[voiserPlayer]
Karl Mannheim, “entelijansiyanın tarihi ‘kendini önemli görmenin’ tarihidir” diye not düşer. Bugün bu önemlilik hâli ağlama duvarına toslamış durumda…
Tabii entelektüelin; kendisini önemli görüp duymasının maddi koşulları yitip gittiğinde, kamusal alan bir ara-mekân, eşitliğin varsayımı üzerinde çoğulluğu mümkün kıldığımız bir dünya olmaktan çıktığında ve elimizde çoğunluğun, baskın olanın “özel alanından” başka bir şey kalmadığında bu ağlama duvarı, siyasallaşmanın hükmünde inşa edildi, ediliyor.
Oysa entelektüelin “önemi”, Roland Barthes’ın ifade ettiği gibi “siyasallaştırmak değil, anlamları, anlamı eleştirmeye” dayanıyordu.
Kamusal alan, çoğunluğun özel alanına dönüştüğünden beri entelektüelin anlamlar üzerine kafa yorması da gereksizleştirildi.
Bu durum, Türkiye gibi, içinde bulunulan cemaatin (dinsel yüklerinden arındırarak daha genel anlamda kullanıyorum bunu) ahlaki değerleri üzerinden ve onun uzantısı şeklinde bireyleşmeyi asli sayan bir ethos için fazlasıyla uygun…
Başka bir deyişle zaten “entelektüel”imiz, eşitliğin düzeyi belirlediği ve çoğulluğun zeminini oluşturduğu kamusal alan diye bir şeyi tanımadı, hiçbir zaman.
Bizim entelektüelimiz, kendi cemaatinin kavramları ve anlamlandırma sistemi üzerinden siyasal olanı görüp duymak ve hatta ona kendi anlamlarını dayatmakla yetindi. Nietzscheci bir tabirle, savaşçı olmaktan ziyade askerdi.
Bu sebepledir ki kendi cemaatini eleştirmeye kalkışanlar, içinde doğduğu ethosun anlamlarını sorguya tabi tutanlar “mahallenin delisi” olarak görülebilmiştir.
Mahallenin delisini diğer entelektüellerden ayıran en somut gösterge ise onun asla mürit edinememesi ve muteber görünmemesi…
Kamusal alanın oluşturucu unsuru aslında “mahallenin delisi”dir bugün… Mensubu olduğu bir cenahın “özel” alanını kamusal kılmakla ilgilenmeyen ve bu cenahlar arasında “dolaşma” olanağına sahip tek kişi odur.
Hâliyle kamusal alanın müzakereci yaklaşımı yerine, kendi özel alanını kamusal alan kılmakla meşgul olan entelektüelimiz, yazınsal ve sanatsal üretimiyle bile daha en başından siyasallaşmakta…
“Solun kültürel hegemonyası…” gibi artık sadece zavallı bir tatminden öteye gidemeyen, klişeleşmiş tabirlerin kaynağı da bu siyasallık…
İkinci olarak bizim entelektüelimizin, hangi cenahtan olursa olsun toplumsal gerçeklikle, sosyal ihtiyaçlar ve beklentiyle, karşı mahallenin insanlarıyla kurduğu ilişki de sorunlu…
Kendi mahallesini de diğer mahalleleri de aynı haritada toplayan gerçekliği ele alma biçimi, son noktada, Nurullah Ataç’ın deyimiyle kendi cenahına yaranma güdüsüyle belirlenir.
Bizim entelektüelimizi var eden şey, toplumsal gruplar arasında dolaşabilme, mesafe alabilme kapasitesi değil, konumlarıdır. Siyasallaştırma ödevlerini de asla sorguya tabi tutamayacağı bu konum üzerinden yerine getirir.
Çünkü, hem içinden çıktığı cenahı hem de genel olarak toplumu, bu siyasallığı kuran geçmişin baskısından kurtarmak yerine onunla boğar âdeta. Keza Nurullah Ataç, yıllar öncesinden bu sorunu vurguluyordu:
“Kendilerini aşmak isteyen kişilerimiz pek yok, en iyileri bile yetiniveriyorlar edindikleri bir parça bilgi ile, onunla kurum satmağa kalkıyorlar. Bireylerin, toplum içinde bir takımın yoksulluğu ile ilgileniyoruz, bütünün yoksulluğu üzerinde durmuyoruz.”
Bütünü görmek yerine o bütünü kendi cenahından ibaret kılmaya çalışan, böylelikle de şikâyet ettiği “yoksulluğu” büyütmekten öteye geçemeyen bir figür bizim entelektüelimiz.
Talep bu neticede… Sermayeleşen, yayınevleri ya da medya şirketleri kuran “cenahlar” da bunu bekliyor. Kendi kavramları üzerinden savunular, bakış açıları talep ediliyor. Bu olmazsa “görülmek” mümkün değil nitekim.
Velhasıl, bu noktada “talep” bahaneye dönüşüyor ve ihmal edilenlerin boşluğunda entelektüel çabanın kendisi değersizleşiyor.
Önemsizleştirilen bir suç var ortada, sorumluluğu “kolektifleştirmek” ise işin en kolayı… Entelektüelin siyasal militana dönüşmesinin sorumluluğunu bu talebe ve onun kaynağındaki toplumsal kültüre atmak faili isimsizleştirmek olacaktır.
Muhatabımız entelektüel sermayeyi kontrol eden, onun görünürlüğünü mümkün kılan odaklar ve bu kontrolü “sindirebilmiş” entelektüel figürdür.
Bugün, bu “kontrol” ile ya da bu entelektüel militanlaşma ile baş etmedeki yetersizliğimizle yüzleşmek zorundayız.
Her ilişkiyi soyutlaştıran, sanallaştıran dijitalleşme ile bu yüzleşme neredeyse gereksiz bir olgu hâline gelse de bu yüzleşme entelektüel çabanın özgünlüğü için elzem. Bilgiyi, bilmeyi, görmeyi değil ama bakmayı önemsemek için de…
Jean de Salisbury şunu soruyordu: “Kim kendi bilgisini önemsemeyenden daha utanç verici bir durumdadır?”
Entelektüel bugün bu utanç verici durumdan kurtulmakla mükelleftir, siper ettiği ya da siper olduğu bir kitleyle “görmek” yerine bakabilmeyi her şeye rağmen mümkün kılmakla da…
Yoksa her cenahın entelektüeli kendisine “iyi” ve “güzel”.
Nitekim, Hegelci o “güzel ruhun” timsali olmak o kadar “iyi” bir şey değil: Durmaksızın hayıflanan, histerik bir türdür bu.
Her kesimin histerisi kendine bugün, hâliyle her kesimin entelektüeli de…
Fotoğraf: Nate Rayfield