[voiserPlayer]
(Konuya dair kısa bir özet için şu haber-dosyaya bakılabilir https://www.milliyet.com.tr/kultur-sanat/tarihciler-silinen-isimleri-tartisiyor-6703894 )
Osmanlı’nın çöküşüne dair en dokunaklı, vurucu ve sarsıcı anlatımlardan biri olan Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı otobiyografik anlatısında çok bilinen ve alıntılan bir anekdottur. Cemal Paşa’nın emrinde I. DS Suriye Cephesi’nde görevli Falih Rıfkı eğitimci misyonuyla Suriye’ye gelmeye ikna ettiği Halide Edip’le beraber Beyrut yolundayken Adana’nın ilerisinde bir istasyonda kompartımana bir yolcu gelir. Falih Rıfkı ikisini birbirine takdim eder. Bu kişi Ermeni soykırımının baş örgütçülerinden Bahaddin Şakir’dir. Anlaşılan konu bu mevzuya gelir ve münakaşaya döner. Bu gergin konuşmanın ardından ayrıldıklarında Halide Edip Falih Rıfkı’ya teessüf eder: “Bana bilmeyerek bir katilin elini sıktırdınız.” Aynı konuşmadan Bahaddin Şakir de hiç memnun değildir ki Falih Rıfkı’ya; “senin gibi yetişecek kıymetli gençleri, bu kadınla temas etmekten men etmelidir” der. Bir tarihsel organizma olarak “Türklük”ten bahsedebilirsek eğer; karşımızda iki Türklük vardır. Bir tarafta Türklüğün alnına bu kara lekeyi sürenler, bir tarafta bu alına sürülen lekeye itiraz eden ve utananlar. Zira Halide Edip başka bir zamanda da “bu katliamların lekesini milletimin üzerinden hiçbir şey temizleyemez” demiştir.
Halide Edip yetmezmiş gibi trende bir de Lübnan’ı Konyalılaştırmakla övünen Cemal Paşa’nın aksine Suriye’ye muhtariyet (özerklik) verilmesini savunur. Halide Edip daha sonraki on yıllardaki liberal görüşlerinden henüz uzaktır. Türk Ocağı’nda ateşli milliyetçi nutuklar vermektedir. Yeni Turan (1912) romanı ise bir tür kadınların da özgürleştiği modern ve aydınlanmış Türklüğün gelecek ütopyasıdır. Ancak bir taraftan da Balkan Savaşları hezimeti sonrası İttihatçıları tamamen sarmalamış intikamcı ve şovenist dalganın dışında bir başka sedadır. Elbette en sıradışı tarafı ise kadın olmasıdır. Kadın olması cinsiyetlendirilmiş bir okumayla onu farklı kılan tarafı olabilir mi? Türkiye’de feminist akademisyenler 1990’lardan başlayarak Halide Edip’e bu temelde büyük bir alaka gösterdiler. Gerçekten de Halide Edip çok etkileyici bir karakterdir. Sadece bir kadın olarak erkeklerin dünyasında bulunmakla ve onları da cezbetmekle kalmaz; kadınca sesi fazlasıyla duyulur. 1917’de Cavit Bey’e yazdığı bir mektupta Ermeni kırımına dair yalvarırcasına sorar: “İşte yeni kabine bu emsalsiz zulüm ve cinayetin hiç olmazsa netayicini tahfif edemez mi? Şimdi bugün yaşayanlara insan hakkı veremez mi? Ben kendi hayatımla bu fena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatım nedir ki? Hiç hem de pek gülünç ve küçük bir hiç.” Zaten Abdülhamid dönemindeki katliamların mağdurları olarak “kabus-i Hamidi’nin en mazlumları, sahipsiz kurbanları” tanımladıkları için 1909 Adana katliamı sonrası Ermenilere; “misli görülmemiş musibet için…af dilemeye geldiğini” söylemiştir. Halide Edip’in dik başlılığı onu Milli Mücadele sonrası Mustafa Kemal ve tesis ettiği rejimden uzak durmak ve on beş yılını ülke dışında sürgünde kalmak zorunda bırakmıştır. Her bakımdan sıradışı bir hayattır. Bir başka sıradışı kadın Latife Hanım’ın biyografisini kaleme almış İpek Çalışlar’ı onun bir biyografisini yazmaya girişmeye yönelten bu olmalıdır. Hülya Adak ise Halide Edip’e dair kitabında onun Ermeni kırımı, otokrasi ve şoven milliyetçilik ortamındaki gitgelli tavırlarını feminist bir okumaya tabii tutar.
Cemal Paşa’nın yanına Suriye’deki okullara müfettişlik yapmak üzere giden Halide Edip orada kırımda anne-babaları ölmüş Ermeni çocukların (bir “çocuk savaşı” olarak) Türkleştirilmeleri ve müslümanlaştırılmaları için konuldukları Beyrut yakınlarındaki Ayn Tura yetimhanesinde de görev alır. Nitekim bu deneyiminden Mor Salkımlı Ev isimli orijinal olarak İngilizce yazdığı otobiyografisinde şefkatle bahseder. Zaten İngilizce bu kitaba ulaşacak okurun duygularına seslenecek özenli pasajlardır bunlar. Ancak yakın zamanda Antura(Ayn Tura)’ya konulmuş yetimlerden Karnig Panyan’ın orijinali Lübnan’da Ermenice yayınlanmış çocukluk anıları İngilizceye çevrildi (Goodbye Antoura, Stanford University Press, 2015). Türkçesi ise Aras Yayınları’ndan Elveda Antura ismiyle çıktı. Burada çocuk gözünden hatırlanan Halide Edip ise hiç de hoş yad edilmemektedir; Mor Salkımlı Ev’deki şefkat dolu hoca anneden çok uzaktır. Gaddarlığın kol gezdiği yetimhanede Halide Edip de tüm bu uygulamaları milli asimilasyon amacında onaylar, görevini sadakatle ifa ediyor görünmektedir. Bu alternatif anlatıdaki Halide Edip bir Ermeni soykırımı failidir. Zaten Osmanlı dünyasında bir tarafından faillikten kaçabilecek sorumluluk sahibi görev almış tek kişi bulmak mümkün olmasa gerektir. Bu ilinti tatsızdan öte bir çıplak gerçeği ima etmektedir; Halide Edip gibi bir simanın dahi iptallenmesini gerektirecek bir siyasi ortamdan kurtarılacak herhangi bir şey var mıdır? Hayır cevabı sigara içenler için bir paket yaktıracak kadar kasvetlidir. Bu kadar kasvetli bir ortamdan sembolik olsa dahi tutunacak bir simgesel dal yok mudur? Bugün bu dönemi akademik olarak çalışanlar (akademik derken tuhaf sempozyumlar düzenleyenleri kastetmiyoruz) elbette Sarıkamış’ta vatan için donarak ölenlerin komutanı Enver Paşa’yı hayırla anmazlar ancak yine de Taşnaklarla İttihatçıların son kopuşa kadar yakın temas halinde oldukları bir siyasal konjonktürün kompleksitesinde ve bu çölde Halide Edip’in dahi iptal edilmesini gerektiren tek kalemde ilintisizlenme kan dondurucu bir soğuk estirir.
Buradan uzun bir girizgahtan sonra Osmanlı ve Türk Çalışmaları Derneği OTSA’nın dar bir çevrede de olsa ateşli ve hatta öfkeli tartışılan düzenli verilen ödüllerinden ödüllerin adandığı isimlerin çıkartılması kararına geliyoruz. OTSA uzun zamandır Fuat Köprülü kitap ödülü, Ömer Lütfi Barkan makale ödülü ve Halide Edip Adıvar bursu vermekteydi. Alışılageldik bir uygulama olarak bu ödüller sahada kurucu nitelikleri ve saygınlıkları sebebiyle seçilmiş isimlerin adlarıyla verilmekteydi. 1971 yılında kurulmuş OTSA’ya baktığımızda aslında kuruluşunda bugün eleştirilen Soğuk Savaş sağcı Türkofilliğini ve Soğuk Savaş’ın bölge çalışmaları ideolojik motivasyonlarını yansıtan bir profille karşılaşıyoruz. Ancak bu profil eleştirel tarihyazımının Türk-Osmanlı çalışmalarına intikaliyle süreç içinde dönüşmüştür. Bugün de sol-liberal akademik konsensüsü yansıtmaktadır. Akademik çevrelerin dışındakiler algılamasa da birileri dayattığı için değil sosyal bilimlerle haşır neşirliğin getirdiği farkındalıktan kaynaklı bir konsensüs olarak.
ABD’de Trump iktidarıyla beraber ırkçılığının ve beyaz üstünlükçülüğün açıkça sahiplenilmesine tepkiyle geçmişin itibarlı ve ulusal panteonun parçası görülen (“Amerikan büyükleri”?) figürlerinin ırkçı taraflarının deşifre edilmesi, heykellerinin indirilmesi furyası yaşanmıştı. Elbette bunda eş bir değer sebep de Amerikan polisinin rutin şekilde gösterilerde siyahları hedef alması ve orantısız şiddetle ölümlerine neden olmasına (I can’t breathe) karşı örgütlenen #Blacklivesmatter hareketiydi. Bu kesişimler özellikle de muhafazakarlardan kurtarılmış alanlar olarak liberallerin hakim olduğu kampüslerde bir kampüs-içi radikalliğini türetti. Kampüslerin sol-liberal evreninde sıfır tavizli ırkçılık karşıtlığı ve siyaseten doğruculuk hassasiyeti gelişti. Birçok heykel, sembol ve isim de bu süreçte kampüslerden ve kamusal alandan arındırıldı.
ABD’de okullar, hastaneler, caddeler, hatta şehirlerin isimlendirme kültürü bir zamanların ulusal gururun esas alındığı bir dönemi yansıtmaktadır. Bugünün liberal merkezinde ise bu isimlendirme kültürü artık geçmişin ırkçı, cinsiyetçi, sömürgeci ve beyaz üstünlükçülüğünü hatırlatmaktadır. Yakın zamana kadar bir yere birinin ismini vermek normaldi. Hatta İngiliz devlet adamları, nüfuzlu önde gelenler ya da kolonyal girişimcilerden mülhem Houston, Dallas, Pennsylvania, Pittsburgh, Sydney, Wellington gibi şehir ve eyaletlere dahi. Bugünün dönüşen değer yargılarında bu bir şahsa adanmış isimlendirme eğilimi çok uzak olduğu gibi isimlendirme tercihleri de çok fazlasıyla siyaset yüklü durmaktadır. Washington Redskins (Amerikan futbolu, artık Commanders) ve Cleveland Indians (beyzbol, artık Guardians) takımlarının isimleri değiştirildi. Tabii bireysel silahlanma ve lise katliamları cenneti ABD’de Washington Bullets’ın (basketbol) Wizards olması çok daha önceydi. Gönül ister ki Türkiye’de de böyle bir tartışma olsun. Ama tabii sert gerçeklik; yeni zaman isimlendirmeleri daha da dehşetengiz şekilde 15 Temmuz sonrası şehadetleri kutsanan şehitlerden ibaret hale geldi. Burada bu parantezi kapayalım.
OTSA ödüllerinden isimlerin kaldırılmaları da bu sürecin izdüşümüdür. Barkan ve hele Köprülü Türk-Osmanlı tarihçiliğinin kurucu babaları olmalarının yanı sıra zaten kaçınılmaz olarak elbette kendi dönemlerinin ideolojik eğilimlerini yansıtmaktadırlar. Özellikle Ömer Lütfi Barkan 1930’larda oldukça totaliter denecek bir Osmanlı-Türk devlet kutsamasını metinlerinden belli etmektedir. II. DS sonrası Türkiye’nin demokrasiye geçişi ve “Hür Dünya”ya dahil olmasıyla o da fikren dönüşmüş gözükmektedir. Herkes az ya da çok kendi zamanının çocuğudur. Fuat Köprülü ise gerçek anlamıyla Türkiye tarihçiliğinin kurucusu denmeyi hakedecek çok üretken ve öncü bir akademisyendir. Türk Tarih Tezi’ne de mesafe alıp karşı duranlardandır ki bu tutumu daha dünkü çocuk Afet İnan tarafından Türk Tarih Kongresi tebliğinde aşağılanmasını getirdi. Köprülü dönemin nadir yağcılık için şarlatanlığına prim vermeyecek kadar tarihçilik itibarını korumaya çalışanlarındandır. Ancak yine değeri adım atmasını bilerek kendini sessiz sakin makbul kılarak meclise milletvekili olarak girmeyi başaracak kadar da fırsatçıdır. 1945’te Demokrat Parti’nin dört kurucusundan biri (Ve Dışişleri Bakanı) olacaktır. Köprülü’nün akademik üretkenliğini özetlemeye burada kalkmak bile abestir. Çok yoğun ve sistematik asistan emeğini sömürmesi ve kendine mal etmesi tabii bugün akademisyenler için örnek alınacak model midir, tersi midir tartışılır.
OTSA kararı öncelikle Türkiye gündeminden çok ABD gündemine dairdir. Zaten aktif üyelerinin önemlice bir kısmı Amerikalıdır ya da Türkiye kökenli ya da değil, Amerika’daki üniversitelerdeki öğretim üyeleridir. Buna karşın daha çok Türkiyeli kökenliler rahatsızlıklarını belirttiler. Halide Edip öncü feminist kişiliğinin ötesinde Türkiye’de 1915’in konuşulamadığı bir ortamda Ermeni çocukların konduğu yetimhanedeki failliğinden iptal edildi. Gerçekten de böyle bir ilintiyi ima eden bir ödülü pekala çok kişi benimsemek istemeyecektir. Barkan ve Köprülü’nün isimlerinin ise (Sydney N. Fisher ile beraber) bu sürece meseleyi ödüllerin isimsizleştirilmesine çekilmesi için eklendiğini öğreniyoruz. Ancak yine de bu isimlerin bugünün liberal demokrat ilerici konsensüsüne uzak değerlerinden ve bugün bambaşka bir düşünsel evrene ait olmalarından iptallenmeleri de destek almıştır. Halide Edip Adıvar’ın ikonik tarihsel kişiliğinin ötesinde Barkan ve Köprülü üretkenlikleri, çalışkanlıkları ve yetiştirdikleri öğrencilerle Türkiye tarihçiliğinde iki görkemli isimdir. Bu isimlerin bir furyayla bir kenara itilmesi birçoklarında en hafif ifadeyle burukluk bıraktı. Zira Osmanlı tarihçiliğinin dünyasına giren biri Barkan’a referans vermeden kolay kolay eser üretemeyeceği gibi onun velutluğuna da hayranlık duymadan edemez.
Bu gündem haliyle entelektüel çevreleri de ortadan kesen iptalcilik tartışmasına uzanmaktadır. Kendi adıma, sübjektif ve duygusal görüşlerim olarak, her ne kadar bir tarihçinin inceleme nesnesine mesafeliliği, ruhsuz (dispassionate) bakışı şaşmaz bir akademik ilke olsa da tarihçilik ister istemez tecessüs, tutku işidir. Dolayısıyla herkesin isminin bir sayı/kod olduğu bir distopik evren gibi bu derece bir isimsizleştirme önceliği biraz yadırgatıcı gelmektedir. Elbette her tarihçi tüm anmaların, kök uydurma çabalarının, çizilen şecerelerin, sembolizmlerin kurgu olduğunu ve duygusal ihtiyaçlara karşılık geldiğini bilir. Zaten adeta posası çıkartılmış milliyetçilik eleştirileri bunu fazlasıyla gözümüze soktu; Türkiye anaakımında hiçbir karşılığı görünmese de. Ancak öte yandan bu tutum biraz da tarihçiliğin ve akademisyenliğin çağımızda adanmış tutkulardan arınmış halde sterilize edilmiş, tutkusuzlaşmış, köksüzleşmiş halini anımsatır. Köksüz, geçmişsiz, geleneksiz akademik dünya pekala akademisyenliği teknikerliğe dönüştürerek, muhtaç olunan fonlar doğrultusunda istenen çıktıların sağladığı ve kariyer gereği olarak moda konuların çalışıldığı bir ortama hapseder. Barkan gibi ömrünü tozlu raflarda çalışarak, hayatını ıvır zıvırların peşinde öğrenme, kavrama heyecanıyla tüketmiş biri elbette ilhamdır. Yani öncesinde çok da üzerinde durulduğu için değil; ta ki bu tür simgelerin toptan geçersiz ilan edilmesi, iptallenmesi dile getirildiğinde ansızın bir refleks olarak.
Çağımız genel olarak sembollerle çok yüklüdür. Bu bakımlardan motivasyonu anlamakla beraber kendi adıma Türkiye tarihçiliğinin üzerinden yükseldiği birikimle, geçmişle, köklerle bu derece ilintisizlenme (disassociation) ve kayıtsızlık bende bir eksiklik duygusu uyandırmaktadır. Gerçek ihtiyaçlardan ve siyasi ilericilik mücadelesinden çok bunun şekilciliğe indirgendiği zamanın moda rüzgarlarına bir takım hasletleri feda etme kolaycılığı gibi görünmektedir. Tarihçiler biraz da köklere duygusal bağlılık hissederler. Romantik bir tutku, amaçsız ve saplantılı bir bilme ve üretme heyecanı tarihçiliğin heveslilerini büyüleyen bir tarafıdır. Bu sebeple duygusuzlaşmış şekilde bugünün yargı kürsüsünden geçmişe sadece terminoloji boca edilmiş şekilde kalıplar üzerinden bakılması, karşımızda kanlı, canlı insanlar olduğunun ihmal edilmesinin de bir tarafı gibi gelmektedir bana bu kadar ruhsuzlaşmış politik doğruculuk. Mikrotarih, gündelik hayatın tarihi, duygular tarihi derken bir taraftan katı bir perde çekilmektedir tarihçiliğin geçmişiyle. Benim kelimelere dökmeyi başarabildiğim kadarıyla öznel kanaatlerim bu şekildedir. Muhtemelen başkalarının da hissiyatları benzeştiği için bir duygusal yoğunluk yaşandı. Yoksa yukarıda denildiği gibi kimsenin de aslında çok umurunda değilken bu konu özeli.
Bunun ötesinde bu süreç çağımızda Türkiye’de birbirlerine değmez ikiliğin daha da koptuğunu ortaya koydu. Bir taraftan ilericilik dar akademik ve entelektüel çevrelerde normlaşırken toplumun anakımının hamasi dünyasıyla iletişim imkanı hepten daraldı. Söz konusu kararla tutarlılık içinde kampüslerde sınırlı kalmamak adına ülkedeki tüm Atatürk heykellerinin ve isimlerinin kaldırılmasını da konuşmamız gerekir. Halide Edip’in failliği iptalini gerektiriyorsa zaten aynı tutarlılık kriteriyle ülkede ismi değişmedik caddenin pek kalmaması gerekir. Dar ve güvenli alanların ötesinde aynı kriterleri de konuşmamız gerekir. Elbette akademik düzeydeki kampüs-içi hassasiyet ve önceliklerin, siyasetin güç dengeleriyle belirlenen kamusal alanın standartlarının farklı olması normaldir. Üstelik kültürel sol Türkiye’de çoklarınca marjinal hatta sapkın muamele görmekte ya da gördürülmektedir. Ancak bunlar iki farklı hakimiyetin söz konusu olduğu birbirlerine değmez evren algısını da normalleştirmemeli.
Bu tartışmalarının bir faydası olacaksa 2000’lerin sonu ve 2010’ların başında siyasi ihtiyaçların da sayesinde konuşulması ve tabu olmaktan çıkmasını izlediğimiz ancak AK Parti’nin otoriter-devletçiliğe abanmasıyla, akademik dünya bir konsensüs olarak tam aksi yöne gitmişken, tekrar taş keserek kamusal alanda tabulaşan 1915’in doğası tartışmasını bir nebze tetiklemesi ve ülkedeki isimlendirme kültünün dehşetine dair bir farkındalığın olmasıdır. Zira tüm bu sürecin başı da sonu da Ermeni soykırımı meselesidir. Öyle ki bu günaha bir tarafından fail ortak olanın iptallenmesi kaçınılmazdır. Ülkede bu mevzu hedef gösterilmeden konuşulamazken, isimlendirme konusunda da uçmadan en azından Halaskargazi Caddesi’nin Hrant Dink Caddesi olmasını istemek çok zor olmasa gerek? Olmadı hemen yukarısında Ergenekon Caddesi var. Talat Paşa İlkokulu yönünde.
Fotoğraf: Giammarco