
Tarihte Salgınlar, Nüfus Artışı ve Malthusçuluk
Bugünlerde içinden geçtiğimiz koronavirüs (covid-19) salgını, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan ama modern tıbbın gelişmesiyle beraber büyük oranda unutulan salgınları tekrardan gündemimize getirdi. Koronavirüs pandemisi, ölen sayısı üzerinden değerlendirirsek tarihteki muadillerine göre aslında etkisi düşük bir salgın. Toplamda ne kadar kişinin yaşamını yitireceğini şu anda kestirmek güç olsa da tarihteki büyük salgınlar kadar ölümcül olmayacağını söylemek mümkün. Bu elbette, virüsün yayılımını engellemeye yönelik tedbirlerden ötürü küresel ekonominin ciddi bir zarar göreceği gerçeğini değiştirmiyor.
Salgınlar, dünya insan nüfusunun tarihsel olarak artışı ile doğrudan ilişkili bir olgu. İnsanlar, çok değil 200 yıl öncesine kadar bugünkü modern hayatın nimetlerine sahip değildi ve bu da nüfus artışını ciddi anlamda sınırlıyordu. İlk insanın ortaya çıktığı M.Ö. 200 bin yılından Tarım Devrimi’nin gerçekleştiği M.Ö. 10 bin yılına kadarki on binlerce yılda, dünyada toplam insan nüfusu sadece bir milyondu[1]. Bu dönemde avcı-toplayıcı şekilde sürüler halinde yaşayan insanların hayatı çoğu zaman kısaydı. Belki modern insan kadar çok çalışmıyorlardı ama bu dönemde vahşi bir hayvanın saldırısıyla ya da bilinmeyen bir hastalıkla ölmek işten bile değildi.
M.Ö. 10 bin yılında, toprağı ekip biçerek yiyecek elde etme, yani tarım yapmanın keşfedilmesiyle beraber insanlar bugünden bakıldığında oldukça yavaş bir süreç içerisinde, tarım toplumlarına evrildiler. Bu durum dünyadaki toplam nüfusu epey artırdı çünkü bugünden bakıldığında yaşam hala oldukça zor olsa bile yerleşik yaşama geçilmiş ve yiyecek bulma sorununa büyük oranda çözüm üretilmişti. M.Ö. 10.000 yılında 1 milyon olan dünya nüfusu M.S. 1 yılında 170 milyona ulaştı. Bu tarihten sonra da dünya nüfusu artmaya devam etti ancak bu artış bugüne kıyasla son derece yavaş bir biçimde oldu. Örneğin, M.S. 500 yılında dünya nüfusu halen 177 milyon, 1000 yılında ise 255 milyondu.
Tarım Devrimi’nden 18. yüzyıl sonundaki Endüstri Devrimi’ne kadarki süreçte dünya nüfusunun çok yavaş artması, Thomas Malthus’un 1798 tarihli “Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde ortaya koyduğu üzere, bir toplumdaki insanları besleyen ve hayatta kalmalarını sağlayan tarımsal üretim ile o toplumdaki nüfus artışı arasındaki uyumsuzluktan, yani insanları besleyecek yeteri kadar gıdanın üretilememesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre, tarımsal üretim arttığında insanlar daha fazla üreme, sahip oldukları çocuk sayısını artırma eğilimi göstermektedirler. Ne var ki, tarımsal üretimin artışı bir süre sonra nüfus artışına yetişemediği için (ya da tarımsal üretim doğrusal olarak artarken nüfus üstel olarak arttığından) devreye “Malthusçu kontrol mekanizmaları” denilen, kıtlık, salgın ve savaşlar girmekte, bu “kontrol mekanizmaları” dünya nüfusunu tekrar düşürmekte ve böylece tarımsal üretim tekrardan toplam nüfusa yeterli hale gelmektedir. Ancak bir süre sonra nüfus tekrar artmakta, sonra tekrar “kontrol mekanizmaları” devreye girmekte, böylece süreç yüzyıllarca sürecek bir kısır döngü şeklinde hızlı nüfus artışlarına izin vermeyecek şekilde ilerlemektedir.
Salgınların tarihi bize Malthus’un, en azından Endüstri Devrimi’ne kadarki süreç için haklı olabileceğini gösteriyor. Örneğin, M.S. 541-542 yıllarında patlayan ama tekrarlayarak 750 yılına kadar devam eden ve özellikle Güney Avrupa, Akdeniz ve Batı Asya coğrafyasında etkili olan “Justinianus Veba Salgını”nın 25 ile 100 milyon arasında bir insanın ölümüne sebep olduğu hesaplanmıştır. O dönemde toplam dünya nüfusunun zaten 180 milyon civarı olduğu düşünüldüğünde bu rakamın büyüklüğü orta çıkar.
Justinianus Salgını’ndan daha etkili olan ve 1331 yılında başlayıp özellikle 1347-1351 arasında tüm bir Avrupa, Batı Asya ve Kuzey Afrika’yı kasıp kavuran diğer bir salgın “Kara Veba”dır. İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük salgın olan, Justinianus Salgını ile aynı mikrobun sebep olduğu Kara Veba yüzünden toplamda 75 ile 200 milyon arasında insanın yaşamını yitirdiği tahmin edilmektedir ki, bu rakam anılan coğrafyadaki toplam nüfusun %30 ila %60’ına tekabül etmektedir. Şu anda, herhangi bir sebeple, dünya nüfusunda bu derece bir azalışın nasıl büyük bir yıkım olacağı üzerine düşünmek bu salgının o dönemki yıkıcı etkisini daha iyi anlamamıza yol açar.
6. yüzyıldan 8. yüzyıla kadarki süreçte etkisini gösteren Justinianus Salgını, görece uzun bir zamana yayıldığından, bu dönemde Doğu Akdeniz çevresinde ve Konstantinopolis’te ciddi bir insan kaybı olmakla beraber dünyadaki toplam nüfusta net düşüş olmamış, ölümler özellikle başka coğrafyalardaki yeni doğumlarla bir anlamda telafi edilmiş ve hatta bu dönemde toplam insan nüfusu birkaç milyon da olsa artmıştı. Ancak daha kısa sürede etkisini gösteren ve daha geniş bir coğrafyaya yayılarak daha çok insanın ölümüne yol açan Kara Veba döneminde dünya nüfusu net olarak düşüş göstermiştir. Kara Veba’nın hemen öncesinde 380 milyon civarında olan dünya nüfusu, yeni doğumların nüfusu artırmasına rağmen, 340 milyona kadar düşmüştür.
Kara Veba’nın özellikle Avrupa tarihinde çok büyük etkileri oldu. Bu etkilerin en önemlisi Malthus’un nüfus artışı teorisiyle ilgilidir. Buna, göre, yukarıda belirttiğimiz Malthusçu “kontrol mekanizmaları” sadece nüfusun yavaş artışına sebep olmamakta, aynı zamanda nüfus artsa bile kişi başına düşen ortalama yaşam standartlarının değişmemesine sebep olmaktadır. Çünkü Endüstri Devrimi öncesinde, mevcut teknolojik sınırlılıklarla ilişkili olarak, tarımsal üretim ancak belirli bir noktaya kadar artırılabilmekteydi. Ne var ki, tarımsal üretim arttığında insanlar da daha fazla üreme eğilimi gösterdiğinden, toplam nüfus artsa bile kişi başına düşen ekonomik ve tarımsal kaynak değişmemekteydi. Dolayısıyla, coğrafya ve konjonktüre göre kısa vadeli değişimler olsa bile uzun vadede ortalama yaşam standartları bu dönemde hemen hemen hiç değişmiyordu[2].
Bu alanda yapılan çalışmalara göre, örneğin Fransa’da 1400 yılındaki ortalama yaşam standartları ile Fransız Devrimi’nin başladığı 1789 yılındaki ortalama yaşam standartları aynıydı[3]. Diğer bir deyişle yaklaşık dört yüzyıllık bir süre içerisinde büyük çoğunluğu köylü olan “sıradan” insanların maddi yönden hayatları hemen hiç değişmemişti. Bu dönemde Fransa’nın nüfusu iki katına çıktığı tahmin edilse de tarımsal üretim nüfus artışını geç(e)mediği için kişi başına düşen gelirde bir değişim olmamıştı. Bu durum, Fransa dışındaki bölgelerde de aşağı yukarı aynıydı.
Bu noktada, 14. yüzyıldaki Kara Veba sonrası süreç bir istisna oluşturur. Kara Veba sürecinde ve sonrasında, özellikle Avrupa’da, nüfusun kısa süreler içerisinde hızla düşmesi, aslında hayatta kalabilenler için iyi bir şey olmuştur. Çünkü insanları besleyecek kaynaklar sabit olduğu için nüfustaki hızlı düşüş kişi başına düşen iktisadi kaynağın artışını beraberinde getirmiştir. Yapılan çalışmalar gerçekten de Kara Veba sonrası süreçte ortalama yaşam standartlarının iyileştiğini ve reel ücretlerin arttığını göstermektedir[4].
Kapitalizmin şafağının söktüğü 16. yüzyıl başında dünya nüfusu yaklaşık 435 milyondu. Bu noktadan sonra artık hem nüfus artışı hızlanacak hem de ortalama yaşam standartları kısmen artmaya başlayacaktı. Dahası, tüm bunların olmasında salgınların kontrol altına alınabilmesi önemli ölçüde etkili olacaktı. Bu konuları bir sonraki yazımda irdeleyeceğim.
Foto: Brian McGowan
[1] Metindeki nüfus bilgileri için: https://worldpopulationhistory.org/map/1/mercator/1/0/25/
[2] Burada toplumların kendi içindeki sınıf ayrımlarının bir istisna oluşturduğu belirtilmelidir. Söz konusu süreler içerisinde hemen her toplumdaki şanslı bir azınlık (soylular, din adamları ve kısmen tüccarlar) toplumun köylü çoğunluğunun sahip olamadığı görece yüksek yaşam standarlarına sahip olabilmekteydi. Ancak bu durumun toplam nüfus artışına ve salgınların yıkıcı etkisine doğrudan görülür bir etkisi olmamıştır çünkü bu şanslı azınlığın toplam nüfus içerisindeki oranı düşüktür.
[3] The Maddison Project Database: https://www.rug.nl/ggdc/historicaldevelopment/maddison/releases/maddison-project-database-2018
[4] Şevket Pamuk, ‘The Black Death and the origins of the ‘Great Divergence’ across Europe, 1300–1600’.
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Türkiye’de Devlet Bürokrasisi ve “FETÖ”
Türkiye’nin tarihsel olarak bakıldığında temelde bir Asya ülkesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlı’dan beri Türkiye’de de “devlet”, başta iktidar ilişkileri olmak üzere toplumsal hayatın her daim merkezinde olageldi. Osmanlı’da toplumsal sınıflar devlet politikalarını etkileme gücüne sahip değildi. Padişah çevresinde örgütlenmiş bir merkezi bürokratik aygıt iktidara

Rant, İhale, Bağış: Dünyada ve Türkiye’de “Yandaş Kapitalizmi”
Sovyetler Birliği’nin 1991’deki çözülüşünden sonra, kapitalizm dünyada tek geçerli sosyo-ekonomik sistem haline geldi. Çin, Vietnam, Laos gibi ülkeler sembolik olarak “komünist” niteliklerini korusalar da fiilî olarak kapitalist ekonomiye geçtiler. Günümüzde sadece Küba, bir noktaya kadar, komünist sisteme sahip bir ülke olarak varlığını sürdürmekte. Genel özellikleriyle, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve
Türkiye ve İran’da Modernleşme ve “Devlet Geleneği”
Türkiye ve İran birbirine birçok yönden benzeyen iki ülke. İlk etapta bunu iddia etmek biraz zor gözükebilir çünkü her şeyden önce İran’da teokratik, yani din adamları sınıfının temel karar alıcı pozisyonunda olduğu, bir siyasal rejim var. Bu rejim oldukça otoriter, baskıcı ve toplumsal açıdan muhafazakar ve bu günlerde bu yüzünü

Yerli Otomobil, Milliyetçi Popülizm ve Kalkın(ama)ma Sorunu
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz haftalarda görkemli bir törenle Türkiye’nin kendi “yerli ve milli” otomobilini üreteceğini duyurdu. Bu duyuru, iktidar destekçilerini olduğu kadar muhalefetin de çoğunluğunu heyecanlandırdı. Milliyetçi duygularla gelen heyecanın sebebi, bir prestij göstergesi sayılabilecek, Türkiye’nin dünyada “otomobil üretebilen ülkeler” sınıfına dahil olacak olmasıydı. Örneğin CHP’nin İstanbul ve Ankara’daki belediye başkanları

Daron Acemoğlu ve Politik Ekonomi Alanına Katkıları
Daron Acemoğlu, dünyanın en önde gelen ekonomistlerinden birisi. “En çok alıntı yapılan 10 ekonomist” arasında gösterilen Acemoğlu, Türkiye Ermenisi bir aileden geliyor. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra York Üniversitesi’nden lisans, Londra Ekonomi Okulu’ndan (LSE) yüksek lisans ve (25 yaşında) gene aynı üniversiteden doktora derecesini aldı. Bir süre LSE’de çalıştıktan sonra

Atatürk Sağcı mıydı Solcu mu?
Türkiye’nin “kurucu babası” Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye toplumunun neredeyse tüm kesimlerinin sahiplendiği ve hatta idealize ettiği bir tarihsel şahsiyet. Bu durum, çoğu zaman Atatürk’ün kendi dünya görüşünün, yani Kemalizmin, tam olarak neleri içerip neleri içermediği konusunu son derece tartışmalı hale getiriyor. Çünkü her siyasal hareket, idealize edilen bir şahsiyet olarak

Türkiye’de Devlet, İş Dünyası ve Yeni Muhafazakar Zenginler
Türkiye, devletin toplum hayatında son derece belirleyici olduğu bir ülke. Kendiliğinden örgütlenme kabiliyetinin, rekabet gibi serbest piyasa değerlerinin ve dolayısıyla sivil toplum güçlerinin yeterince gelişmediği ülkemizde, hayatın hemen her alanı gibi iş dünyası da çoğu zaman devlet güdümünde şekilleniyor. Bu durumun ülkemizde doğurduğu sonuçlar, aslında uzun zamandır var olan ama

Türkler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve Cumhuriyet
Türkiye, kuruluş sürecinde çözüme kavuşmamış problemlerinin sancılarını çekmeye devam ediyor. Haftalardır, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine, silahlı Kürt unsurları sınırından uzaklaştırmak için gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı’nı ve bu harekâtın nasıl Türkiye – ABD ilişkilerini (yine) gerdiğini konuştuk. Nitekim bugünlerde ABD Temsilciler Meclisi’nde, Türkiye’yi operasyon nedeniyle cezalandırabilmek için, 1915 Ermeni “Tehciri”ni “Soykırım” olarak

Kürt Meselesinin Kökenleri Üzerine Tarihsel Bir Arka Plan: Müslüman Milliyetçiliğinin Yükselişi, Düşüşü ve İsyanlar
Türk Silahlı Kuvvetleri, bundan yaklaşık bir hafta önce kendisine “Suriye Ulusal Ordusu” adını veren silahlı güçlerle beraber, Kürt silahlı milislerin kontrolü altındaki Kuzey Suriye bölgesine, teröristlerle mücadele etmek, “güvenli bölge” oluşturmak ve Türkiye’deki Suriyeli mültecileri bu bölgeye yerleştirmek gerekçeleriyle bir askeri harekat başlattı. Türkiye bunun böyle olmadığını söylese de askeri

Dünyada, Türkiye’de ve AKP’li Yıllarda Yolsuzluk ve İsraf
“Yolsuzluk”, sözlük anlamıyla, dolandırıcılık ve gayri-ahlaki davranış içerecek şekilde, yetkili bir kişi ya da kurumun kendisine verilen yetkiyi kişisel ya da belirli bir grubun özel çıkarları için yasa ve/ya etik dışı kullanmasına deniyor. “Yolsuzluk”, zorunlu olmamakla beraber, genellikle maddi yarar sağlama ile ilişkili olarak kullanılan bir kavram. Daha kısa söylersek