahallesi olan bu kasabayı ziyaret edenler buradaki çok iyi hazırlanmış müzeyi kesinlikle görmelilerdir. Hem Viyana kuşatmasının kendisi hem de Perchtoldsdorf kasabasının başına gelenlerin belgeleriyle anlatıldığı bu müzede mesela sokak sokak hangi evlerin Osmanlı askerlerince yakıldığını gösteren haritalar vardır.
Tarih, Bugün ve Gelecek
Bu bilgiler ışığında tarihe nasıl yaklaşmamız gerektiği üzerine bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum:
- Geçmişi öven ve yüceltenler çoğu zaman gerçeği değil, kurguladıkları bir tarihi yüceltirler. Yüceltilen tarih kıymıklarından ve taşlarından ayıklanmış bir tarihtir. Ya gerçeğin çok küçük bir yüzünü yansıtırlar ya da kurgudurlar ve gerçekle bağları hiç yok gibidir.
- Tarihi şahsiyetler, padişahlar, kumandanlar ve karar alıcılar birçok konuda eksik ve yetersiz olabilirler. Hatalarını tartışmalı ve anlamalıyız ki tarihle olan ilişkimiz ezberci bir tekrarcılıktan kurtulsun; savaşlardan haz alan, tarihe takım tutar gibi yaklaşılan bir sıradanlıktan çıksın ve öğretici bir hal kazansın.
- Genellikle tarihi bir olayın taraflarından birine o tarafın ahlaken de üstün olduğunu varsayarak yakınlık duyarız. Bizim tarafımız ahlaken üstün, karşı tarafsa ebedi ve ezeli şeytani düşmanlardır. Dünyanın genelinde ortalama okuyucu tarihi böyle tahayyül eder ve okur. Ancak gerçek şudur ki tarih boyunca savaş meydanları savaşan her askerin ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak güdüsüyle hareket ettiği yerler olmuşlardır. Türk, Müslüman, Hristiyan her ne din ve milletten olursa olsun muharebe eden askerler türlü cürümler işlemişlerdir. Tarihteki savaşların neredeyse hiçbirisinde ahlaki kaygılar savaşı yönlendirmemiştir. Savaşta ahlak ve ahlaki üstünlük aramak fuzuli bir çabadır. Savaşan askerlerin birbirlerine yaptıkları iltifatlar belki hiç yok değildir, ancak istisnaidir. Savaşlar öldürmek için yapılır.
- Düşmanla savaşmış olmaktan zevk almak ve gurur duymak, velev ki o savaşa dini ve kutsal bir misyon atfetmiş olalım, banal, ilkel ve yobaz bir insani haldir. Yeni düşünce ve fikir üretemeyen toplumlar, en çok kaba kuvvetten haz alırlar. Orta Doğu’da tarihin ve yerel kimliklerin aşırı kutsal olması onları ikame edecek fikir olmamasındadır. Böyle toplumlar, hem tarihi bir savaşlar silsilesi olarak okurlar hem de kendilerini kaba kuvvetle ifade ederler. Çünkü insanlığa vadedecek başka değerleri yoktur.
- Felsefi ve ahlaki anlamda üstünlük insan hayatını kutsayan bir anlayış geliştirmektedir. İllaki tarihle övünmek isteyenler, tarihimizde insana değer verilen anlar ve olaylar arasalar ve onlarla övünseler daha yerinde olacaktır. Mesela İspanya’dan kaçan Yahudilere şehirlerini açan Osmanlı ile övünmekle Yahudi mahallesini yıkarak yerine Yeni Camii inşa eden Osmanlı ile övünmek aynı şey değildir. Yani, Osmanlı’nın muhtaca ve mazluma kucak açtığı anlarla övünmek, Viyana’yı kuşatabilen Osmanlı ile övünmekten evlâ olmalıdır.
- Tarihî olayları ve bireyleri eleştiriden amaç sebepsiz yere onu bunu karalayarak tarihi zihinlerde yıkmak değildir. Tarihe eleştirel bir yaklaşım, bizi güya “şanlı” bir tarihi yerli yersiz kutsayarak yeniden kuracağımız safsatasıyla oyalanmaktan kurtaracaktır. Tarih gitti ve bitti. Artık burada değil ve yeniden kurulmayacak. Alparslan, Fatih, Atatürk…Hepsi de kendi zamanlarına göre politikalar ürettiler ve gittiler. Onları okumalı ve öğrenmeliyiz; ancak zaman hızla değişirken uzun vadeli çözümler ancak bugünü en iyi şekilde okuyarak üretilebilir. Geçmişteki hiçbir lider, bugünü bizim kadar iyi okuyamaz. Aklı ve muhakemeyi öne çıkararak geçmişlerin hatalarını tekrar etmemeliyiz. Gelecek akılcı ve objektif bir geçmiş ve şimdiki zaman yorumuyla kurulacaktır.
*Kapak görseli: Kara Mustafa Paşa’nın Belgrad’da idam edilişi.