[voiserPlayer]
Ahmet. Galatasaray mezunu. Bab-ı Ali’deki dairelerden birinde memur. Babası mevta. Annesi Çerkes ve sağ. Varlıklı bir aileden olmasa da halleri kötü de değil. Nişantaşı’nda tamamı ailesine ait, hizmetçileri olan, 2-3 katlı bir binada yaşamakta.
Ahmet kendini olduğundan farklı göstermekte mahir. Annesinden ayda on beş lira, memurluktan iki buçuk lira aylık geliri. Ancak milyoner havalarında. Ve tanıdıkları da bu havalara kanık. Güya zamanının yüksek makam ve mansıplarında kim varsa hepsi ile tanış. Evlerine gidecek, sofralarına oturacak kadar. Güya şairdir, filozoftur, alimdir, derviştir, hatta pehlivandır, tambur da çalıyordur. Dairede Jön Türk havalarında. Tek satırını okumamıştır, ancak Namık Kemal’in bütün eserlerini okuduğu, şiirlerini ezberden bildiğinde müddei. Yine iddiasına göre şehit Mithat Paşa’nın kanlı gömleği de ondadır. Zaman ve mekana göre makbul ne varsa o görüntüyü vermek, Ahmet’in asıl meşgalesi.
Dairede de farklı değil. Abdülhamid’in hafiyesi olduğu da sanılıyordu, Jön Türk olduğu da. Galatasaray, Mülkiye veya hale göre aşiret mektebi mezunu. Gerçekten kimin nesiydi? Kimse bilmiyordu ancak yine de, ne olur olmazcılıkla, “herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu.”
Aslında üst makamlarda arkası yok değil. Hem de padişahın özel kalem dairesinde bir paşa. Bir gece yarısı onu ziyarette iken paşa mühim bir bilgi paylaşır. “Yarın hürriyet ilan olunacak.” Ahmet paşanın konağından çıkarken bir anda “hürriyetperver” oluvermişti bile. Öyle ki, “yanında Namık Kemal ve Midhat Paşa halis istibdat taraftarı kalırdı.”
Geceyi uykusuz geçirir. Sabah nispeten daha az resmi kıyafetlerini giyinir ve dairenin yolunu tutar. Yolda İkdam gazetesini alır ve baştan aşağı okur. Gazetede padişahın bir tebliği vardır. Kanun-ı Esasi tekrar yürürlüktedir. İşte. Bu hürriyetin ilanı demektir.
Dairedekiler onun kadar heyecanlı değildir. Tebliğ sadece Kanun-ı Esasi’nin tekrar tatbik edileceği hakkındadır. O kadar. Artık “bu budalaların arasında bir dakika geçirmek” istemiyordu. Hepsi görecekti bunun hürriyetin ilanı olduğunu.
Bab-ı Ali’deki diğer daireye uğrar. İlk önce Hariciye’dekilere kulak verir. Adetleri olduğu üzere Hariciyeciler aralarında Fransızca konuşuyorlardı. “Hürriyet” kelimesinin Fransızcasını hatırlamaya çalıştı. “Leblebi, belebici, labada … Hayır.” İçinde bir damar kabarıyordu, “kahramanlık, gösteriş” damarı. Ve avazı çıktığı kadar bağırır:
“Yaşasın hürriyet!”
Tekrarla.
“Yaşasın hürriyet!”
Hariciye’nin koridorlarında sohbet halindekiler kaçışır. Ahmet oradan Dahiliye’ye geçer. Tekrar bağırır:
“Yaşasın hürriyet!”
İlk şaşkınlık ve panik hali geçer, yavaş yavaş memurlar etrafında toplanır. O coştukça daha fazla coşar:
“Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler! Lanetler olsun…”
Coşkusu Bab-ı Ali’yi sarar, sokağa taşar, hatta ta Beyoğlu’na ulaşır. Artık hürriyetin baş kahramanıdır.
Bab-ı Ali’de etrafını saranlar tarafından bir soru yöneltilir. Makul bir soru:
“Ey kahraman-ı hürriyet! İstibdadı nasıl devirdin? Bize anlat!”
Cevap vermelidir. Ve oracıkta bir hikaye uydurur:
“Bize ‘Jöntürk’ derler… Ben onların reisiyim!” diyerek başlar ve uçuk bir hikaye anlatıverir. Yirmi sene önce Sulukule’de bir toplantıda alınan karar doğrultusunda Sulukule’den ta Yıldız Sarayı’ına bir tünel kazılmıştır. Kazı tamamlanınca Ahmet tek başına saraya girmiş ve müstebite hürriyeti ilan ettirmiştir. Ahmet’in hikayesi kulaktan kulağa anlatılarak bütün İstanbul’a yayılır. Ahmet o akşam Nişantaşı’ndaki evine büyük bir zafer alayı eşliğinde gitti. Her kesimden insanın katıldığı mahşeri bir kalabalık eşliğinde. Yol boyunca anın sarhoşluğunu yaşayan Ahmet, Galata Köprüsü geçilirken köprü parasını iptal eder. Mektepliler bu iptalle galeyana gelir ve “para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlat”ırlar ve “memur barakalarını parçala”rlar. Rus elçiliğinin önünde bir konuşma irad eder ve Rusya’yı dost ilan eder. Düşmanları ise İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya, Arjantin, Panama…
Alay Harbiye’ye ulaştığında artık bütün yollar tıkanmıştır. Ahmet başlara omuzlara basa basa apartmanın önüne varır. Kalabalık bu seferde binanın kapısından girme şansını elinden alır. Eve seslenir. Hizmetçi kızlardan birisi pencerede belirir. Bir ip bulur ve en üst kattan aşağı salar. Ahmet kalabalığın tezahüratı ile atletik bir hareket yapıp ipten tırmanarak eve girer. Aşağıdaki kalabalığa bir söz de verir. Ertesi gün onlara gerçek ismini söyleyecektir. Evet. Ahmet, gün boyunca gerçek isminin Ahmet olmadığını iddia etmiştir. Hatta gerçek adını annesi bile bilmiyordur. Bunu annesine söylediğinde zavallı annesi bayılacak, evin bütün hizmetçilerini başına toplayacaktı.
Ahmet bütün gece yeni adını düşünür. Edebiyat-ı Cedide romanlarındaki isimler aklına gelir: “Bü- lent, Nevin, Nahit, Fahir, Sehran, Şadan, Kâmuran, Süha, Neriman, falan…” Hayır, onun adı daha önce hiç kullanılmamış olmalıydı. Ve elbette ona yakışan bir ad. Yeni isimler uydurmaya çalışır. Ve sonunda Lügat-ı Osmaniye’den bulur ismini: “Ziyalandırıcı, ruşen edici olan” anlamına gelen Efruz. Artık Efruz Bey’di.
Ertesi gün evinin önünde on binlerce kişiyi bekliyor bulur. Ve ismini onlara açıklar: Efruz Bey. Binlerce kişi bu ismi duyunca çıldırır. “El şakırtıları, yaşasın sadaları” arasında çıkar dışarı Efruz ve tekrar omuzlara alınır ve İstanbul’un büyük caddelerini omuzlarda kat eder. Kendine Sahavet Hanı’nı merkez seçer, gönüllü hatipler vasıtasıyla ilk talimatlarını, tavsiyelerini, açıklamalarını bütün İstanbul’a yollar. İkindiye doğru Sultan Ahmet meydanına gider, burada büyük “Hürriyet Nutku”nu verir. İnsanların eşit olduğunu ilan eder, din, millet ve mezhep farkının önemli olmadığını. Dil farkını ortadan kaldırmak için “Esperanto” dilini öğrenmeyi salık verir. Tam medeni olmayı. Evlilik, aile, milliyet, hukuk… ne kadar toplumsal müessese varsa, hepsini batıl ilan eder, cahilane münasebetsizlikler olduğunu.
Erkekse Efruz, kızsa Firuze… Yeni doğan çocuklara adı da verilmeye başlanan Efruz öylesine efsane bir karakter haline dönüşür ki Sultan Abdülhamid bile onu görmek ister, sarayına davet eder. “Ben gidemem! O benim ayağıma gelsin…” diyerek cevaplar Efruz.
Üçüncü günün gecesinde kendisine başka bir davet daha gelir. İttihat ve Terakki İstanbul Heyet-i Merkeziyesi’nden. “Tuhaf şey!” der. “Bu cemiyet… nereden çıkmış.” Evet, iki üç gün boyunca herhangi bir gazete okumadığı için, herkes dinlediği, o sadece konuştuğu için, herkesin varlığını bildiği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden haberi yoktur.
“Bunlar,” der, “mutlaka bizimkiler olacak! Fakat benden habersiz nasıl kulüp falan açıyorlar. Neyse… Yarın görürüz!”
İttihatçılar Efruz’un ilk günlerdeki hareket ve şöhretine bir mana verememişler ve Selanik’teki Merkez-i Umumi’ye onun kim olduğunu sormuşlardır. Merkez-i Umumi’nin cevabı ise kat’iydi. Cemiyetin bu namda bir mensubu yoktu ve bu şahıs süratle tevkif olunmalı, sükunet ve asayiş korunmalıydı.
Efruz ertesi sabah ilk iş olarak Cemiyet’in İstanbul’daki kulübüne gider. İlk önce “hasır döşeli, pis, küçük bir” odada bir saat bekletilir. Sonrasında Heyet-i Merkeziye olduğunu iddia eden bir kaç kişinin karşısına çıkarılır ve o heyet tarafından soru yağmuruna tutulur. Ve gerçek ortaya çıkar. Efruz’un aslında “hiçbir şeyden haberi” yoktur ve “sırf gösteriş, sırf nümayiş, sırf satış için bu kadar gürültüye sebebiyet” vermiştir. Heyet bunu anlayınca “hepsi birden kahkahalarla gülüşmeye” başlar ve cemiyete sadık bir jandarmayla onu hapishaneye gönderirler.
Neyse ki bu idari hapis uzun sürmez. Efruz Bey serbest bırakılır. Ancak bırakılmadan çok evvel, İstanbul halkı “atmasyonlarına aldanıp üç gün taptığı mabudunu üç saniye içinde unutmuştu.”
* * *
Efruz Bey, “memleketimize ait tiplerin ve bazı meyil ve itiyadların, sanatkarane bir mübalağa ile çizilmiş bir karikatürü hükmündedir.” Hikayeyi tefrika olarak yayınlayan Vakit gazetesinin tanıtımından. Ömer Seyfettin daha derinini söylüyor, kendi hayali kahramanına yazdığı mektupta:
“Sevgili Efruz!
Hayatından şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacı göründüm. Ne yapayım? Bu benim mizacım… Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki maksadım ne seni tahkir ne de maskara etmek… Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadan yazmak istedim. Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar- tanır, Efruzcuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen “hepimiz” değilsen bile “hepimizden bir parça”sın. Ö.S.”
Ömer Seyfettin, Efruz Bey, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2018.