[voiserPlayer]
Osmanlı/Cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaşlaşması üzerine gelişen devasa akademik yazında hakim olan görüş; Türkiye’de gerçekleştiği haliyle çağdaşlaşmanın, dinin siyasi, iktisadi ve toplumsal hayatın dışına atılma çabası olduğudur. Nitekim, Niyazi Berkes’in konu üzerine kaleme aldığı ve artık bir klasik olan çalışmasının adı Türkçe’de Türkiye’de Çağdaşlaşma iken, İngilizce’de Türkiye’de Sekülerleşmenin Gelişimi (The Development of Secularism in Turkey)’dir. Bernard Lewis’in de artık bir klasik olan çalışması Modern Türkiye’nin Doğuşu da Osmanlı/Türk modernleşmesini sekülerleşme süreci olarak kurgular.
İlginçtir ki Berkes ve Lewis’in bu kurgusu Türkiye’de hem İslamcı kesim, hem de Kemalist kesim tarafından “doğru” kabul edilmiştir. Çağdaşlaşma ile din; devlet, siyaset, ekonomi ve diğer alanlardan dışlanmış, vicdanlara hapsedilmeye çabalanmıştır. İslamcı kesim daha da öteye gider ve özellikle Cumhuriyet döneminde dinin vicdanlardan da atılmasına çabalandığını iddia eder. Cumhuriyet’in kurucularına yönelik bitmek bilmeyen öfkelerinin kaynağı da budur.
Osmanlı/Cumhuriyet çağdaşlaşmasına ilişkin bu kurguyu teyid eden en önemli örnek, hiç kuşkusuz Bediüzzaman Said Nursi örneğidir. Osmanlı’nın son döneminin bu hırçın İslamcısının Cumhuriyet döneminde hapis hapis, mahkeme mahkeme, belde belde sürülmesi, tek parti iktidarının dine yönelik düşmanlığının mükemmel bir örneği olarak sunulur.
Said Nursi’nin bizzat kendisi de kendi şahsi tecrübesinin böyle yorumlanmasına önemli katkıda bulunur. Nitekim 1952 yılında Eşref Edib’e verdiği bir mülakatta şöyle der Said Nursi:
“Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’etmeseydi belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”
Said Nursi Cumhuriyet ilan edildiğinde 50 yaşlarındadır. O zamana kadar hiç evlenmemiştir. Ve daha yaşayacak 37 yılı olan birisidir. Demokrat Parti dönemi dahil hayatının kalan 37 yılı da, ne açıdan bakılırsa bakılsın, rejimin ona yönelik baskı uygulamaları ile geçecektir. Van’da inzivada iken Burdur’a sürülür. Burdur’dan Isparta’nın Barla köyüne. Barla’da 7 yıl kalır. Oradan ilk önce Isparta’ya sürülür. Tutuklanır ve Eskişehir hapishanesine konur.
Sonra Kastamonu’ya sürülür. Kastamonu’da da 7 yıl kalır. Tekrar Isparta’ya getirilir. Denizli’de yargılanır. Emirdağ’ına sürülür. Afyon’da iki kez yargılanır, İstanbul’da, Isparta’da. Sonunda Isparta’ya yerleşir. Son günlerinde Ankara’yı ziyaret etmek ister. Ankara’ya alınmaz. Urfa’ya gider. Orada vefat eder ve Urfa’ya gömülür. Dört ay bile geçmez kabri açılır ve bedeni bilinmeyen bir yere gömülür.
Said Nursi’nin yaşadığı sıkıntılardan ötürü birilerine kızgın/kırgın olması, bütün bunların onun başına neden geldiği üzerine düşünmesi ve hayatını manalandırmaya çalışması gayet doğaldır, insanidir. Doğal olmayan, olmaması gereken, bu oldukça şahsi okumanın üzerine yakın Türkiye tarihini kurgulamaktır. Zira, Said Nursi’nin hayatı aynı zamanda bilinmezliklerle doludur. Biraz da bu nedenle, uzun hayatından yapılan bölük pörçük alıntılar, yukarıda özetlediğim klasik kurgu için mükemmel veriler sunabilir.
Bediüzzaman’ın hayat hikayesine kaynak olacak eser Tarihçe-i Hayat, şahsından daha çok eserlerini nazara verir. Sadık takipçilerinin yazdıkları biyografik çalışmalar menkıbe ile gerçekleri birbirine karıştırır. Bu yüzden bu hayat hikayeleri faydalı olsalar da konu ile alakalı tarih ve sosyal bilimler çalışmalarında dikkatlice kullanılmazlarsa yanıltıcı olabilirler.
Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen’in araştırmacılık örneği çalışması Zaman İçinde Bediüzzaman bu eksiklikleri önemli ölçüde gideriyor. Said Nursi’nin hayatı, çocukluğundan ölümüne büyük bir titizlikle yeniden kurgulanıyor bu kitapta. İki yazar belgelerin sustuğu yerde oldukça makul akıl yürütmelerle Said Nursi’nin hayat hikayesini dolduruyor ve gözlerimizin önüne seriyor.
Din adamları, özellikle Said Nursi gibi efsane bir isim, takipçilerinin kaleminde insanüstü bir varlık haline dönüşür. Eserleri de zaman ve mekandan bağımsızlaşır. Bu yüzden söz konusu kişiyi hakkıyla anlamak zorlaşır. Canlı ve Beysülen’in kurguladığı hayat hikayesinde ise Said Nursi ile empati kurabilmek ve onu daha iyi anlayabilmek çok daha kolay. Çünkü okuyucunun gözünün önünde beliren insanüstü bir varlık değil, her haliyle bir insan. Hayalleri ve hayal kırıklıkları ile, acıları ve sevinçleri ile, zaafları ve yetenekleriyle, inatçılığı ve kompleksleriyle, korkularıyla, dini için her şeyi kaybetmeyi göze almış idealistliği ile bir insan…
Devletin hemen hemen hiçbir imkanının ulaşmadığı, Van Gölü’nü güneyden çevreleyen yalçın dağların kucağında doğmuş birisinin nasıl tarihi bir şahsiyet haline gelebildiğinin hikayesi, Said Nursi’nin hikayesi. İstanbul’a 1907’de gelip Kürtlerin Osmanlı/Türk devletine sadakatlerinin devamı için kendine göre bir çözüm bulmuş ve bu çözümü hayata geçirmek için çırpınan gencecik birisi okuyucunun karşısında beliren. Takip eden 18 yıl içerisinde de bütün çırpınmalarının nasıl hüsranla bittiğini görüp büyük bir hayal kırıklığı ile memleketine dönen bir insan. Muhtemelen İstanbul Türkçesi konuşamadığı, İstanbul’un elit çevrelerinden uzak giyimi ile de alay edilen bir insan.
İstanbul’dan ilk uzaklaşmasında şöyle diyordu Said Nursi: “Ey Koca İstanbul… Elveda ey gelin libası giymiş acuze-i şemta! Usandım; sen zehirli bala benzersin. Belki, medeni libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medeniliğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşisin..” (s.164)
Canlı ve Beysülen bu kitapta Said Nursi’nin eserlerini bu hikayenin içerisine yerleştirerek onu daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Mesela, Said Nursi’yi döneminin diğer İslamcı reformistlerinden ayıran en önemli risalesi İçtihad Risalesi’ni Kurtuluş Savaşını müteakiben Ankara’da kaldığı süre içinde Arapça yazdığı bilgisi önemli bir not. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ve 5. Şua’nın aslında Risale-i Nur hareketinin mücedditlik iddiasını doğrulamak amacıyla yazılması, Said Nursi’nin Cumhuriyet kurucuları ile yaşadığı sorunu anlamamıza yardımcı oluyor. Ve elbette Nurcuların ve Nurcu hareket içinden çıkan grupların diğer dini cemaatlerle yaşadıkları sorunları…
Kitabın yakın Türkiye tarihini anlamamıza yardımcı olacak önemli bir katkısı, dini grup ve muhafazakar kesimlerin Demokrat Parti ile birlikte sağ partilere yaklaşma sürecini detaylandırması. Bunu Said Nursi’nin aslında 1917 devriminin hemen ertesinde komünizme sempatik yaklaşması arkaplanında okumak da ayrıca şaşırtıcı.
Bence kitabın en önemli katkısı, en başta özetlediğim Osmanlı/Türk modernleşmesi ve din arasındaki hakim görüşe önemli bir itiraz getirmesi. Said Nursi’nin Cumhuriyet tecrübesi, aslında bize aktarıldığı kadar rejimin din karşıtlığına hükmetmemizi netice verecek bir tecrübe değil. Zira kitaptaki anlatıma göre Said Nursi, aslında Demokrat Parti döneminde rejimle daha fazla sorun yaşıyor, tek parti döneminde değil. Sürekli gözetim altında olmasının sebebi ise, din adamlığından daha çok Kürtlüğü.
Kitapta daha birçok ilginç bilgi var. Hepsini burada paylaşmam mümkün değil. Bir bütün olarak kitap Osmanlı/Türk modernleşmesine dair önyargılarımızı ve önkabullerimizi ciddi bir sorgulamaya tabi tutuyor. Konu ile alakalı son sözü tabi ki söylemiş değil. Ama bundan sonra Canlı ve Beysülen’in çalışmasını gözardı eden her çalışma eksik olacaktır.
Cemalettin Canlı ve Yusuf K. Beysülen, Zaman İçinde Bediüzzaman, İletişim Yayınları, 2010