
Babil, Cem Yılmaz ve Apolitik Olmanın Dayanılmaz İşlevi

Soğuk Savaş yılları… Berlin Duvarı, yalnızca birbiriyle akraba bir toplumu ikiye ayırmakla kalmıyor, birbiriyle neredeyse taban tabana zıt iki siyasal doktrinini de bu toplumlara uyguluyor. Doğu Berlin’de Sovyetler, Batı’dan gelebilecek her türlü “özgürlük” akımının önünü kesebilmek adına gittikçe zorbalaşan yöntemlerle toplumu zapturapt altına almak istiyor. Rock’n Roll dinleyen gençler tutuklanıyor, romanlar yasaklanıyor. Fakat, üzerine bastırılan bir balon gibi, toplum bastırıldıkça alternatif arayışları da güçleniyor.
1988 yılında Doğu Berlinli gençler, yönetim ile pazarlık masasına oturuyor, her iki tarafın da üzerinde uzlaşacağı bir rock yıldızını kente konsere çağıracaklar. Fakat toplumun istekleri, özgürlükçü isimleri, sınır tanımaz şiirleri olanlar -kabul edilmiyorlar. En son fikir, Bruce Springsteen’i çağırmak. Springsteen’in şarkıları tercüme ediliyor, yönetime sunuluyor. Geldiği ülkeyi kıyasıya eleştiren, kapitalizmi tehlikeli bulan, “katlanılabilir” bir isim olduğu düşünülüyor ve Springsteen kente geliyor.
Bu, Avrupa’nın bugüne kadar gördüğü en büyük konserlerden birinin hikayesine dönecek. Zira Jules Gaspard’ın anlatımına göre o gün, Doğu Berlin’de herkes konser alanına sığmış olmasa da hemen hemen herkes Springsteen’in şovunu izledi. Ve Stasi’nin gözünden kaçırdığı bir nokta vardı: ABD’yi yerden yere vuran “Born in the USA” şarkısının nakaratı, kitlelerin bağıra çağıra söylemesine çok uygundu. Ev yapımı Amerikan bayraklarıyla Springsteen’i dinlemeye gelen yüz binler, şarkının nakaratında bütün Doğu Berlin’i inletti. Bu, diğer birçok etmenle beraber, Soğuk Savaş’ın kaybedeninin kim olacağını gösteriyor gibiydi: Bastırılan balon patlamak yerine kaçacak köşe aramıştı.
Doğrusu, geçtiğimiz hafta önce Cem Yılmaz filmlerini tekrardan boykot etmeye çağıranları ve Babil dizisinden bir siyasi anlatı çıkarmayı çalışanları görünce, 1988’de duvarın ardındaki Berlin’i inleten bu konser çaldı durdu aklımın bir köşesinde. Bekir Ağırdır’ın T24’te Murat Sabuncu’ya söylediği gibi, insanlar bir muhalefet arayışına girişmişti. Üstelik bu arayışı karşılamak, apolitik olmaya yeminli kanallardan ve kişilerin üzerine kaldı. Ki bunun da belli sebepleri ve işlevi var aslında.
Öncelikle Ay Yapım’ın yaptığı bir “ana akım” iş de toplumun önüne çıktığı andan itibaren kendi kuşağının apolitik rüzgarını taşıyan Cem Yılmaz da siyasetin kutuplarının malzemesi değil. Babil’de verilebilecek bir mesaj da Yılmaz’ın yeni filmleriyle söyleyebileceği bir söz de toplumu ikiye bölen sert duvara çarpıp, bir taraftan alkış almaz. Kendi mahallesinden alkış almak haricinde hiçbir getirisi olmayan keskin işlerin aksine, ufak da olsa fark yaratabilecek bir kabiliyete sahip olabilecek bir yere yerleşebilirler. Ki Yılmaz’ın Karakomik Filmler serisinin ilkinde, 2 Arada ile yaptığı tam da buydu.
Hatırlayalım: Bir gemide çalışan Ayzek, geminin özelleştirilmesi sonucu işini kaybetme korkusuyla şirketin gönderdiği müfettiş ile iş birliği yapmaya soyunur. Yıllarını beraber geçirdiği personel arkadaşlarını teker teker ispiyonlamaya başlar ve günün sonunda bir başına kalır. Hem kaptan üniformasını giymektedir artık hem de çayların dağıtılmasından, çapanın çekilmesinden sorumludur. Bir başına kalmış, iktidar hırsıyla etrafındaki herkesi kaybetmiştir. Altından kalkamayacağı bir yükün altına girmiş, Gabriel Marcia Marquez’in deyimiyle “iktidarın kahredici yalnızlığında” ezilmiştir. Zira Ayzek de filmin sonunda hikâyeyi tersine çevirmek için çalışır.
2 Arada, gücü ve güçlünün denetlenemez olduğu bir ortamın eleştirisidir aslında. Ama bunu, bir zamanlardan alışık olduğumuz Olacak O Kadar keskinliğinde yapmak, “birileri”nin hoşuna gidecek şekilde anlatmaktansa bir insan hikâyesi olarak filmleştirmişti Cem Yılmaz. Zaten kendi yankı odalarında kendi kendine bağıran insanların yaşadığı bir dünyada, Levent Kırcaların işlemini yüklenecek olan da Yılmaz gibilerin “odalar-üstü” anlatım şansı. Bir de tabii “Her Şey Güzel Olacak”ın -her ne kadar filmden alınmış bir slogan olmasa da- Türkiye’nin aklına kazındığı bir dönemden geçtik. Şaşırmamak lazım kendi bireysel varlıklarını başkalarının emrine himaye etmiş kitlelerin Yılmaz’a saldırmasına…
Öte yandan Babil’i topa tutanlar, daha büyük bir toplumsal krizin parçasıydı. Zira Babil; OdaTV, Yeniçağ gibi yayın kuruluşlarının da iddia ettiği gibi son dönemin siyasal sebepler nedeniyle ihraç edilen bir akademisyenini anlatmıyordu. Dizinin ilk 10 dakikasını izleseler bileceklerdi: Halit Ergenç’in oynadığı İrfan karakteri, bir akademisyen iş arkadaşının finansal bir meselede attığı çamur sebebiyle ihraç edilen, mal varlığı dondurulan ve yurtdışına çıkışı yasaklanan bir akademisyen. İlk sahnede Marksist terminolojiden -başarısızca- alınan üç-beş cümle söyledi diye galeyana gelindi, anlaşılan. O kadar ki, bir takım ufak/yerel haber sitelerinden yayılan ‘’Babil’e FETÖ soruşturması’’ haberleri bile kendine irice yayın organlarında yer buldu, Ay Yapım’ın avukatının açıklama yapması gerekti.
Ebeveynleri 80 darbesiyle ezilmiş ama siyasi davaları sebebiyle çocuklarının “apolitik” olmasını içine sindirememiş olanlar için de epey büyük sürprizlere gebe günlerden geçiyoruz. “Apolitik” olmanın aslında “siyaset üstü” olmaya denk düşebileceğini kavrayamayanlar, bugün “ses çıkartmaları” için tükaka ettikleri figürlere bakıyor, çığlıklarına destek görmek istiyorlar.
Doğrusu, son günlerdeki Cem Yılmaz örneği ya da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 6 Mayıs’ta mazbatası gasp edildikten sonra yaptığı “sanatçılar da iş insanları da konuşacak” çağrısına cevap verenlerin de gösterdiği, o desteğin geldiği yönünde. Çünkü “apolitik” kalabilmek için, yaşanabilir ve stabil bir siyasal düzene ihtiyaç vardır. Devlet kurumlarına güvenin yüksek olduğu yerlerde vatandaşların siyasete uzak durup “apolitik kalabilme” özgürlüğü vardır. Ama demokrasinin tartışmaya açıldığı, hukuk sisteminin bütüncül bir kriz içinde olduğunun hemen her gün göründüğü, refah seviyesi sürekli ve dramatik bir şekilde düştüğü bir ülkede “apolitik” kalmak, sistemin değirmenine su taşımaya dönüşür. Fakat konuşanlar, bugün tanık olduğumuz gibi, iktidarın kutuplardan beslenen diliyle karşı karşıya kalırlar. Yakından tanıdığımız “Ya bizdensin ya onlardan” düsturu yürürlüğe girer. Ama Martin Luther King’in o sözü, bu gibi günlerde ‘apolitik’lerin vicdanında tekrar ediyor olmalı: “İnsanlar, hayatlarındaki bazı yaşamsal dönüm noktalarında seslerini çıkarmazsa, onlar için konuşacak kimse çıkmayacaktır”.
Hoş, bugünün geleceğini en iyi, bugün bir grup troll tarafından korunduğunu zanneden kişi biliyordu. 18 yıllık mutlak iktidarına bakıp konuşan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı özeleştiriyi hatırlamak lazım: Kültürel iktidar kurmak zordur. Zira balona bastırırsanız ve o balon, patlamayacak kadar dirençliyse, başka bir taraftan yine yükselir. Yükseliyor
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Bir Toplum Yaralarını Nasıl Sarar?
28 Ocak günü ABD için, tıpkı Kennedy suikastı, 11 Eylül ya da Kongre Baskını gibi ulusal bir travma günüdür. 1986 yılında yaşanan trajedi hatırlanır, bugün için çıkarılması gereken dersler tartışılır. Zira, 18 Ocak 1986’da ABD, ilk defa bir sivilin de içinde bulunduğu Challenger’ı uzaya yollayarak bir gurur anı yaşayacakken, uzay

Trump’la Uyanmayı Ben Seçmedim
Bu Yüzden Dijital Devrimin Demokrasi Mücadelesini Vermek Zorundayım. Her sabah ondan gelen bir elektronik postayla uyanıyorum. Kahvaltıma yine o eşlik ediyor. İşe oturunca dahi telefonun ışığı yanıyorsa, biliyorum ki karşıma onun adı çıkacak. Öğlen yemeğini beraber yapacak; akşam yürüyüşe beraber çıkacağız. Karantinadayım ama biliyorum ne yalnız başıma yemek yiyeceğim ne

Johnson vs. Starmer: Liderliğin İki Maskesi
Liderliğe soyunan hemen herkes, liderliklerinin sınanacağı birçok anla karşı karşıya kalacaktır. Bu, bir şirket yöneticisi için arkasından dolanan çalışanlarına karşı ne yapacağı da olabilir; bir öğrenci temsilcisinin okul yönetimine karşı tavır takınma cesareti de. O anlar, liderin karakterini belirleyecektir: Korkak mı; savaşçı mı? Cesur mu; yalancı mı? Özellikle de siyasette

Totaliter Rejimler Virüslerden Daha Tehlikelidir
İlk kurşunu Çin’in Türkiye Büyükelçiliği attı. Yayınladıkları videoda kendilerini Lego’dan doktor kahramanlar olarak gösteriyor, Özgürlük Heykeli’yle sembolize edilen ABD ise gittikçe hastalanıyordu. Çin,”Biz size söyledik” derken, öfkeden kızaran heykel, “Yalancılar” diyebiliyordu sadece. Çin, gelecek virüsle mücadelede önerilerini yaparken Amerika, “Griptir, geçer” cevabının ötesine gitmiyordu. Tesadüf o ya, ikinci kurşunu aynı

Koronavirüsle Mücadelede “Ardern Faktörü”
Sistemlerin ve kurumların işleyişine öncelik verenler, liderliğin değerini zaman zaman geri plana atmaya kalkarlar ki doğrudur; ABD’de bir başkanın devlete verebileceği zarar, olağan koşullarda, ölümcül olmayacaktır. Denge ve denetleme mekanizmaları, konu ABD Başkanı olsa da, haddin aşılmasına izin vermez. Ama sistemler, kriz anlarında tıkanabilirler. Bugün, kimilerine göre İkinci Dünya Savaşı’ndan

Koronavirüse Karşı Savaşta Akılları ve Kalpleri Fethetmek
‘Korona’ henüz Çin sınırlarının dışında sadece bir bira adıyken, meseleyi tartışmaya başlamamız gerekiyordu. Bir kere bu yeni ve yabancı virüsün varlığını başta reddederek sorunu çözebileceğini zanneden bir devletle dünyanın karşı karşıya olduğunu düşünerek hazırlanmamız lazımdı. Tarihçi Niall Ferguson da küreselleşmeyle beraber insanların hayatlarını köy-şehir-kıta demeden geniş ve birbirine yakın temasta

Gezi Davası’yla Değil İnsanca Bir Yaşamla Sönecek Gezi’nin Alevi
“ ‘Bir gün birileri sokağa çıktı ve her şey değişti’, diyenler bir masala inanıyor”. Bu cümleyi geçenlerde bir Fransız arkadaşımın ağzından duydum. Paris’in kimi sokak başlarında karşıma çıkan isimliklerin, 68’de o sokakları doldurup bir devrim hayali görürken hayatını kaybedenler olduklarını öğrendiğimde hissettiklerimi tarif etmeye çalışırken söyledi bunu. Ve o günlerde

Kahraman Bekleyenlere İmamoğlu da Yetmez Elbette
Geçen yaz Brezilyalı bir arkadaşıma Dolmabahçe Sarayı’nı gezdirirken, Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişin, hayata koridorlarında gezindiğimiz “ev”in bir odasında veda eden Mustafa Kemal’in ideallerinin tarihini de anlatmıştım. “Kendi kaderine hükmetmeye çalışan bir halkın hikâyesi” diye özetlemişti anlattıklarımı. Atatürk’ün pragmatik ama idealist liderliğine hayran kalmıştı. Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru yürürken sokak duvarlarını kaplayan fotoğraflardaki

Mustafa Sandal Nasıl Olur da Mustafa Sandal’dan Bahseder!
Londra’da yaşadığım mahalle, perdelere pek sıcak bakmıyor. Hava karardığında karanlığa, Londra’nın sisine pusuna teslim olmuyor sokaklar. Çoğunluğu iki üç katlı olan evlerin hemen hemen tamamının camları, içeride BBC’nin Parlamento yayınını takip eden aileleri ya da genişçe bir kütüphanenin önünde JM Coetzee’nin yeni çıkan romanını okuyan Londralıları açık ediyor. Evlerin içindeki

Kürt Sorunu’nu Çözse Çözse Jacinda Ardern Çözer
Geçenlerde Mehmet Ali Birand’ın hayat hikayesini tartışırken “her şeyin değiştiği” ama aslında “hiçbir şeyin değişmediği” Türkiye’yi seyrettiğimi fark ettim. Birand’ın hayatındaki dönüm noktalarından biri, şüphesiz ki daha hiç kimse “Güneydoğu meselesi” dahi demezken PKK’yı “Kürt Sorunu” olarak tanımladığı köşe yazısıdır. Askerin ve militarist nizamın ayağına sık aralıklarla basan Birand’ın kariyeri