[voiserPlayer]
Kovid-19 salgını tahminimizden daha fazla şeyi değiştirdi hayatımızda. Sadece kişisel mutsuzluğumuzdan bahsetmiyorum. Bizlerin siyasal ve ekonomik sistem içindeki rolü ve bu sistemlerle kurduğumuz ilişki de ciddi anlamda değişti. Artık salgın bitiyor ve bizler salgın öncesi hayatlarımıza dönmek istiyoruz. Ancak, şahit olduğumuz hadiseler bunun o kadar da kolay olmayacağını söylüyor. Çünkü salgın dönemi uygulamaları ve ekonomik tedbirler kendi içinde bir statüko yarattı ve bunu aşmak başlı başına bir kriz döneminin yaşanacağına işaret ediyor. Şu anda yaşadığımız şey muhtemelen bu kriz.
Son günlerde tanık olduğumuz iki önemli gelişme üzerinden bir okuma yapmak mümkün. Bu gelişmelerden biri, pandeminin siyasal, diğeri de ekonomik statükosu ile ilgili. Kanada’da başlayan protestolar ve Trudeau’nun bu protestolara karşı tavrı, pandemi meselesinin nasıl temel hak ve özgürlüklerin kolayca ihlal edilmesi için kullanılabildiğini gösteriyor. Üstelik bu tavrın, pandeminin ilk günlerindeki bilinmezlik perdesi ile meşrulaştırılacak bir tarafı da yok. Zira ilk zamanlar birçok insan pandemi ile ilgili pek fazla bilgiye sahip değildi. Açık havada maske takılması, eve gelen poşetlerin deterjanla yıkanarak ve dışarıda birkaç gün bekletildikten sonra eve alınması, süpermarketlerde yaşanan karmaşa hep bu dönemden hatırladıklarımız. O günlerde yazdığım bir yazıda, Hobbes’un insan insanın kurdudur önermesinin pandemi ile birlikte gerçekleştiğini, çünkü insanların hem birbirine tehdit oluşturduğu hem de birbirinden tehdit algıladığı bir süreç yaşandığını söylemiştim. Dünyanın dört bir tarafından daha fazla devlet ve daha fazla müdahale çağrıları yükseliyordu. Zira devletin kuruluş gayesi, eğer vatandaşlarının diğer insanlar tarafından öldürülmesine mani olmaksa, pandemi ile mücadele tam da devlet olma vasfını gösterme zamanıydı. Kamuya açık mekanların kapatılması ve uygulanan sokağa çıkma yasakları hep bu mantığa dayanıyordu.
Devletin güvenlik görevini icra ederken mülkiyet hakkını ihlal edemeyeceği düşüncesinin hakim olduğu ülkeler, alınan tedbirlerin maddi maliyetlerini karşılamayı da ihmal etmediler. Bu ülkelerde barı zorla kapatılan bir işletmeci, devletin güvenliği sağlarken ödemesi gereken maliyeti kendi kesesinden ödemedi. Bütçe kaynakları bunu telafi etti ve bir mağduriyet yaşanmamasına gayret gösterildi. Mesela, Türkiye gibi yardımların yetersiz kaldığı ülkelerde pandemi ile mücadele yetkisi hükümette olmasına rağmen maliyetleri genel olarak vatandaşlar üstlendi ve alınan tedbirler karşısında uğradıkları zararı kendi ceplerinden karşıladılar. Demokratik ülkeler bu açıdan olabildiğince tazminat prensibine uygun hareket etmeye çalıştı. Ancak demokratik olmayan devletler için durum aynı değildi. Onlar, alınan tedbirlerin insanların hayatlarını düzenleme gücünü sevmelerine rağmen kişilerin uğradığı maddi kayıpları telafi etmeye pek yanaşmadılar ve bireylerden kendilerini toplumsal güvenlik için feda etmelerini istediler.
Ancak hayat sadece maddi tazminat ilkesi etrafında dönmüyor. İnsanlar kamusal alanda özgür ve kendi bedenleri üzerinde mutlak hak sahibi olmak istiyor. Bu yüzden, salgın ile mücadele tedbirlerine karşı şüpheyle yaklaşan birçok insan var. Aşı karşıtları veya hayatlarını sürdürmek için aşı zorunluluğuna karşı olmak durumunda olanlar bu kategoride yer alıyor. Bu insanları hızlı bir şekilde karikatürize etmek meseleye hatalı yaklaşmamızı beraberinde getirebilir. Zira bu durum içinde daha büyük bir özgürlük problemini barındırıyor. İnsanların aşı olarak kendilerini koruma altına aldıkları bir ortamda, aşı olmak istemeyenlerin hayatı üzerinde söz sahibi olmak istemeleri ve onları aşı olmaya zorlamaları oldukça problemli gözüküyor. Yani, pandeminin ilk günlerinde birbirinin kurdu olan insanlar olgusunun, aşı ile birlikte artık zayıflaması gerekiyordu. Ancak bu olmadı ve bazı hükümetler kendilerini, sadece insanları birbirinden korumakla değil aynı zamanda kendilerinden de korumak işini üstlendiler. Bu tehlikeli bir yoldu. Durum o kadar absürt bir hal aldı ki insanları kendi kararlarının fiziksel sonuçlarından korumak için onlara bizzat fiziksel olarak zarar verme meşrulaştı. Örneğin, aşı olmadığı için hastalanabilecek bir Hollandalı, aşı olmak istemediği için öldüresiye dövüldü.
Bu noktada öne çıkan sağlık sisteminin üzerindeki yükün azaltılması argümanının ise bir başka otoriterliğe kapı aralayabileceğini kabul etmek gerekiyor. Zira insanların yaşam tarzları ve tercihlerinin sağlık sistemi için yük oluşturacağı gerekçesiyle düzenlenmesi sadece Kovid-19 salgınıyla da sınırlı kalmayabilir. Beraberinde alkol, sigara, fast food veya sağlığa zararlı her türlü tüketim maddesinin yasaklanmasını getirebilir ve Touraine’in, demokrasinin en büyük düşmanı olarak nitelendirdiği türdeşlik olgusunun önünü açabilir. Böylece, ideolojik bir otoriterlik yerine sağlıklı yaşamak üzerine bir faşizm kurulabilir ve insan tercihleri siyasi otorite tarafından hayırlı bir iş yapma adına sınırlandırılabilir.
Kanada’da yaşanan hadiseler, özgürlüklerimizin ne denli kırılgan ve salgın döneminde ortaya çıkan “ortak iyi” kavramının bireysel haklarımızı ihlal etmeye ne denli hevesli olduğunu zaten gösterdi. Dünyanın en gelişmiş demokrasilerinden birisi olarak kabul edilen Kanada, görevlerini sürdürebilmeleri için aşı olmaları zorunlu kılınan tır şoförlerinin protestolarına karşı akıl almaz tedbirlerle cevap veriyor. Bu insanların sivil protesto eylemlerini kriminalleştiriyor ve protestoya katılan insanların banka hesaplarını mahkeme kararı olmadan dondurma yetkisini kullanıyor. Bu yetki Acil Durumlar Yasası tarafından hükümete tanındı. Yani, bu yetkinin olağanüstü bir güvenlik tehdidi olması durumunda uygulanması gerekiyor. Ancak Trudeau’nun dünyasında aşı olmak istemeyen insanların protestolarda bulunması ile ciddi bir güvenlik riski veya korkunç bir doğal afet arasında bir fark yok. Bu mülkiyete el koyma yetkisinin yarı otoriter, popülist, despot rejimler tarafından kullanıldığını düşünelim. Biçimsel olarak her türlü hak ihlalini onaylayan bir hukuki metin çıkartabilir veya eylemlerinizi bir maddeye dayandırabilirsiniz neticede. Onlar da bunu yapmaktan geri kalmayacaktır. Maalesef, Mısır veya Türkiye’deki yönetimler yapınca mide bulandırıcı bir hal alan bu tip müdahaleler, Kanada’nın baby face başbakanı yaptığı zaman normalleşmiyor. Yürütme erkinin, sivil vatandaşların sırf fikirlerini ifade ettikleri için mülkiyetine el koyması dünyanın her yerinde aynı tiksindiriciliğe sahip.
Salgın’ın yarattığı bir de ekonomik statüko var. Bir çok iş yeri kapanmak zorunda kaldı ve insanlar ihtiyaçları olan hizmetlerin evlerine kadar gelmesini talep ettiler. Çarşıya pazara çıkamayan, dışarıda yemek yiyemeyen ve ihtiyaçlarını perakende satıcılardan karşılayamayan insanlar çareyi online satış sitelerinde buldular. Bu sayede, online satış sektörü ciddi anlamda karlılığını arttırdı. Yani hükümetin kapanma kararları bazı sektörleri zayıflatırken bazı sektörleri besledi. Neticede iktisadi bir rekabet sonucu yerine, siyasi bir müdahaleyle değişen bir durumdan bahsediyoruz. Bu, bir nevi servet transferi olarak da görülebilir çünkü perakendecilerin hilafına olan bir durum toptan mal satan, online ticaret firmalarının lehine oldu.
Bu firmalara rağbetin artması, lojistik sektörü ve üretici ile tüketici arasında ilişkiyi kuran cep telefonu uygulamaları için önemli bir fırsattı. Sektörün karlılığı gittikçe arttı. Ancak bu artışa rağmen firmalar, salgın öncesi ücret ve çalışma koşullarını değiştirme konusunda isteksiz davrandılar. Tabir caizse artan karlılıklarını bölüşme konusunda pek hevesli olmadılar. Salgın sonrası ortaya çıkan enflasyon alt ve orta gelir grubundaki insanların sırtına binerken, salgın sayesinde para kazanan firmalar için yaşanan olaylar sadece karlılıklarını arttırmak için müstesna bir fırsattan ibaretti. Bu durum, ardı ardına grevlerin başlamasını beraberinde getirdi. Pandemi şartlarında hizmet veren ve hem ekonomiyi hem insanları ayakta tutan ve pandeminin yarattığı enflasyonun altında ezilen işçiler, firmaların bu fırsat döneminde arttırdıkları karlılıktan paylarını istediler.
Bu durumu sendikalara karşı alerjik bir yaklaşımla ele alamayız veya iş piyasasındaki serbestiyetin altını çizerek geçiştiremeyiz. Ortada siyasi otoritenin müdahalesiyle yaşanan bir servet transferi olduğunu kabul etmeli ve bu transferden sadece firma sahiplerinin değil aynı zamanda çalışanların da faydalanmasını makul bulmak zorundayız. Normal şartlar altında yapamayacakları karları, kapatma ve sokağa çıkma yasakları sayesinde yapan firma sahiplerini işçilere karşı müdafaa etmenin etik bir boyutu yok. Üstelik, ücret artışı taleplerinin kamusal alanda, barışçıl bir şekilde ifade edilebilmesi de özgürlüklerimiz açısından farkında olmasak da teminat niteliği taşımaktadır. Bu tip protestoların Türkiye’de salgın bahanesiyle defalarca yasaklandığını gördük. Allah’tan hükümet, salgının enflasyonist etkilerini kat be kat daha fazla hissetmemizi sağlayan akıl almaz ekonomi politikaları uyguladı. Böylece oluşan yüksek enflasyondan dolayı, kendisinden ziyade firma sahiplerini suçlamayı makul buluyor ve halkın öfkesini bu insanlara yönlendirmeyi tercih ediyor. Bu sayede açılan bir özgürlük alanı var ve yeniden, toplanma ve protesto gibi iyice can çekişen haklarımızı geri alabiliriz.
Ezcümle, bir salgını ve salgın süresince ortaya çıkan statükoyu geride bırakıyoruz. Toplumun, siyasetin ve ekonominin salgın öncesi haline dönmesi biraz zaman alacak ve bu bir anda gerçekleşmeyecek. Bu süreci, özgürlüklerimizden taviz vermeden ve hayatımızdan siyasal otoritenin tercihlerimizi sınırlandırmaya hevesli tavrını olabildiğince uzak tutarak geçiştirmek gerekiyor. Bunun için de ister Migros işçisi, ister Kanadalı tır şoförü olsun insanların hak taleplerini desteklemek gerekiyor. Ne tır şoförleri ırkçı birer faşist ne de Migros işçileri radikal devrimci. Bu kesimleri, devletlerin ve onlar sayesinde servetlerini arttıran firmaların bu şekilde tanımlamalarına aldırış etmeden, organik birer tepki olarak algılamak ve protesto pratiğini olabildiğince canlı tutmak gerekiyor.
Fotoğraf: Mufid Majnun