[voiserPlayer]
Merkez politika ülkemizde oldukça yanlış anlaşılmaktadır. Birçoğu, merkezde siyaset yapmayı omurgasızlıkla itham etmekte ve dönemin koşullarına göre şekil alabilen, ilkesiz, tutarsız insanlarla özdeşleştirmektedir. Bu anlayış, merkez politikanın idare-i maslahatçılık özelliğini de ima eder. Merkez aslında normatif bir gündeme sahip olmamakla, mevcudu korumakla ve bir karakter sergilememekle eleştirilir. Dolayısıyla, mevcut sorunlar, merkez siyasetin yüzeysel ve pragmatik tedbirleri ile çözülemez. Daha esaslı öneriler ortaya çıkmalı, sorun kökünden çözülmelidir. Böylece tarih kısır bir döngünün içinden çıkabilir ve bir amaca doğru yol alabilir. Bu amacın ne olduğunu ise merkez politikanın dışında konumlanan politik gruplar kendi idealleri çerçevesinde çizecektir. Bunu yapabileceklerini düşünürler çünkü mevcut durumun imkanlarını yeniden yorumlamak iddiasındadırlar. Onlar, merkez siyasetin tanımladığı sınırlar içinde kalmanın bir yorum sorunu olduğunu, dolayısıyla bu sınırlamaların bir gerçeklikten çok onu kabul edenlerin kişisel tercihleri ve karakter uzantıları olduğunu düşünürler. Öyle bir gelecek tasavvuru önerirler ki, gerçekleştiği anın koşulları yeni bir paradigmayı, yeni sınırları, yani yeni bir merkezi oluşturur. Böylece, günümüzün idealistleri ileride idare-i maslahatçılara dönüşecekleri bir gelecek projesinin içine girerler. Ancak bu projenin mevcut merkez politikadan farkı bir omurga üzerinde yükselmesidir. Diğer bir ifadeyle, merkez ve çeperindeki ideolojiler arasında bir gerilim yerini muzaffer bir “ahlaki olan” ile kafası ezilmiş bir “gayri ahlaki olan” arasındaki galibi çoktan belli olan asimetrik savaşa bırakacaktır.
Merkez siyasete ile özdeşleştirilen bu özellikler aslında onun ne olduğundan çok ne olmasının arzu edildiği ile ilgilidir. Yani merkez siyaset dışarıya böyle yansıyabilir ama böyle değildir. Zira, merkez siyaseti sadece omurgasız ve dönek insanların karakterinden neşet eden bir eğilim olarak yorumlamak onun temsil ettiği siyasi değerleri ve ihtiyaçları görmezden gelmek olur. Bunun için, önce merkez siyasetin değerlerini kısaca ele alacağız, ardından Türkiye’deki gelişimine değineceğiz. Bunun ardından merkez siyasetin Türkiye’de bir iktidar değişimini sağlama potansiyeli üzerinde duracağız.
“Merkez”in İlkeleri
Merkez, siyasal açıdan yeni bir olgu değil. Devlet öncesi topluluklarda bile bir merkezin olduğu kanaatindeyim. Üstelik merkez olma olgusunun sadece güç ile alakalı olmadığını, mutlaka birtakım değerlere dayanmak zorunda olduğunu söyleyeceğim. Bunu söylerken Gauchet’nin devlet öncesi toplumlar hakkında yaptığı tahlile yaslanıyorum. Ona göre, ilkel kabileler siyasetten muaf değildi ve kabile üyeleri arasında güç ilişkileri hiyerarşik bir yapının oluşmasını kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyordu. Mamafih, bir hiyerarşinin oluşması düzenin ortaya çıkması için yeterli olmadı. Yani, kabilenin cesur ve diğerlerini sindirebilecek kadar güçlü üyesi bu hiyerarşinin tepesindeydi ancak bu durum tahmin edilemez bir otoritenin doğuşuna işaret ediyordu. Gauchet’ye göre, ilahi bir otoritenin ve kabilenin her üyesini bağlayacak kutsal değerlerin icadı, bu tahmin edilemezliğin verdiği rahatsızlığın sonucuydu. En güçlünün gadrinden, herkes kadar onu da sınırlandıracak bir mekanizma bularak kurtulmak istediler. Böylece iktidarın meşruluğu sadece güç ile özdeşleştirilmekten çıktı. Muktedire belirli değerlerle uyum sağlama ve onların vesayetini kabul etme zorunluluğu getirildi. Bu aslında siyasetin bir merkez etrafında toplanmasına dair ilk çağrıydı
Bu çağrıyı Gılgamış reddetmişti. Ve tanrılara meydan okumayı göze almıştı. Onu durdurmak için gönderilen kudretli Enkidu ile kurduğu dostluk aslında beyhude değildi. İkisinin de meşruluğu güç üzerinden tanımlaması ve değerlerin bekçisi olan ilahi otoriteye birlikte kafa tutmaları onları birbirine bağlıyordu muhtemelen. Ancak güç ve güç ilişkileri istikrarı sağlayamadı. Gılgamış ölümsüzlük ile tanışamadı. Gücün değerler ile ittifak etme ya da bir değere yaslanma mecburiyeti devam etti. Bunu reddetmek destansı bir kahramanlık olarak değerlendirildi çünkü içinde kahramanlıktan türeyen ilgi çekici bir aşırılık barındırıyordu. Oidipus’un babasını öldürdükten sonra artık iflah olmaması, önce krallığına vebanın dadanması ve ardından kör bir dilenciye dönüşmesi, Boğaç Han’ın ise iktidarını ancak kendisini vuran babasını ölümden kurtararak ve onunla barışarak kazanması benzer imalar içerir. Gücün bazı değerlerle, ki bu değerler aslında pratik bir ihtiyaçtan türemiştir, buluşması ve merkezin kurulması iktiza eder. Merkez, aşırılıktan hoşlanmaz, uzlaşma talep eder.
Bu muhafazakâr bir tutum gibi gözükebilir ancak muhafazakarlık ile aynı şey değildir. Yani talep edilen, belirli bir ilkeler setine koşulsuz uyum değil bir ilkenin kendisine, içeriğinden bağımsız, uyum gösterilmesidir. Dolayısıyla, merkezin üzerinde uzlaşma talep ettiği ilkeler tarih içerisinde değişse de güce yönelik uzlaşma talebi değişmez. Bu durum, merkezin ilkelerine yönelik eleştirileri de tahrik eder. Merkezin ilkelerine yönelik itirazlar merkezi en az kendileri kadar radikal, kendilerini de en az merkez kadar makul görür. Onlara göre, kendi ilkeleri ile uyumlu bir iktidar arzu etmek ve yeni bir merkez kurmak mümkündür. Alternatif ilke önerileri, özellikle Avrupa’da ulus devletin yükselişiyle birlikte artmıştır. Zira, devletlerin esbab-ı mucibesi vatandaşlar ile yaptığı bir sözleşme olarak düşünülmektedir artık. Yani, devletin varoluş amacı bu sözleşmenin şartlarını yerine getirmektir. Dolayısıyla, vatandaşlara karşı sorumlu ancak onlardan da sorumluluk talep eden bir devlet tipi ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda vatandaşlar ile devlet arasındaki etkileşim artmış, vatandaşlar daha çok maruz kaldıkları ve daha çok beklenti içinde oldukları devleti kendi arzuları doğrultusunda dönüştürmek istemişlerdir.
Ne var ki, merkez kendisini, alternatif önerileri aşırılık olarak niteleyerek korumaya çalışır. Tarihin akışına hükmetmek isteyen, yani tarihi olağan mecrasından çıkartıp ona yön vermek isteyen akımların bir fantezi olduğunu düşünür. Ve buna dayanan iki strateji geliştirir. Birincisi, alternatif siyasal paradigma önerilerine, yani gücü terbiye edecek farklı ilkeler seti önerilerine kendisini kapatır. Fantezinin karşısına gerçekçilik koyulur. Bu gerçekçilik kaotik bir uluslararası ortamda var olma savaşı, yani ulusal güvenlik ihtiyacı gerekçe gösterilerek meşrulaştırılır. Var olma ihtiyacı içeride düzeni ve mevcut kaynakların olabildiğince etkin kullanılmasını gerektirir. Kanun ve düzenlemeler bu amaca hizmet etmesi için yapılır. Devletin dış politika davranışı içeride kurulacak bir düzeni hem etkiler hem de ondan etkilenir. Dolayısıyla alternatif öneriler, en kutsal ve en gerçekçi amaç olan, kaotik bir dünyada güven içinde var olma ihtiyacı ile çelişir, hatta bu amaca yönelik bir tehdit olarak algılanır. Fantezilerin aşırılıklarına tahammül edilemez. Waller Newell’in, tiranları kategorize ettiği son kitabında modernleşmeci ulus devletleri yaratan otokratları açıkça kayırmasının sebebi de bu merkezi kuvvetlendiren tavırlarıdır. Merkezi bu şekilde kuran liderleri, Hegel’in aşırılıkçı hareketleri önleyebilecek kudrete sahip aşkın devlet görüşü ile özdeşleştirir. Otoriter merkezcilik, bir ahlak adına hareket eden, yüce bir insanlık idealine bağlı olduğu için insanı tamamlanmamış bir proje olarak ele alan ve onu dönüştürmek için gerekirse şiddeti mazur gören aşırılıkçı alternatiflerin karşısında bir duvar gibi dikilmiştir. Bu noktada şunu belirtmekte de fayda var; merkezi, paranoya üzerine iktidar kuran diktatörlerden ayıran şey tek bir kişinin veya ailenin keyfi idaresi yerine inşa ettiği bürokratik kurumlardır. İlaveten, iktidarın şahsi menfaatleri yerine ulusun kolektif iyiliğini kollaması beklenir. Dolayısıyla, otoriter merkez kişiselleşmemiş bir otoriteyi esas alır ve yasa hakimiyetine dayanmak zorundadır.
Burada merkez ile radikaller arasında su yüzüne çıkan gerilim kavramsal bir karşıtlık ile ifade edilmeye ihtiyaç duyuyor. Devletin kendi başına var olması ve varlığını devam ettirebilmesi onun tarihin tecrübelerine vakıf olmasına, içinde bulunduğu uluslararası sistemin dinamiklerini takip etmesine ve değişen koşullara göre icap eden tepkiyi vermesini gerekli kıldığı için aradığımız kelimelerden birisinin pragmatizm olduğunu düşünüyorum. Buna karşılık, merkezin aşırı olarak nitelendirdiği görüşlerin ise ahlaki bir tutkuyla hareket ettiğini, ideallerinin olduğunu ve inşa edilecek olan geleceğin ancak tarihin akışına yapılacak bir müdahaleyle mümkün olacağını söyleyebiliriz. Böylece pragmatizmin karşısına idealizmi koyabiliriz. Dolayısıyla, eylemlerin üretebileceği sonuçlara odaklanan merkezin karşısına eylemlerin ahlaki bir yargılamasını yapan ve ahlaki prensipleri tavizsiz bir şekilde savunan “aşırılıkçıları” yerleştirebiliriz.
Ne var ki, merkezi oluşturmak için katı bir otoriterlik kurmak ve toplumdaki bütün alternatif sesleri bastırmak tek seçenek değil. Yirminci yüzyıl, demokratik bir sistemlerin de güçlü bir merkez politika kurabildiğini bize gösterdi. Bireysel özgürlükleri teminat altına alan anayasalar ile parlamenter sistemler ortaya çıktı ve zaman içinde gelişti. Böylece, politika yapım sürecine toplumun farklı kesimleri, sınıfları, çıkar grupları ve kimlik temelli topluluklar ortak olabildiler. Ne var ki, parlamenter demokrasi merkez ile uçlar arasındaki gerilimi yaşamaya çok müsaitti ve bunun keşfedilmesi çok zaman almadı. Milliyetçi, sosyalist, hatta dinci grupların siyasal örgütlenmelere gitmesi ve kısa zaman içerisinde halk desteğini arkalarına almaları kurulan merkezi ciddi bir şekilde tehdit etmeye başladı. Zira, merkezin sunduğu demokratik haklardan faydalanan bu oluşumların amacı merkezin prensiplerini değiştirmekten başka bir şey değildi. Diğer bir ifadeyle, aşırı milliyetçi bir partinin iktidara gelişi diğer politik gruplara yaşam hakkı tanımamak üzerine kurulu bir siyasi programa dayanıyordu. Benzer şekilde, sosyalist bir partinin iktidarı mülkiyet haklarını ilga edebileceği gibi bunu savunan siyasi partileri de “halk düşmanı” oldukları gerekçesiyle siyasi rekabetten çıkartabilirdi. Schmitt’in parlamenter demokrasinin krizi dediği şey bu noktada başlıyordu. Onun eleştirdiği, liberal demokrasinin de aslında kendisini korumak için sosyalizmden farklı davranmayacağı ve sistemin sürekliliğine tehdit arz eden siyasi gruplarla mücadele edeceği, onları şiddet kullanarak sindireceği gerçeğidir. Bu durum ise, liberal demokrasinin bulutların üzerinde konumlanan siyaset üstü niteliğinin sorgulanmasını beraberinde getirir. Çünkü liberal demokrasinin kurduğu sistem de aslında belirli ilkelere dayanır ve bu ilkeler tehdit edildiği anda reaksiyon verir.
Demokrasi üzerine kurulan merkezi bu eleştirilerden kurtaran, bahsi geçen kendini koruma refleksinin gösterilemediği durumların nasıl sonuçlanacağına dair acı tecrübeler oldu. Avrupa’da yükselen faşizm liberal demokratik merkezin yaslandığı vesayet kurumunun ne denli önemli olduğunu gösterdi. Yine, Soğuk Savaş yıllarında Stalinizmin yarattığı ağır insan hakları krizleri ve Sovyetler Birliği’nden kaçan muhalif sosyalistlerinin liberal demokratik merkezlerin var olduğu Avrupa ülkelerinde özgürce yaşamaları aşırılıkların törpülendiği bir merkezin kıymetinin anlaşılmasına yol açtı. En azından Aron bu fikirdeydi. Tarihin kendi içindeki dönüşümünün, liberal, sosyalist veya muhafazakâr olsun bütün ideolojik grupları birbirine yaklaştırdığını ve bir sentez ürettiğini iddia etti. Rasyonel tutumlardan beslenen bu sentez ılımlı bir siyasi yapı oluşturuyor ve bu ılımlılık birçok sol entelektüelin fantezilerinde yer alan ütopyanın muhtemel yıkıcılığından insanları korumayı başarıyordu. Dolayısıyla, merkezi sağlamlaştıran aslında siyasi rekabet içindeki aktörlerin birbirlerine karşı takındıkları tavır olmuştu. Böylece Schmitt’in liberal demokratik ilkeler üzerinden yarattığı korku senaryosu anlamını yitiriyordu.
Burada pragmatizm dışında yeni bir kavrama rastlıyoruz. Siyasal ve toplumsal grupların birbirlerinin haklarını tanıması ve sorunların çözümü için müzakere içinde olması. Diğer bir ifadeyle müzakere etmenin kendisinin müzakere sonunda elde edilecek sonuçtan daha önemli olması ve müzakerenin tarafları dönüştürücü gücü. Böylece müzakere kavramının, ılımlılığı ve aklı selimi temsil etme iddiasında olan merkezin temel kavramlarından birisi olduğunu iddia edebiliriz. Müzakerenin devamı konusunda oluşan uzlaşma, taraflara bir garanti sağlar ve birbirleriyle kurdukları ilişki programlarını tedrici bir şekilde, karşılıklı rızaya dayanarak uygulama imkânı verir. Bu süreç haliyle, belirli ilkeleri tavizsiz bir şekilde savunan radikalizmi oldukça rahatsız eder çünkü müzakere ilkelerin dayatıldığı değil pazarlığa açıldığı bir sürece işaret etmektedir. İdeolojilerin ortodoks temsilcilerinin, merkezde konumlanan yorumlarına gösterdikleri omurgasızlık tepkisinin sebebi budur.
Elimizde merkeze dair iki kavram var. Birisi otoriter bir devletin kaotik bir dünyada var olma savaşının dayattığı pragmatizm, diğeri de farklı çıkar, kimlik ve ideolojik grupların iç politikada ihtiyaç duydukları uyumu gerçekleştirmek için başvurdukları demokratik süreçler, yani müzakere. Birbiriyle buluşması zor gibi gözüken bu kavramların aynı anda görülmesi ise Soğuk Savaş döneminde mümkün olabildi. Zira, çift kutuplu dünya demokratik devletler arasında bir ittifakı kendiliğinden ortaya çıkarttı. Bu devletler ortak güvenlik paktı, refah arttırıcı ticaret anlaşmaları ve benzer demokratik kimlikler sayesinde birbirleriyle kalıcı bir ittifak kurabildiler. Yani uluslararası sistemin tahmin edilemez ve rekabetçi doğası bu devletler arasındaki ilişki söz konusu olunca yerini barış, refah ve güvenliğe bıraktı. İlginç bir şekilde, iç politikadaki demokrasinin dış politikada güvenlik ürettiği bir dönemin kapısı aralandı. Yani pragmatizm otoriterliği değil demokrasiyi, uyumu ve müzakereyi dikte ediyordu artık. Soğuk Savaş bittiğinde ve liberal demokrasilerin zaferi ilan edildiğinde Batı dünyasının ayakta kalan merkezi bu iki sütun üzerinde yükseliyordu: pragmatizm ve müzakere.
Merkezin karakteri üzerine tartışırken, Soğuk Savaş sonrası dünyadaki dönüşümü gözlemleyen Giddens da müzakere ve pragmatizm kavramlarının altını çizmeyi ihmal etmedi. Ona göre, artık insanlar kendi hayatları hakkında daha fazla düşünen varlıklar haline gelmişlerdi. Gelenekleri, yönelimleri, fikirleri sorgulayan ve bunlar üzerine daha yaratıcı düşünceler geliştiren insanlar vardı artık. Bununla birlikte ekolojik sorunlar, yoksulluk, eşitsizlik gibi sorunlar da yükseliyordu. Dolayısıyla, radikalleşmeyen çok az şeyin olduğu bu dünyayı dengede ve güvenli tutabilmek için, tek bir ideolojiyi (veya geleneği) dayatmak yerine insanın mutluluğu amacına hizmet edebilecek politikayı müzakere etmek gerekiyordu. Müzakerenin hayatın her alanına yayılması, ideolojik tutkulardan arınmayı ve geleneklere olan koşulsuz sadakatten kaçınmayı ima ediyordu. Bu argüman, siyasal alana da yansıdı ve Tony Blair’in merkez politikayı açıklayan cümlelerine ilham verdi: “Sağ iktisat politikası yoktur. Sol iktisat politikası da yoktur. Doğru iktisat politikası veya yanlış iktisat politikası vardır.” Bu cümleler müzakere ile pragmatizm arasındaki ilişkiyi teyit eder nitelikteydi.
Türkiye’de Merkezin Yükselişi ve Düşüşü
Cumhuriyet’in kurulmasını yeni bir merkezin kurulma çabası olarak açıklıyorum. Bu merkez, yukarıda bahsedilen otoriter pragmatizmin mükemmel bir örneği olabilir. Büyük bir savaş sonrası kurulan cumhuriyet, ulusal güvenliğin dayattığı akılcılık, esneklik ve pragmatizm içinde davranmak zorundaydı. İç politikadaki rekabeti ortadan kaldırması ve ideolojik eğilimleri aşırılık olarak tanımlanması bu gerekçe ile izah edilebilir. İçeride yapılan reformların, inşa edilen kurumların ve benimsenen kanuni çerçevenin amacı anarşik bir uluslararası sistem içerisinde var olma iradesi gösterebilen bir devlet kurmaktı. Kurucu kadronun, alternatif önerilere alan bırakmamasının sebebi, rasyonel ilerleyen politika yapım süreçlerini ideolojik ilkelerin ahlaki obsesyonlarına kurban etmek istememeleriydi. Dolayısıyla, İslamcılık, Türkçülük, Liberalizm ve Komünizm gibi ideolojilerin bastırılması ve ideolojiden arınmış bir merkezin kurulması bir ulusal güvenlik stratejisi olarak kabul ediliyordu.
İlerleyen yıllarda, merkezi koruma ve tanımlama görevini Milli Güvenlik Kurulu, yani askerlerin yürüttüğünü söylemek yanlış olmaz. Zira, ulusal güvenliğin çerçevesini çizen, neyin tehdit olduğuna karar veren ve tehdit ile mücadele yöntemlerini belirleyen MGK oldu. Bu durum, askerlerin iç politika ile ziyadesiyle ilgili olmasını ve ideolojik grupları, hatta zaman zaman sivil siyasetin bizzat kendisini, bir aşırılık olarak betimlemesini de beraberinde getirdi. 12 Mart muhtırasından sonra Başbakan olan Nihat Erim, Middle East Journal’a 1972 yılında yazdığı makalede, ordunun siyasete sol ve sağ radikalizmi üniversitelerden temizlemek için müdahale ettiğini ve ülkeyi NATO ekseninde, NATO değerlerine bağlı tutmak için bunu gerekli gördüğünü yazıyordu. Daha sonraki dönemde, ordunun siyasete müdahalesinin ve siyaset üzerindeki gölgesinin gerekçesi devletin var olma zorunluluğu oldu. Bu görevi ifa edebilmek için MGK, iç güvenliği tehdit eden aktörleri ve onların siyasi uzantılarını da siyasi sistemin dışına itmekten kaçınmadı. Mesele 1990lı yıllarda Kürt partileri ve İslamcı partiler radikal fikirlere sahip, merkeze taarruz eden akımlar olarak görüldü ve bu partiler birçok kez kapatıldı.
Ümit Cizre, merkezin ordu tarafından korunmasının aslında merkez partileri zayıflattığını haklı bir şekilde fark etti. Ordunun siyasete müdahalesi, marjinal partileri değil tam aksine merkezde konumlanan partileri zayıflatıyordu. Zira, siyasal sistemin devam etmesi, ancak bunun ancak MGK’nın izin verdiği kadar siyasi yaratıcılık barındırması, merkezin sağında ve solunda yer alan partilerin hem politika yapım alanını kısıtlıyordu hem de MGK’dan duyulan memnuniyetsizliğin faturası halk tarafından bu partilere kesiliyordu. Üstelik Ergun Özbudun’un da belirttiği gibi ordunun varlığı siyasi partilerin birbirleri ile diyalog kurmaktansa ordu ile uzlaşma yollarını arayarak iktidara gelmelerini teşvik ediyordu.
Bu okuma, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 senesinde başlayan iktidarını kavramsallaştırmak için bize yardımcı olacaktır. Keza, AKP’nin sadece otoriterliğe değil aynı zamanda merkez siyaset kavramına da meydan okuduğunu iddia etmeyi gerektirir. Zaten, siyasetin merkezini belirleyen MGK’nın etkisinin, Avrupa Birliği reform paketleriyle ve hükümetin sivilleşme siyaseti sonucu azalması siyasal merkezin de yıkılmasını beraberinde getirdi. Umulan, otoriter merkezciliğin, müzakereci ve pragmatik bir merkezcilik anlayışıyla ikame edilmesiydi. Yani siyasetin merkezinin, bütün grupların katılımını güvence altına alması, ilkelerin ve programların müzakereye açılması ve bunun hem iç hem de dış politikadaki faydayı maksimize etmesi bekleniyordu. Mamafih bunun yerine, AKP müzakere platformlarını ortadan kaldırdı, katılımcıların güvenliğini ihlal etti ve kendi ilkelerini tavizsiz bir şekilde savunarak, bir pazarlık sürecine girmeyi reddetti. Üstelik bunu yaparken, Milli Güvenlik Kurulu’nun uzun yıllar boyunca oynadığı rolü hızla benimsedi ve merkezin çerçevesini çizen ilkeleri belirleme hakkını kendi üzerine aldı.
Buradaki fark, MGK’nın siyasi yarışmacılardan biri olmaması ve kendisini siyaset üstü konumlandırmasıyken AKP’nin bizzat siyasi rekabetin bir parçası olmasıydı. Dolayısıyla, siyasetin merkezini belirleyen ilkeler AKP’nin dönemsel siyasi ihtiyaçlarına ve rakiplerinin siyasi söylem ve pozisyonlarına savruldukça savruldu. Siyasi merkez, AKP’nin durduğu yer neresi ise orada konumlandı. Diğer bir ifadeyle, bir dönem otoriter bir merkeze karşı çıkan AKP, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra bir merkez adına otoriterlik kurmaya yeltendi. Ancak bu merkezi meşrulaştıran şey, halkın çoğunluğu olduğu için merkezin çadırı halkın durduğu yerde kuruldu.
Meşruluğu halk oyunda arama ve otoriterliği bu şekilde meşrulaştırma eğilimi ise müzakere kavramı ile garip bir ilişki geliştirdi. MGK döneminden farklı olarak müzakere platformları ortadan kaldırılmadı ancak gözden düşürüldü. İlkeleri bir tarafa bırakarak fayda adına müzakere etmek aşağılanan bir kavram haline geldi. Bu ise Erdoğan’ın karizmatik liderliğinin yaratmayı başardığı kutuplaştırma sayesinde oldu. Erdoğan sadece kendi seçmenini değil, ülkedeki bütün seçmenleri taviz vermeye ve müzakere etmeye yanaşmayan idealist ve ahlakçı bir tutuma itmeyi seçti. Böylece toplumsal kutuplaşma ve siyasi gruplar arasındaki kopukluk zirveye ulaştı. Cas Mudde popülistlerin aslında gözü kara ahlakçılar olduğunu söylerken haklıydı. Erdoğan’ın popülizmi ülkedeki herkesi ahlaki bir pozisyon almaya zorladı. Kendi seçmenlerinin, diğer bütün gruplardan daha kalabalık olması kaydıyla bundan hiç rahatsız olmadı.
Günün sonunda, Türkiye’de merkez kayboldu. Ne otoriter ne de müzakereci bir merkez var artık. Bunun ulusun faydası hilafına doğurduğu sonuçlar ise dış politikadan ekonomiye, akademiden spora, bürokratik kaliteden sanatsal üretime kadar birçok alanda kendini kısa sürede gösterdi. Ulusal faydayı amaçlamadığı için merkezi işaret etmeyen otoriterlik banal ve kendi radikalizmini içinde barındıran, toplumu da radikalleştirmeyi amaçlayan bir rejime dönüştü.
Krizi Merkez ile Aşmak
Bir sağ popülizmin mutlak iktidarının içinde yaşıyoruz. Daha da vahimi, bu sağ popülizm aslında neo-liberal bir iktisadi paradigmanın kendine has motivasyonlarına da pek sahip değil. Yani, bireylerin içindeki potansiyeli ekonomik refaha dönüştürmek gibi bir noktadan hareket etmiyor. Kamu harcamalarını azaltıp, refah devleti uygulamalarına aktarılacak bütçeden kesinti yapmıyor. Bunun yerine hem piyasa ile hem de vatandaşlar ile olabildiğince fazla bağımlılık mekanizması kurmaya çalışıyor. Bu bağımlılık mekanizmasını kendi iktidarını desteklemek için kullanıyor ve bunun için kamu kaynaklarını seferber etmekten geri durmuyor. İktisadi bir popülizmden bahsetmiyorum burada. Hem üst hem de alt sınıfları aynı anda idare etmeyi beceren bir sistem bu. Bahadır Özgür’ün haberine göre, 2001 senesinde 2.1 milyon olan kamu personeli sayısı 2020 senesinde (asker ve istihbarat personeli hariç) 4.6 milyona ulaştı. Sosyal yardım alanların sayısı da AKP döneminde hızla arttı. Erdem Yörük’ün araştırması, Türkiye nüfusunun %34’ü sosyal yardım aldığını ve Gayri Safi Milli Hasıla’nın %12.5’u sosyal yardımlara ayrıldığını söylüyor. Öte yandan, kamu kaynakları sadece dar gelirli kesimlere tahsis edilmiyor. Esra Gürakar’ın titizlikle hazırladığı çalışma, AKP dönemindeki ahbap-çavuş ilişkilerini göz önüne seriyor ve kamu ihalelerinin nasıl parti elitine yakın kişiler tarafından talan edildiğini anlatıyor. Hali hazırdaki büyük kamu ihalelerinin ve hazine garantili projelerin sadece belirli şirketler tarafından kazanıldığı biliniyor. Dünya Bankası raporuna göre, bütün dünyada en fazla kamu ihalesi alan en büyük 10 şirketten 5’i Türk şirketleri. Kısacası, ortada bir piyasa ekonomisinden ziyade kamu kaynaklarının siyasi iktidar tarafından keyfi olarak dağıtıldığı bir sistem görüyoruz. Yani sadece kimlik ve kutuplaşma üzerine inşa edilmiş bir popülizm yok karşımızda. Aynı zamanda kendi politik-ekonomisini kurmuş bir rejimden bahsediyoruz. Üstelik bu müstehcen tablo, hükümetin medya üzerindeki kontrolü sayesinde estetik hale getiriliyor ve kutsal bir davanın, ahlaki bir savaşın arkasına gizleniyor.
Dolayısıyla mevcut yönetime karşı geliştirilecek strateji bu gerçekleri göz önünde bulundurmak zorunda. Sol popülist önerilerin başarılı olacağına yönelik inancımın az olmasının sebebi yukarıda verdiğim rakamlar. Mevcut sistemin asıl kaybedeninin siyasi angajmanı olmayan ve kendi becerileri ile ayakta kalmaya çalışan orta sınıflar olduğunu düşünüyorum. Diğer bir ifadeyle, üretime katılmayan alt gelir gruplarının ve son yıllarda büyük bir zenginleşme yaşayan Anadolu halkının bu tip bir mücadeleye omuz vereceği kanaatinde değilim. Üstelik AKP’nin kaynak aktardığı iş insanları tarafından finansa edilen medyanın, eğitimsiz vatandaşlar üzerindeki manipülatif etkisini de hesaba katmamız gerekiyor. Bununla birlikte, 15 Temmuz sonrası zayıflayan sivil toplum faaliyetlerinin sol hareketleri ziyadesiyle etkilediğini, sendikaların zayıf ve kırılgan yapısını, sol söylemlerin popüler destek sağlamak isterken karşılaştığı muhafazakâr toplum yapısını ve AKP döneminde çok fazla yatırım yapılan güvenlik sektörünün olası sokak hareketlerini bastırabilecek gücünün bulunmasını düşünürsek sol stratejinin gerçekçi olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Bununla birlikte, merkez siyaseti popülizmin karşısında diriltmenin maliyetsiz ve başarı şansı yüksek olduğunu yeniden tartışmamız gerekiyor. Özellikle, yukarıda bahsettiğim, politik ekonomi makinesi son yıllarda yaşanan iktisadi kriz ile sarsılmaya başlamışken. Aslında popülist otoriter rejimlerin eninde sonunda bir iktisadi çöküş ile yüz yüze kalacağını iddia ederek başlayabiliriz. Zira, popülistler kendilerini sınırlandıran bütün kurumların halk düşmanı elitlerin çıkarlarını korumayı amaçladıklarını söyler. Bu kurumların halk desteğiyle işlevsiz kılınması ise devlet kurumsallığını zayıflatır, kişisel ve keyfi yönetimin önünü açar. Böylece, ülkenin öngörülebilirliği hızlı bir şekilde düşer. Popülist liderin kişiliği, siyasi hesapları ve yakın çevresinin kompozisyonu dışında öngörülemez bir hal alır. Kamu kaynakları partizanca dağıtılır ve toplumun tamamını eşit olarak denetleyecek kanuni çerçeveler sürekli olarak anlık halk tepkilerine göre esnetilir veya ihlal edilir. Ekonomik göstergeler bu süreçte bozulur ve partinin popülaritesi azalmaya başlar.
Ne var ki oyların azalması, sistemin otoriter karakterinin artmasını beraberinde getirse de popülist hükümetin meşruluğunu seçim sandığından alma isteğinden bir şey götürmez. Marquez’in belirttiği gibi otoriter sistemler aslında bir kartel ittifakıdır ve birçok güç merkezi iktidarın ortağı konumundadır. Karizmatik lider sayesinde kazanılan seçim ise hem bu sistemi meşrulaştıran bir rol oynar hem de popülist lider ile diğer aktörler arasındaki ilişkinin hiyerarşik bir şekilde ilerlemesini sağlar. Dolayısıyla, meşruluğunu seçimden almayan bir otoriter liderin, ittifakının diğer ortaklarına karşı eli zayıflar. Hatta seçimi kaybetmesi ile benzer sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalır. Bunun içindir ki, popülist liderin amacı hem otoriter bir yönetim sergilemek hem de bunu halk desteği ile yapmaktır. Bu onun için en güvenli yoldur.
Ekonomik kriz ve seçimlerin devam etmesine duyulan ihtiyaç Türkiye’deki muhalif parti ve hareketler için önemli fırsatlar sunmaktadır. Seçmenlerin gittikçe artan memnuniyetsizlikleri, doğru bir siyaset kurgulanarak popülist otoriter idarenin seçimlerde mağlup edilmesine tahvil edilebilir. Diğer bir ifadeyle, iktidar devrinin olabilmesi için sadece hükümete muhalif olmak yeterli değildir. Hatta hatalı bir muhalefet tarzı iktidarın ömrünü uzatmaya hizmet edebilir.
Merkez siyasetin, bu krizi aşmak için ihtiyacımız olan muhalefet tarzını temsil ettiğini iddia ediyorum. Ve merkez siyasetin iki temel sütununu, yani pragmatizm ve müzakereyi, daha somut politik kavramlarla buluşturmak istiyorum. Muhalif parti ve hareketlerin, bu kavramlar üzerinde yapacakları mutabakatın ise, hem büyük bir koalisyon kurmalarına yardım edeceğini hem de bu koalisyonun iktidar değişimini sağlayacak bir etkiye sahip olacağını düşünüyorum.
Öne çıkartmak istediğim ilk prensip “kurumsal devlet”. Bu, Weberyan anlamda modern devlete işaret eder. Devlet, onu yöneten kişilerden bağımsız bir tüzel kişiliktir. Dolayısıyla, devleti yöneten siyasetçi ve bürokratların kişisel eğilimlerinden bağımsız bir şekilde işlemelidir. Devletin işleyiş mekanizmasını kanunlar düzenler. Bu kanunlar istisnasız her vatandaş için geçerlidir. Uygulayanın veya uygulananın kişisel özelliklerine göre değişmez. Dolayısıyla, kurumsal devlet her şeyden önce “kanun devleti” prensibine dayanır. Bu kanunlar karşısında herkes eşit olmalı, cumhuriyet sınırları içerisinde yaşayan hiçbir vatandaş kayırılmamalı veya kanun dışı bir muameleye tabi tutulmamalıdır. Kanunu uygulayan memur ve bürokratlar, ideolojilerine, siyasi eğilimlerine, kişisel tutumlarına, etnik ve mezhepsel aidiyetlerine, cinsel yönelimlerine, hayat görüşlerine göre hareket edemezler. Onların sadakati kanuna ve bağlı bulundukları büroyadır. Yani, devletedir. Diğer bir ifadeyle, devlete sadakat ile devleti yönetenlere sadakat birbirinden farklı kavramlardır. Bunun için merkez siyasetin devlet anlayışı, kişilere, partilere, cemaatlere, cemiyetlere, ideolojilere ve kimliklere bağlılığı reddeder. Gerçekleştirmeyi vaat ettiği kamu yönetimi anlayışı, soyut bir devlete bağlılığı esas alır.
Kurumsal devlet anlayışı, popülizme karşı sanıldığından daha etkili bir kavramdır. Zira, mevcut AKP hükümeti eylemlerini devletin menfaatlerini temsil etme iddiasıyla meşrulaştırmaktadır. Böylece, kendi eylemlerine yönelik her eleştiriyi devletin bekasına yönelik bir tehdit olarak sunabilmektedir. Demokrasi, insan hakları, ifade hürriyet, şeffaflık talebi gibi konularda kendisine yönelen eleştirileri devlet kavramının sağladığı ve bu sebeple birçok vatandaş tarafından sorgulanmayan kalın bir zırhın arkasına saklanarak karşılamaktadır. Mamafih, AKP’nin asıl eleştirilmesi gereken nokta onun aslında bir devlet kurumsallığı içerisinde bulunmaması ve kişiselleşmiş, keyfi yönetim anlayışıdır. Diğer bir ifadeyle, bir iktidarın elinde güç olması onu devlet yapmaz. Onu devlet yapan bu gücü kullanma disiplinidir. Bugün Türkiye’de suçun ve suçlunun tanımı kanuni bir standart çerçevesinde yapılmamaktadır. Siyasi angajmanlar, yani yöneticilerin kişisel yargıları, kanunların yerini almıştır. Kanuna göre suç kabul edilen bir eylemde bulunan iki vatandaşın maruz kalacağı cezai müeyyide onların siyasi tavrına göre değişmektedir. Bunun sebebi, AKP’nin, popülist bir parti olarak, iki farklı millet tanımı yapmasıdır. Birinci millet, AKP iktidarını destekleyen ve bu iktidar tarafından temsil edilen “gerçek millettir”. Bu milletin mensupları, kanuni sınırlamalardan muaf olduğu gibi kamu kaynaklarından da daha fazla istifade etmektedirler. Öte yandan, ikinci millet, AKP’nin kurduğu makbul vatandaş paradigmasının dışında olanlardır ve bunun ölçütü AKP iktidarını tehdit edecek muhalif görüş ve kimliklere sahip olmaktır. İkinci millet, ülkenin kanunları ile sahip oldukları haklardan siyasi iradenin müdahalesiyle mahrum edilmekte, kamu kaynaklarının dışına itilmektedir. Dolayısıyla, muhaliflerin demokrasi talebinden daha önce kurumsal, öngörülebilir ve kendi kanunlarını bütün vatandaşlara eşit olarak uygulayan bir devlet talebinde bulunmaları gerekir.
Hukukun üstünlüğü ve kurumların kanunları baz alarak ilerlemesi gibi ilkeler muhalefetin aktörleri arasında herhangi bir uyuşmazlık yaratmayacak bir talebe dönüşebilir. Muhalefetin aktörleri, öncelikli olarak modern devletin kurulması ve kanunların herkese eşit olarak uygulanması zemininde bir ittifak yaratabilir. Mesela, Kürt sorununa kurumsal devlet perspektifinden yaklaşılması, YSK tarafından seçime girmesi onaylanan adayların kazandıktan sonra belediyelere kayyum atanmasına karşı çıkmayı gerektirir. Zira, bu tip uygulamalar kanunun emrini icra etmekten çok siyasi bir inisiyatifi yansıtır.
Kurumsal devlet sadece muhalifler arasında uyumlu bir zemin yaratmakla kalmaz aynı zamanda devlet kavramını sahiplenen AKP ile MHP koalisyonunun da hem söylem gücünü zayıflatabilir hem de bu partileri marjinalleştirebilir. Merkezin kuvvetlenmesi, AKP ve MHP’nin ellerinde bulundurdukları iktidarın merkezi değerlerden uzaklaşmış olduğunu gösterecektir. Diğer bir ifadeyle, marjinal olanın iktidarını ifşa etmek merkezin kuvvetlenmesi sayesinde mümkündür.
İkinci prensip ise toplumsal medeniyeti merkezine alır ve vatandaşların birbirleri olan ilişkileri ile ilgilenir. Toplumsal ilişkilerin kendi haline bırakıldığı takdirde iş birliği üreteceğini, hoşgörü sayesinde sorunların çözüleceğini ve toplumsal barışın pekişeceğini düşünüyorum. Bu önerme, toplumsal barışa yönelik en büyük tehdidin, siyasetçiler ve onların etrafında kümelenen akademisyen, gazeteci, sivil toplum kuruluşu gibi aktörlerin tahrikleri olduğunu ima eder.
AKP hükümeti, vatandaşların tercihleri ve kimlikleri sonucu ortaya çıkan farklılıkları bir zenginlik olarak değerlendirmek yerine, bu farklılaşmayı bir kültür savaşına dönüştürmeyi, kutuplaşma yaratmayı ve vatandaşları birbirilerine karşı düşmanlaştırmayı bir seçim kazanma ve iktidarı sürdürme stratejisi olarak benimsemiştir. İnsanları, kendilerinden farklı olanın en radikal figürlerini parlatarak korkutmayı ve birbirlerinden tehdit algılar hale getirmeyi bir siyaset biçimi olarak hayatın her alanına sokmuştur. Bu durum, birbiriyle diyalog kuramayan ve diğerlerinin kazancını kendi kaybı olarak algılayan insanların yaşadığı bir toplum üretmiştir. Bu strateji sadece propaganda ve söylem sayesinde olmamış aynı zamanda sadece kendini doğru tarafta konumlandıranların belirli garantilere sahip olduğu bir anlayış tarafından beslenmiştir.
Medeni toplum prensibi vatandaşlara, haklarının, güvenliklerinin ve refahlarının garanti altında olması için siyasi olarak kazanan tarafta yer almalarına gerek kalmadığı bir sistemin sonucunda ortaya çıkabilir. Hiçbir siyasetçi bir hakkın garantisi olmamalıdır. Temsil ettiğini düşündüğü toplum kesimlerini kendi yokluğuyla korkutmamalıdır. Bunun için, temel hak ve özgürlükler konusunda esnetilemeyecek, yoruma kapalı ve hiçbir koşul altında ihlal edilmeyecek anayasal garantiler sağlanmalıdır. Bununla birlikte, kamu kaynaklarının dağılımı, siyasetçilerin ve siyasi partilerin keyfi kararlarına bırakılmamalıdır. Devlet, üzerinden refah üretilecek bir mekanizma olduğu sürece, siyasi kutuplaşma bir ekmek kavgasından başka bir anlama gelmez. Bunun için gerek kamu ihale yasasının gerekse sosyal devlet uygulamalarının şeffaf ve sistematik bir hale getirilmesi gerekmektedir. Kamu kaynaklarının dağıtımı sürecinden siyasi sadakat kavramının oynadığı rol azaldıkça toplumsal gruplar arasındaki gerilim de azalacaktır.
Bu tip yapısal faktörlere değindikten sonra kutuplaştırıcı söylemleri körükleyen propaganda enstrümanlarına odaklanabiliriz. Radikal söylemlerin ana akım televizyon kanallarında kendisine yer bulması ve hâkim paradigmaya dönüşmesinin sebebi, medya kuruluşları ile hükümet arasında kurulan bağımlılık ilişkisidir. Benzer bir ilişki, bu programlarda yer alan akademisyen ve uzmanlar için de doğrudur. Bunun için medya kuruluşlarının finansmanı için kamu kaynaklarının kullanımına son verilmesi gerekir. Bu kuruluşlar, piyasa ekonomisi içerisindeki başarılı faaliyetleri sonucu elde ettikleri reklam gelirleri yerine siyaset kurumunun lütfu sayesinde ayakta kalabilmektedir. Dolayısıyla, hükümetin kurduğu tartışma eksenini yansıtmakla mükelleftirler.
Merkez siyasetin, muhalefetteyken bu yapıları değiştirmesi zordur. Ancak, ortaya konan kutuplaştırıcı söylemi ve bu söylemin temsilini marjinalleştirecek hamleler yapmak için fırsatı vardır. Bu strateji, hükümet tarafından kurgulanan kamusal tartışma eksenini reddetmek üzerine kurulabilir. Zira, hükümetin görmek istediği tartışma ekseni, insanların kimliksel ve ideolojik aidiyetlerine sıkı sıkıya bağlı olmasını bunları tavizsiz bir şekilde savunmasını ve kendisini koruma refleksiyle hareket etmesini istemektedir. Hem kendi destekçilerini hem de muhaliflerini olabildiğince politize etme, bu süreci de olabildiğince duygusal, normatif veya ahlaki zeminde yapmaya çalışmaktadır. Bunun sonucunda, kamu politikaları yorumlanırken toplum hızlı bir şekilde ikiye bölünmekte ve hükümetin politikası eleştiriden muaf kalmaktadır. Büyük yatırım gerektiren ve ulusal gururu okşayan projeler, dış politika hamleleri, ekonomi yönetimi ve iç politikadaki gerilimler teknik ve rasyonel bir tartışmaya konu olmadan hamaset dolu söylemlerle ve koşulsuz fanatiklik talep eden bir tavır ile tartışılmaktadır. Merkez siyaset bu kısır döngüyü kırabilir.
Bu kısır döngünün kırılması için öncelikli şart, hükümetin “gerçek halk” olarak sunduğu ve kendi politikasını olabilecek en partizan şekilde destekleyen azınlığın aslında milletin genelini, hatta AKP-MHP seçmeninin tamamını, temsil etmediği gerçeğini kabul etmekten geçer. Hükümet tarafından yaratılan bu illüzyon, muhalefetteki isimleri “milletle çatışmamak” adına hükümete destek vermeye itmeyi amaçlamaktadır. Bu destek geldikten sonra, uygulanan marjinal politikalar ulusun üzerinde mutabakata vardığı bir paradigmaya dönüşür. Bu tuzağın aşılması için iki strateji gereklidir. Bunlardan birincisi, hükümet tarafından oluşturulan yapay gündemlere karşı kayıtsız kalmak ve kimliksel veya ideolojik karşıtlığı harlayan gündemlere katkıda bulunmamaktır. Bu tip durumlara karşı, ülkenin gerçek ve somut problemleri hatırlatılmalıdır. Popülist otoriter yönetimler sürekli olarak kriz ve başarısızlık üretir. Asıl başarıları bunları gizleme yeteneklerinin yüksek olmasıdır. Oluşturulan kurgusal gündemlerin amacı da budur. Bu yüzden, muhalefet partileri ekonomik problemler ve yönetim sorunlarını gündeme taşımalı, önemsiz gibi gözükse de bu sıkıntılar üzerinde siyaset yapmaktan vazgeçmemelidirler. Ayasofya Müzesi’nin ibadethaneye çevrilmesinin hemen ardından, İstanbul Belediye Reisi Ekrem İmamoğlu’nun hiçbir tepki vermemesi ve ertesi gün İstanbullu çiftçilere ücretsiz tohum dağıtması hükümetin gündem yaratma politikasına nasıl tepki verilmesinin güzel bir örneğidir.
Yapay olmayan durumlara karşı ise, hükümet politikasının teknik analizi yapılmalı ve bu noktadan bir eleştiri geliştirilmelidir. Bu durumlarda, hükümet politikasını desteklemek veya itiraz geliştirmekten imtina etmek mevcut siyasi tabloyu değiştirecek bir hamle değildir. Aksine, hükümet politikasının ulusal politikaya dönüşüne hizmet eder. Teknik tartışma, hükümet tarafından uygulanan politikanın fayda ve maliyet analizine dayanmak zorundadır. Zira, AKP hükümetinin bir politika uygularken kullandığı taktik, politikanın araçlarının maliyetini kamuoyundan gizleyerek sadece amacını öne çıkartmak ve uygulanan politikanın neticesinde ortaya çıkması muhtemel olumsuz sonuçları es geçerek, kesinlikle olumlu sonuçlar üreteceğini iddia etmektir. Mesela, Suriye politikası savunulurken, bu politika uygulanırken ülkenin ödeyeceği maliyetler gündeme gelmemiş, Esad hükümetinin devrileceği ve bölgenin Türkiye’nin kontrolüne gireceğinden başka hiçbir senaryonun tartışılmasına müsaade edilmemiştir. Benzer şekilde, Doğu Akdeniz ve Libya politikasının hangi enstrümanlarla ve hangi maliyetlere katlanılarak sürdürüleceği konusuna değinilmemiş, Trablus hükümetinin Bingazi meclisine karşı mutlak galibiyete ulaşacağı varsayımıyla hareket edilmiştir. Yerli ve Milli Otomobil, Üçüncü Köprü ve Yeni Havalimanı gibi projelerin de teknik bir tartışması yapılmamış, bu projelerin maliyeti ve üretebileceği olumsuz sonuçlar üzerine kamusal bir tartılma başlamamıştır. AKP’nin arzusu, politikasına muhalefet edenleri askeri zafer, milli menfaat veya ekonomik gelişme karşıtı olarak göstermektir. Bunun üstesinden gelmenin yolu, atılacak adımların askeri başarısızlık getirebileceği, milli menfaatlerin hilafına sonuçlar üreteceği ve iktisadi olarak altından kalkılamayacak maliyetler getireceğini söylemektir.
Kamusal tartışmayı teknik boyutta ele almak, hükümetin uyguladığı politikayı ahlaki bir eksenden daha faydacı bir eksene indirecektir. Dolayısıyla, kategorik bir karşıtlıktan ziyade rasyonel bir eleştiri düzeyinde olacak, AKP seçmenine ulaşması daha kolay söylemler üretebilecektir. Bununla birlikte, teknik itirazlar, muhalefet cephesinde oluşabilecek çatlakları da önleyebilecektir çünkü teknik tartışma akıl ve veriye dayanır. Bunu reddetmek kolay değildir. Tartışmayı bu şekilde yürütmek muhalefet aktörleri arasında bir ayrışma yaratmaz, aksine onları birbirine yakın noktalara çeker. Son olarak, teknik tartışma yeni bir dilin ortaya çıkmasını ve aklı selimin hamasete üstün gelmesini sağlayacaktır. Merkez siyasetin bu dili kullanması, hükümeti ve onun destekçilerini hızlı bir şekilde marjinalleştirecektir.
Son prensip olarak bireyselleşmeden de bahsetmek istiyorum. Bireysel hürriyetlerin tehdit altında olduğu illiberal bir yönetim anlayışı içinde yaşıyoruz. Ancak bireyselleşmeye yönelik tek tehdit insanların ifade veya tercih hürriyetini keyfi olarak ihlal etmek değildir. AKP’nin siyasi zihin haritası, vatandaşları belirli bir kimlik veya ideoloji içerisinde tanımlamak ve onları cemaatlere hapsetmek üzerinde kurulu. Bunun için cemaat liderleri ile AKP arasındaki pazarlıkların vatandaşların oy verme davranışı üzerinde de etkili olacağı düşünülüyor. Bu durum, 18 yıllık iktidarı süresince AKP’nin birçok ittifaka hiçbir beis görmeden son derece pragmatik saiklerle girip çıkmasına sebep oldu. Ne var ki, bu süre içinde, vatandaşlar ile kendilerini temsil etmelerini umdukları elitler arasında önemli bir güven krizi doğdu. Günün sonunda, hükümet politikalarından memnun olmayan ancak siyaseten temsil edilemeyen büyük bir kitle oluştu. Bu insanlar, artık kendi cemaatlerinin kanaat önderlerinin kararlarını eksiksiz olarak tatbik etmek istemiyorlar. Hatta bunun aksine siyasi davranışlar sergiliyorlar. Kuşkusuz bu durum, bireyselleşmenin artması ve kimliklerin, ideolojilerin insanların gündelik sıkıntıları ile kıyaslandığında daha önemsiz hale gelmesinden kaynaklanıyor.
Dolayısıyla merkez siyasetin konuşacağı hedef kitle, kimliksel veya ideolojik cemaatler yerine kendi mütevazi faydasını düşünen, iktidara eklemlenecek bir kanal bulamamış ve kendi becerisi ve emeği sayesinde hayatta kalmayı başaran soyut insanlar topluluğu olmalıdır. Bu insanların politik bilinçlerinin ve kimliksel aidiyetlerinin yüksek olmadığı hesaba katılmalı, toplumun aslında büyük kısmının bu insanlardan oluştuğu düşünülmelidir. Cemaat liderleri ile yapılan pazarlıklar, vatandaşların oy verme davranışına yansımadığı gibi muhalefet aktörlerinin arasındaki çatlakları da derinleştirecektir. Vatandaşları komut ile hareket eden robotlar olarak algılamak AKP ve MHP’nin siyaset tarzıdır. Bu tarz onları, 23 Haziran 2019 İstanbul seçimi öncesi Abdullah Öcalan’dan medet ummaya kadar götürmüştür. Merkez siyaset bu tip hatalara düşmemeli, vatandaşların bireysel sorunların iyi yönetimin, sağlıklı işleyen kurumların, günlük hayat şiddetini önleyecek politikaların merhem olacağını söylemelidir. Bu yüzden, memnuniyetsiz vatandaşları yoğun bir politikleşmeye ve mensubu bulunduğu cemaate sıkı sıkıya bağlanmaya teşvik etmek yerine onları bireyselleşmeye çağırmalıdır. Bireyselleşme, insanın cemaat üzerinden kamu kaynaklarına erişmeye değil vatandaşlık üzerinden iyi işleyen bir sistem sayesinde kazanmaya çağırmakla mümkün olur.
Merkez siyasetin kurulacağı üç sütun kısaca bu şekildedir. Kurumsal bir devletin, medeni bir toplumun ve bireyselleşmiş vatandaşların dilinden konuşmak merkezi yeniden kuracak ve iktidarda olan partileri, onların politika ve söylemlerini hızla marjinalleştirecektir. En başta bahsettiğimiz Gılgamış örneğine dönersek güç sahibi olmak ile merkezde olmak farklı şeylerdir. Marjinal olan ne denli güçlü olursa olsun bir merkeze yaslanmıyorsa, kaybetmeye mahkumdur.
Geçişin Aşamaları
Merkez siyaset ilkeleri muhalefetin iki ana aktörü CHP ve İYİ Parti tarafından oldukça iyi anlaşılmıştır. Bunu bir fırsat olarak görüyorum. AKP’den kopan isimler tarafından kurulan DEVA ve Gelecek Partileri de merkez siyasetin ilkelerine uygun davranmaktadır. HDP cephesinden ise, partinin tutuklu genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın son dönemde yazdıkları, merkez siyaset ilkelerinin Kürtleri de kapsayacak şekilde genişlemesine imkân sunmaktadır. Bunların yanı sıra, bir dönem AKP’ye oy vermiş seçmenlerin bir kısmının kötü yönetim ve ekonomik sıkıntılardan ötürü kararsız seçmen statüsüne döndükleri gözlemlenmektedir. Bu kararsız seçmenin de merkez siyasetin kurulması ile birlikte bu alana ilgi göstermesi kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu durum, bir geçiş süreci için merkez siyasetin kurulması ve kurumsallaşması ihtiyacının olmadığını göstermez.
Bu sürecin ilk aşaması kuşkusuz, merkez siyaset vizyonunun kamuoyu ile paylaşılması ile başlayacaktır. Bu süreç sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, gazeteciler ve kanaat önderlerinin katılımıyla düzenlenecek toplantılar üzerinden ilerlemeli ve siyasetin merkezi güçlendirerek yapılması gerektiğini düşünen aktörler aynı masa etrafında toplanmalıdır. Merkez siyaset fikri, bu vesileyle, birçok kanal vasıtasıyla, bir çözüm önerisi olarak, topluma sunulabilir.
Merkez siyasetin temel sütunlarından bahsetmiştik. Her sütunun gerektirdiği yasal ve kurumsal düzenlemeler tartışılmalı ve somut önerilere dönüşmelidir. Diğer bir ifadeyle, merkez üzerinden inşa edilen muhalefet eğer hükümeti mağlup edebilirse yapılacak kurumsal düzenlemelerin netleştirilmesi gerekir. Mesela, güçlendirilmiş parlamenter sistem, seçilmiş siyasetçilerin yargı kararı olmaksızın görevlerine son verilmemesi, kamu ihale yasası, devlet memurluğuna giriş kriterleri, medyanın finansmanı gibi konular ivedilikle ele alınmalıdır. Bunlar kurumsal devletin ve medeni toplumun oluşmasının önündeki engellerdir. Hem bir muhalif söylem hem de vaat edilen proje niteliği taşımaktadır. Aynı masa etrafında toplanan sivil toplum kuruluşlar, akademisyenler, gazeteciler ve kanaat önderleri bu konuda olabildiğince somut projeler üretmelidirler.
Bir sonraki aşama, oluşturulan metinlerin ve çözüm önerilerinin, siyasi partiler ile paylaşılması ile ilgilidir. Bu aşamada, siyasi parti temsilcilerinin de müzakereye davet edilmesi ve sürece ortak olmaları beklenmelidir. Bu sayede merkez siyaset vizyonu muhalif aktörlerin buluşacakları ortak zemin halini alacaktır. Seçimlerden önce, parti elitleri arasında kapalı kapılar ardında yürütülecek müzakereden daha etkili bir yoldur bu. Partilere, üzerinde müzakere edebilip uzlaşabilecekleri bazı ilkeler sunulursa, oluşacak ittifak kırılgan ve geçici bir siyasi ittifaktan ziyade uzun vadeli ve her aktörü bağlayan bir prensipler seti halini alır. Böylece, isimlerden ziyade projelerin ve ilkelerin daha çok gündemde olduğu, dolayısıyla ittifakı güçlendirecek bir ortak zemin inşa edilebilir.
Geçiş sürecinde kabinenin profili başkan adayının kim olduğundan daha önemlidir. Muhtemelen hükümetin amacı, seçim sürecinde muhalefetin başkan adayının kim olacağının olabildiğince fazla konuşulması ve bütün dikkatlerin bu isim üzerinde toplanmasıdır. Her isim, dışarıda memnuniyetsiz bir kitle bırakacaktır ve adayın kim olacağı konusu muhalefetin programını gölgeleyecektir. Bunun için, geçiş kabinesinin profili adayın kim olacağını önemsizleştirmek ve olası bölünmeleri engellemek için daha fazla tartışılmalıdır. Kabine üyeleri, seçimlerden önce açıklanmalı ve olabildiğince teknokrat özellikleriyle öne çıkan, siyasi kimliği keskin olmayan isimlerden seçilmelidir.
Başkan adayı ise bu projenin gündeme gelmesinden sonra oluşacak kamuoyu tepkisine göre belirlenmelidir. Başkan adayının, hem merkez siyasetin doğasını bilen, halkla temas etme yeteneği yüksek hem de seçim sürecinde yapılacak saldırılara kaşı dirayetli bir isim olması oldukça önemlidir. Ancak başkan adayının kişiliği ile kabineyi ve merkez siyaset vizyonunu gölgelememesi, aşırı sevgi ve aşırı nefretin nesnesi olmaması fakat buna rağmen geçiş sürecinde yaşanacak aşırılıkları törpüleyebilecek kadar dirayetli olması icap etmektedir.
Sonuç
İçinde yaşadığımız krizi merkez siyaset vizyonu ile aşmak her an erken seçim stresi altındaki demokrasimizi kurtarmak için bir çözüm önerisidir. Bu süreçte başka öneriler de mutlaka sunulacaktır. Bunları da tartışabiliriz. Ne var ki, bu öneriler değerlendirilirken, siyasi ekosistemimizin doğası, aktörlerin kapasiteleri ve hepsinden önemlisi hükümetin iktidarını sürdürmek için sahip olduğu araçların farkında olmak gerekir. Mevcut imkanlar dahilinde, merkez siyasetin etkili bir çıkış olduğunu, farklı siyasi projelerin ise ancak bir merkez kurulduktan sonra tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde, kendi mikro iktidarlarımızı savunmak için makro iktidarı beslemek gibi hataya düşmemiz muhtemeldir. Bunu fark ettiğimiz anda iş işten geçmiş olabilir.
Fotoğraf: Shyam