[voiserPlayer]
Fıkıh. On dokuzuncu yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda hakim düşünce geleneği. Osmanlı alimi Molla Hüsrev’in tanımı net: “Kişinin amel bakımından lehinde (hakları) ve aleyhinde (sorumlulukları) olan hususları bilmesi.” Temel kaynağı din. İslam dini. Fıkıh; bireylerin inanç, ibadet ve ahlaka dair gündelik davranışlarını yoğuran, şekle sokan temel bilgileri içeren ilmihallerin kaynağı. Sadece dini sabitelerin değil. Değişen zamanın, mekanın ve şartların müslüman bireylerin önüne koyduğu yeni sorunların cevapları da. Devlete de haklar ve sorumluluklar yüklemiş. Ve Osmanlı devleti de bu hak ve sorumlukları ciddiye almış. Öyle ki fıkıh Osmanlı mahkemelerinin temel kanun metinlerini sağlamış. Örfi hukukun ve padişahın iradesi ile çıkardığı kanunların aşmaması, çiğnememesi gereken çizgileri çizmiş.
Fıkıh devasa bir faaliyet. Elbette bu faaliyetin taşıyıcıları, yürütücüleri bir statü grubu, bir sınıf oluşturmuş. Bireylerin ve devletin değişen veya değişmeyen soru ve sorunlarına cevaplar üreten müftüler; mahkemeler kanalıyla dini ve dinin sınırlandırdığı kanunları uygulayan kadılar; müftüleri, kadıları ve diğer dini görevlilerin eğitimini veren müderrisler… Kısaca, ilmiye sınıfı, ulema.
Derken Batı’nın yükselişi. Osmanlı’nın gerileyişi. On dokuzuncu yüzyıl başları. Hatta bir öncekinin sonları. Osmanlılar neredeyse iki yüzyıldır bir şeylerin ters gittiğinin farkında. Ancak çözümü, çözümleri eskide aramışlar, eskinin inşasında. Ve tarihi bir kararla sorunların çözümünü, çözümlerini Batı’da aramaya başlama. Takip eden asır ıslahatlar asrı. Netice, en genel adıyla, Osmanlı/Türk modernleşmesi, batılılaşması.
Batı ilimlerinin külliyen ithali bu sürecin bir parçası. Külliyen. Tabii bilimlerle, sosyal bilimler (siyaset, iktisat, tarih, hukuk gibi) arasında fark gözetmeden. Halbuki sosyal bilimler fıkhın rakibi. İkisi de aynı alanı kendilerine konu olarak seçmiş. Aralarında bir gerilimin doğması doğal. Ve gerilimin kaynağı çok boyutlu. Aynı alan üzerine olmanın ötesinde “iki farklı varlık ve bilgi anlayışı,” “iyi ve kötü tanımı, ferdin ve devletin davranışlarının ahlaki ve siyasi meşruiyeti” vesaire bir çok konuda farklı yaklaşımı olan iki düşünce, düşünüş türü karşı karşıya.
Ancak Osmanlı düşünürlerinin derin sorgulamalar yapmak için kaybedecek zamanları yoktu. Devlet çöküyordu. Batı’nın üstünlüğünün kaynağı ilimleriydi ve ancak o ilimlerin ithaliyle devlet kurtarılabilirdi. Hikmet, müslümanların yitiğiydi ve nereden geldiğinin bir önemi yoktu. Çin’de dahi olsa gidilip alınmalıydı. Haliyle fıkıh ve Batı-menşeli sosyal bilimler telif edilmeliydi: sentez.
Bu doğrultuda en kapsamlı gayret hukuk alanında, daha somutta Mecelle ile gerçekleşti. Osmanlı/Türk hukukunun modernleşmesi/batılılaşması özünde Batılı ülkelerden kanunların ithalini ve gerekli alt yapı kurumlarının inşasını, içeriyordu. Aynı süreçte Fransa’dan medeni kanun ithali ihtimali belirdi. Bu ihtimale karşı olarak fıkıh ve Batı hukukun telifine/sentezine girişildi ve netice hükümleri İslam hukukundan devşirilen, ancak Batılı kanun formunda sistemleştirilen ve kodlanan Mecelle oldu. Mecelle’nin hazırlanması ilmiye sınıfı kökenli Ahmet Cevdet Paşa’nın öncülüğü ve aktif katılımı ile gerçekleşti.
Ahmet Cevdet Paşa’nın ardından fıkıh ve Batı-menşeli sosyal bilimler arasındaki en çarpıcı telif girişimi Yeni Osmanlıcı Namık Kemal’den geldi. Namık Kemal’in en hayati katkılarından birisi Batı’dan ithal kavramlara fıkıhtan kelime/kavramsal karşılıklar bulmakla oldu. Temsili hükümet/meşveret, doğal hukuk-şeriat, toplumsal sözleşme-biat gibi. Ancak bu katkı salt bir tercümenin ötesine geçti. Namık Kemal Batılı kavramları yeniden inşa etti. Öyle ki fıkıhtan devşirilen kavramlar orijinal anlamlarını yitirdi ve kendilerine atfedilen yeni anlamlarla var kaldı.
Namık Kemal’in Batılı kavramlara fıkıhtan karşılıklar bulması özünde daha kritik bir iddiayı içeriyordu. Mezkur kavramların İslam’da da olduğu, İslam’la çelişmediği iddiasını. Tanzimat Fermanı’nda, mesela, Namık Kemal’a göre İslam’a “ters hiçbir düşünce” yoktu. Bu doğaldı. Zira Batılılar vardıkları neticeye akıl ve tecrübe yardımı ile ulaşmışlardı. Müslümanlar ise vahiy yardımı ile… Müslümanlar sadece ellerinde nasıl bir hazine olduğunun farkında değildi.
“Hayfa ki elimizde şeriat gibi medeniyetin her türlü ihtiyacatını ifaya kafi bir atiyye-i ilahiye var iken o bırakıldı da sekiz on zalim ve cehulun havadır ve hevesatı mülkümüzde esası-ı hukuk addolundu.”
İslam dünyasının Batı karşısında gerilemesinin sebebi de buydu: “Şeriatın ahkamına riayetsizlik.” Osmanlı Devleti “İslamiyet üzere kurulmuş” idi ve o esas değiştirilirse bedeni de tehlikeye girerdi. Osmanlı Devletinin uzun süre daha hayatta kalabilmesi ancak “şeriat-ı Ahmediye’ye ittiba” ve “devlet-i İslamiyye halinde kalmak”la mümkündü. Şeriat Osmanlı devletinin “canı” ve hayat suyu, hazırdaki sorunlarının en etkin çaresiydi.
Fıkıh ve Batı-menşeli sosyal bilimler arasındaki son çarpıcı telif girişimi Jön Türklerden, Ziya Gökalp’ten geldi. Gökalp bunu fıkıh usulünde “örfün” önemini vurgulayarak yaptı. Gökalp’e göre fıkıh, amellerin iyi mi, kötü mü olduğuna dair yargısını iki kaynağa dayanarak yapıyordu. İlk kaynak kutsal kitap ve sünnet iken ikinci kaynak örftü. “Müminlerin hasen/güzel gördüğü şey Allah katında da hasen/güzeldir” hadisi ve “örf ile amel, nas ile amel gibidir” fıkıh kaidesi. “Şu halde fıkıh, bir taraftan ‘vahy’e, diğer cihetten ‘içtimaiyyat’a istinat eder. Yani İslam şeriatı hem ilahi hem de içtimaidir.” Şeriatın ilahi yönü elbette sabiteydi, zaman ve mekanla değişmezdi. Ancak içtimai yönü değil. Zamanla ve mekanla değişirdi. Fıkıh da bu değişimi kavramalı, yansıtmalıydı da. Bu ise ancak fıkıhçılarla sosyal bilimcilerin ortak çalışması ile mümkün olabilirdi. Gökalp’in tabiriyle “içtimai usul-i fıkıh”ın işlevi “fıkhın içtimai menbalarını tetkik etmek” ve fıkıhın bu yönünü genişletmekti.
Fıkıhın ve sosyal bilimlerin telifi bir imkandı. Osmanlı’nın yıkılışı ile harcanan bir imkan. Zira Cumhuriyet, tercihini bila şek vela şüphe Batı-menşeli sosyal bilimlerden yana yaptı. Bu tercihle bir sınıf olarak ilmiye/ulema da ortadan kaldırıldı.
* * *
Osmanlı/Türk modernleşmesi/batılılaşması kapsamlı bir dönüşümün adı. Öyle ki devasa boyuta erişen modern Türkiye, hatta Balkanlar ve Orta Doğu çalışmaları bu dönüşümün anlatısı. Anlatının hakim teması modernleşme/batılılaşmanın birbiri ile kökten düşman iki ayrı grubu yarattığı. On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk iki on yılı bu iki düşman grubun mücadelesi. Cumhuriyet ise tekinin diğeri üzerinde tartışmasız zaferi.
Recep Şentürk’ün Türk Düşüncesinin Sosyolojisi’nin Cumhuriyet’e bakışı aynı. Ancak öncesine daha nüanslı. Yine iki grup var. Bir tarafta fıkıhın temsilcileri, diğer tarafta sosyal bilimlerin. Her iki tarafın temsilcileri yine rakip. Aralarındaki ilişki elbette gergin. Ancak fıkıh ve sosyal bilimler arasında ciddi ve samimi bir diyalog da sürmüş. Hem de Osmanlı/Türk modernleşmesi/batılılaşmasının en önemli ideolojik figürlerinin dahil olduğu ve katkıda bulunduğu.
Recep Şentürk bu diyaloga dikkat çekerek, ana hatlarını yeniden kurgulayarak ve inşa ederek, modern Türkiye çalışmalarında hakim anlatıya kritik bir eleştiri getiriyor ve mezkur anlatıya nispetle Osmanlı/Türk modernleşmesi/batılılaşmasına daha ince bir bakış atıyor. Bu haliyle Türk Düşüncesinin Sosyolojisi hiç kuşkusuz önemli bir akademik katkı.
Kitabın talihsizliği Şentürk’ün eleştirel bakışını Cumhuriyet dönemine yaymaması. Şentürk’ün yargısı kesin. Cumhuriyet’le fıkıh ve sosyal bilimler arasında telif çabasının terkedildiği, fıkhın rafa kaldırıldığı ve fıkıhın temsilcilerinin ise tamamen tasfiye edildiği. Ancak buna dair Şentürk’ün iddiası daha çok bir ezberin tekrarı. Türk Düşüncesinin Sosyolojisi’nde bunun nasıl ve neden olduğuna dair bir tartışma yok. Bu önemli değil mi? Hem de bahsi geçen adımları atan kadroların ilhamını aldıkları arasında fıkhı ve sosyal bilimleri telife gayret eden iki isim, Namık Kemal ve Ziya Gökalp var iken.
Akademik bir çalışmanın kıymeti sadece varolan sorulara verdiği cevaplarla ölçülmez. Bir o kadar, hatta daha fazla önemli olan, sordurduğu yeni sorular. Şentürk’ün kitabı yeni sorular sordurduğu için de değerli bir katkı.
Recep Şentürk, Türk Düşüncesinin Sosyolojisi, İz Yayıncılık, 2017.
Fotoğraf: Imad Alassiry