[voiserPlayer]
Türk burjuvazisi devlet tarafından yaratıldı. Süreç 1920’li yıllarda başladı, takip eden on yıllarda da devam etti. İlk on yıllarda kayırmacılık yaygındı. Zira devlet tek tek burjuva yetiştiriyordu. Haliyle devletin kaynak dağıtımından, üst düzey bürokrasiye bir şekilde erişimi olanlar ve hatta doğrudan üst düzey bürokrasiden gelenler yararlandı. Sanayi burjuvazisi böyle ortaya çıktı ve zamanla belirli bir büyüklüğe ve güce ulaştı. 1950’li yıllarda ve sonrasında devletin burjuvaziye desteği ve koruması devam etti, ancak nitelik de değiştirdi. Artık burjuvazi-içi kaynak aktarımında daha nesnel şartlara bakmaya başladı. Bunun için de siyaset karşısında yasal güvencelerle korunmuş ve geniş yetkilerle donatılmış bir ekonomi bürokrasisi oluşturuldu.
Türk burjuvasının tekil çıkarlarının ötesinde, ortak sınıfsal çıkarlarının da olduğunun farkına varması, diğer bir deyişle, bir sınıf bilinci geliştirebilmesi 1970’li yılları buldu. Bu bilinci geliştirdiğinin en çarpıcı gösterisi 1979 yılında gerçekleşti. O yıl burjuvazi sosyal demokrat Bülent Ecevit hükümetine karşı harekete geçti ve yıkılmasına katkı yaptı. Ardından; kendi sınıfsal çıkarları ile uyumlu ekonomik kararlar alan Süleyman Demirel hükümetini; darbe ile Demirel hükümetini deviren ve iktidarı devralan, ancak Demirel hükümetinin başlattığı ekonomi programı çok daha sert tedbirlerle hayata geçiren askeri rejimi ve yine aynı ekonomik programı uygulamaya devam eden Anavatan Partisi’ni destekledi.
Her halükarda bu ekonomik programın sembol ismi aynı kişiydi: 1967-1971 yıllarında yürüttüğü Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarlığı görevi sırasında Türk burjuvazisi ile köklü ilişkiler geliştiren; sonrasında en büyük burjuva ailelerinden Sabancılar için çalışan; ardından sanayi burjuvazisinin kurduğu Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) başkanlığı yapan; sendikal hareketlere karşı takındığı sert ve ödünsüz tavrı ile tanınan; burjuvazinin çıkarları ile uyumlu ekonomik kararları alan Demirel Hükümetinin ekonomiden sorumlu başbakanlık müsteşarı; o kararları şiddet kullanarak hayata geçiren askeri yönetimin devlet bakanı ve başbakan yardımcısı; aynı kararları uygulamaya devam eden Anavatan Partisi’nin kurucusu ve başkanı olarak 1983-1989 döneminin Başbakanı; 1989-1993 döneminin Cumhurbaşkanı Turgut Özal.
Ekonomik programın uygulanabilmesi için uluslararası ortam da ziyadesiyle uygundu. Zira aynı dönemde ABD ve İngiltere de, daha önce de Şili, Türkiye’nin uyguladığı ekonomik programı uyguluyor, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar da, uluslararası iş ve finans çevreleri de aynı programı savunuyordu. Nitekim 1980-87 döneminde Türkiye 30 milyar $’lık yabancı borç bulabildi. “Yakın geçmişte bu derecede büyük çaplı dış kaynakla desteklenen ikinci bir ülke” çıkmadı.
Bahsedilen ekonomik program özünde serbest piyasa ekonomisinin tam tesisini salık veriyordu. Bunun için de ekonominin, işçi hakları, sabit kur rejimi, tarıma dönük destek politikaları, kamu iktisadi teşekkülleri, dış ticaret engelleri ve saire gibi devletin her türlü müdahelesinden kurtarılması gerekiyordu.
Bu ekonomik programın, 1980’li yıllar sonu itibarıyla ve uygulandığı kadarıyla dahi, Türkiye’de mevcut sınıfsal yapı üzerinde kökten etkileri oldu. Bunu görmek için ilk önce Türkiye’deki 1970’lerin sonu itibarıyla mevcut sınıfsal yapıyı kaba hatlarıyla dahi olsa çizmek gerekir. Bahsedilen tarihte Türkiye’de üç farklı üretim ilişkisi vardı ve her üretim ilişkisi üretilen artığın bölüşümünde iki farklı, zıt sınıfı birbirine karşı konumlandırdı. İlk tür üretim ilişkisi burjuvazi ve işçi sınıfını karşı karşıya getiren kapitalist üretimdi, ikinci tür üretim ilişkisi tüccar ve piyasaya dönük üretim yapan küçük köylüyü karşı karşıya getiren basit meta üretimiydi ve üçüncü tür üretim ilişkisi ise toprak ağası ile yarıcı-ortakçı köylüyü karşı karşıya getiren feodal üretim ilişkisiydi.
Bu sınıfsal yapı Türkiye’de üretilen artığın birincil bölüşümünün yansımasıydı. Ancak ikincil bir bölüşüm daha vardı ve bu bölüşüm alt-sınıflar ve sınıfsal yapıya eklemli toplumsal gruplar arasında yapıldı. Burjuvazi dört alt sınıftan oluşuyordu: sanayi sermaye, mali sermaye, ticari sermaye ve rantiyeciler. Bu sınıfsal yapıya eklemli toplumsal gruplar ise üç taneydi: serbest meslek sahipleri, bürokrasi ve kentli marjinaller.
Şimdi ekonomik programın sınıflar arası üretim artığın bölüşümü üzerindeki etkisine bakabiliriz. İlk olarak takip edilen ekonomik program yüzünden işçi sınıfının kazandığı reel ücretler 1977-78 yılında ulaştığı zirveden sistematik olarak geriledi. Gerileme Sosyal Sigortalar Kurumu’na bağlı işçiler için yüzde 52’yi, genel ücretliler için yüzde 67’yi, imalat sanayi işçileri için ise, aynı dönemde emek verimindeki artışa rağmen, yüzde 29’u buldu. Bu dönemde işçi sınıfının durumu sadece mutlak olarak kötüleşmedi, burjuvazi karşısındaki göreceli durumu da kötüleşti. Bunun çarpıcı göstergesi ise hem kamuya hem de özele ait imalat sanayinde ücretlerin katma değere oranının 1970’li yılların sonundan başlayarak sistematik olarak düşmesiydi. Bu kötüleşmenin sebebi elbette askeri yönetimin ve ardından Özal hükümetinin işgücü piyasasına getirdikleri ekonomi-dışı kısıtlamalardı.
Aynı dönemde burjuvazinin durumu sadece işçi sınıfı karşısında göreli olarak iyileşmedi, mutlak olarak da iyileşti. Korumacı/ithal ikameci ekonomik programın takip edildiği 1963-1979 yıllarında özel imalat sanayiinde kar ortalaması yüzde 26.5 idi, liberal dış ticaret politikasının takip edildiği 1980-1988 yıllarında aynı ortalama yüzde 34.3 oldu. Hülasa, “1980’li ‘liberal’ yıllar, devlet politikaları aracılığıyla sınıf dengelerinin emek aleyhine, sermaye lehine döndüğü ve bu nedenle sermaye için ‘yüksek karlı’ olan” yıllardı.
Ancak, 1980’li yıllarda üretim artığının burjuvazi-içi bölüşümü homojen gerçekleşmedi. Rantiye ve mali sermayenin bölüşümdeki payı sinai sermaye aleyhine genişledi. Eskişehir sanayisi özelinde varolan bir istatistik bu hali çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Sinai artık içinde faizlerin payı 1979 yılında sadece yüzde 13.4 idi, 1986 yılında yüzde 39 oldu. Büyük özel sanayi hesaba katıldığında ise 1986 yılında sinai artık içinde faizlerin payı yüzde 56.3’tü. 1980-1989 döneminde mali kuruluşların gayri safi yurt içi hasıla içindeki payı neredeyse ikiye katlandı, banka karları ise reel olarak 13 kat arttı. Ancak, dönemin esas kazananı rantiyeci sınıftı. 1977 yılından 1988 arasında faiz gelirleri reel olarak yaklaşık 28 kat arttı.
1980’li yılların en ayrıcalıklı grubunun mali sermaye ve rantiyeci sınıf olması şaşırtıcı değildir. Zira uluslararası kuruluşların “tasarrufçuya pozitif faiz” telkini ile uyumlu parasal ve finansal politikalar takip edildi, bu politikalar ise sanayiciyi tahtından ederek, “onun yerine burjuvazinin en parazit, en tüketici öğelerini” o tahta yerleştirdi. Aynı dönemde ticari sermayenin bölüşümden payının kötüleşmediğini, hatta nispi olarak iyileştiğini de not etmeliyiz. Bunun en önemli göstergesi ise ticaretin gayri safi yurt içi hasıla içindeki payının mütevazı da olsa artmasıydı. Ayrıca devletin ihracatı teşvik uygulamaları ticari sermayenin özellikle ihracata yönelik çalışan kesiminin payını daha da artırmış olsa gerekir.
1980’li yıllarda uygulanan ekonomik program tüccar/tefeci sınıfı ile piyasaya dönük üretim yapan küçük köylü arasındaki bölüşümü tüccar/tefeci sınıf lehine değiştirdi. Bunu farklı tarım ürünlerindeki ticari marjların yıllara göre değişiminde gözlemlemek mümkündür. Ticari marj, tarımsal malların perakende/ihraç fiyatları ile köylünün eline geçen fiyata oranını ifade eder. Dolayısıyla ticari marjın artması üretim artığının bölüşümünün tüccar/tefeci sınıfı lehine değişmesi anlamına gelir. Altı temel tarımsal üründeki (buğday, şeker pancarı, pamuk, ayçiçeği, tütün ve pamuk) tarım marjlarının 1976 yılından 1989 yıllarına değişimine bakıldığında, şeker pancarı hariç, bütün ürünlerde artığın bölüşümün tüccar/tefeci sınıf lehine değişti. Sadece şeker pancarında artığın bölüşümü iki sınıf arasında büyük oranda aynı kaldı.
Küçük köylü sınıfının konumu ayrıca ticari ve sanayi sermayesi karşısında kötüleşti. Bunun göstergesi tarım ticaret hadlerinin dramatik düşüşüydü. Tarım ticaret hadleri milli gelir veya toptan eşya fiyatlarından hesaplanan tarım fiyatları ile sinai fiyatların oranıdır. Tarım fiyatları küçük köylünün eline geçen fiyatları, sinai fiyatları ise küçük köylünün üretim girdilerini gösterir. Dolayısıyla, hadlerdeki düşüş bölüşümün küçük köylü aleyhine değişimi olarak yorumlanabilir. Ticaret hadlerinde 1977 yılından sonra meydana gelen çöküşün, 1930’lı yıllardaki büyük buhrana eşlik eden çöküşten daha ağır olduğunu da not edelim. Küçük köylü sınıfı aleyhine olan bu gelişmenin başlıca sebebi hiç kuşkusuz takip edilen ekonomik programdı. Uluslararası finans kurumlarının tavsiyesi ile kısıtlanan “destekleme alımları ve destekleme fiyatları, yani tarım dönük devlet politikaları, köylünün karşılaştığı fiyat şokunun ana belirleyicileri arasında” yerini aldı.
1980’li yıllarda takip edilen ekonomi programının mağdurları arasında sadece işçi sınıfı ve küçük köylü yoktu. Devlet memurları da vardı. Memur maaşları 1980’li yıllarda gerek gayri safi yurt içi hasılası içinde pay olarak, gerekse reel anlamda yüzde 50’nin üzerinde aşındı. Gerek işçiler, gerek köylüler, gerekse memurlar gelirlerin reel bazda düşmesi karşısında çeşitli savunma ve uyum mekanizmaları geliştirdi. İşçiler ek iş ve ek gelir ardında koşarken, dayanıklı tüketim malları ihtiyaçlarını borçlanarak karşıladı, daha lüks sayılabilecek ihtiyaçlarını ise kısıtlamayı tercih etti. Köylüler ise, imkanı olanlar kaynaklarını tarım dışına taşıdı, imkanı olmayanlar ise piyasadan koparak geçimlik üretime geçti veya daha fazla emek ve borçlanma ile verim ve üretimi artırmaya çalıştı. Memurlar ise genel olarak tüketimini kıstı, mesela, konutlarını kiraların daha az olduğu bölgelere taşıdı.
Paradoksal olan ise, Anavatan Partisi’nin bahsi geçen sınıfların da oy desteğini alabilmesiydi. Bu uygulanan ekonomik program lehine yürütülen yürütülen ve eski sol yeni liberal kesimin de katkı sağladığı propaganda ve ayrıca Anavatan Partisi’nin takip ettiği ‘yoz popülizm’ sayesinde mümkün oldu. Belediyeler kanalıyla yoksul mahalle ve gecekondu bölgelerine kaynak aktarıldı, gecekondulara dönük tapu tahsisi ile gecekondu sahibi kesimlere rant sağlandı, ücretliye vergi iadesi ve Fak-Fuk-Fon gibi yoz popülist uygulamalar ile Anavatan Partisi ekonomik programının gelir düşürücü olumsuz toplumsal etkilerini yumuşatabildi. Böylelikle partinin siyasi hegemonyası bir süre dahi olsa devam etti.
* * *
“Nasıl Darwin,” der Friedrich Engels, en yakın dostu ve dava arkadaşı Karl Marx’ın cenazesinde, “organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını buldu. Şimdiye kadar ideoloji yığını altında gizlenmiş o basit olguyu ifşa etti. Yani insanlığın, siyaset, bilim, sanat, din, ve saire ile uğraşmadan evvel, ilk olarak yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği olgusunu; en gerekli maddi yaşam araçlarının üretiminin ve o üretim neticesinde belirli bir halk tarafından veya belirli bir dönemde erişilen iktisadi gelişme seviyesinin bir temel oluşturduğu ve o temel üzerinde o halkın devlet kurumlarının, hukuksal kavramların, sanatın ve hatta din üzerine fikirlerin geliştiği olgusunu. İşte bu yüzden de şimdiye kadar yapıldığının aksine, ilk önce insanlığın en temel faaliyetlerinin, tersinin (devlet, hukuk, sanat ve din) değil, açıklanması gerektiği olgusunu.”
Şeyler neden oldukları haldedirler de, başka bir halde değillerdir? İnsan varolan hali nasıl yorumlar?Varolan hali nasıl açıklar? Şayet varolan hal onun lehine değilse, nasıl katlanır? Pasif mi kalır? Değiştirmeye mi çalışır? İnsanı varolan hal karşısında anlamaya çalışmak zordur. Üstelik şeylerin varolan hali bir bütün olarak, hatta alt katmanlarında ve bölmelerinde bile, fazlasıyla kompleks, karmaşık, hatta yer yer kaotik olması gerçeği hesaba katıldığında. Varolan şeylerin hali yer yer sisli, yer yer pusludur da. Bir bilinmezlik, bilinemezlik de sarmıştır. Her daim bir kum fırtınası esiyordur da, göz gözü görmezdir neredeyse. Ve çoğu zamanda bakanın gözlerinde de perde, hatta perdeler, vardır. Şahsi inançlar, önyargılar, menfaatler.
Marx’ın keşfettiği insanlık tarihinin gelişme yasası veya o basit olgu. İnsanın her şeyden önce yemesi, içmesi, barınması ve giyinmesi, kısaca üretmesi gerektiği ve geri kalan her şeyin insanın içine girdiği üretim ilişkileri üzerine inşa edileceği olgusu. Basit ve elbette kışkırtıcı. Ancak bir o kadar da sağlam bir başlangıç noktası. O başlangıç noktasından başlayarak gerçekten hakkı verilerek yapılacak, teorik ve kavramsal olduğu kadar olabildiğince ampirik, sadece üretim ilişkilerini değil, o üretim ilişkileri üzerine ve o üretim ilişkileri ile etkileşim içinde evrilen ve yoğrulan siyaseti de, hukuku da, kültürü de göz ardı etmeyecek, veya kaba-saba iktisadi belirlenmeciliğin ötesine geçebilecek, Marxist bir analiz, şeylerin varolan halini sadece en kapsamlı bir şekilde kuşatmakla kalmaz, varolan hali en çıplak haliyle de gözler önüne serebilir, o hali saran sisleri dağıtabilir, gözler önündeki perde ve perdeleri kaldırabilir, ve insanın insana ettiğini bütün acımasızlığı ile tasvir edebilir.
Korkut Boratav’ın 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm’ü işte öyle bir Marxist analiz. Sadece ele aldığı dönemi daha iyi anlamak ve net bir resmini görmek için değil, bütün çarpıcılığı, yalınlığı ve güzelliği ile, teorik olarak sağlam, kavramsal olarak titiz, ampirik olarak zengin bir Marxist analiz nasıl yapılırı görmek için…
Fotoğraf: Benjamin Voros