[voiserPlayer]
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı, tarihsel bir dönüm noktasını temsil ediyor. İlk yüzyılın muhasebesi, ülkenin geçmişte elde ettiği başarıların ve yaşadığı zorlukların bir arada değerlendirilmesi, geleceğe dair ise bu temellere dayalı bir vizyonun şekillenmesi için bir fırsat sunuyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, ülkenin kaderini derinden değiştirdi. 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet, modernleşme ve ilerleme yolunda önemli adımların hızlıca atılacağı bir sürecin başlangıcıydı. Atatürk’ün vizyonu, ülkeyi çağdaş dünyanın bir parçasına dönüştürmek ve toplumu çağın gerekliliklerine uygun hâle getirmekti. Eğitim, dil, ekonomi, hukuk ve toplumsal yapı gibi birçok alanda devrimler Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilmişti.
100 yıl boyunca Türkiye pek çok zorluğun üstesinden gelmek zorunda kaldı. Siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda çeşitli dalgalanmalar yaşandı. Ancak her zorluğun üstesinden gelindi ve demokrasi, milli birlik gibi temel değerler daha da güçlendi. Cumhuriyetin 100. yılı sadece bir kutlama değil, aynı zamanda bir değerlendirme imkânı sağlaması ve geleceğe dönük bir bakış açısı sunması yönüyle de çok önemli. Cumhuriyetin ilk yüzyılını Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi, Tarihçi Doç. Dr. Ahmet Kuyaş ile konuştuk.
Cumhuriyet’in 100. yılını idrak ediyoruz. Sizce 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesinin o dönem için hem iç politika hem de dış politika açısından önemi nedir?
Dış politika açısından herhangi bir önemi yok. Bu tamamen bizim kendi iç sorunumuz. Yani Batı dünyasında tepkiler oluyor, “Türkler bizim dünyamızın parçası oluyor, bu iyi bir şey mi” şeklinde. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede “Cumhuriyet iyi bir şey, bizim de değerlerimiz evrenselleşiyor” diye sevinenler de vardı, ama o kadar. Bizim Cumhuriyet ilan etmememizin dış politika ile alakası yok.
İç politikaya gelince orası daha uzun bir öykü, çünkü ulusal egemenlik dediğimiz, yani meclisin üstünlüğü bizim için yeni değil. Biz onu 19. yy.’dan bu yana yaşıyoruz. Ancak 1918 sonunda Sultan VI. Mehmet Vahdettin meclisin son sözü söyleyen bir merci olmasından rahatsızdı. Belki tam anlamıyla Abdülhamit gibi mutlak bir hükümdar olmak istemiyordu, ama meclisin de son sözü söyleyen kurum olmasını istemiyordu. O nedenle, meclisi dağıtıp sonra da hiç seçim yapmadı. Bunun üzerine II. Meşrutiyet’te yavaş yavaş ortaya çıkan cumhuriyetçilerin sayıları artmaya başladı. Hatta biliyoruz ki Erzurum’da Cumhuriyet’in ilan edilmesi için destek gösterileri yapanlar var. Cumhuriyet’in ilan edilme nedeni, Abdülhamit’ten kurtulduktan 10 yıl sonra başlarına Vahdettin’in gelmesi. O nedenle, “tamam, artık Cumhuriyet’e geçelim, sonradan gelecek sultan iyi mi olur kötü mü olur diye korkulu rüyalar görmeyelim” diyorlar.
İkinci neden ise saltanattan kurtulmamız gerekiyordu, çünkü hilafetten kurtulmamız gerekiyordu. Neden hilafetten kurtulmamız gerekiyordu? Çünkü ulus devletin seküler bir devlet olması lazım. Bugüne kadar gerek ıslahatçılar gerek bir takım seküler insanlar Türkiye’nin Sünni Müslüman bir ülke olduğunu anlattılar. Hâlbuki öyle değil, bizim farklı mezheplerden ve gayrimüslim olan bir sürü vatandaşımız var ve bunların halifelikle bir alakası yok. Dolayısıyla, böyle bir ulus devlette devletin en tepesinde sadece Sünnilerle iletişim hâlinde olan bir kurum olmaması gerekiyor. Onu kaldırabilmek için saltanatı kaldırdık. Unutmayın, cumhuriyet evrensel bir değer değil. Bugün insanların saygılı, demokratik olduğu bir sürü ülkede, başta Büyük Britanya, Belçika ve Hollanda’da, meşruti monarşi hâkim. Komşumuz İran da cumhuriyetle yönetiliyor, ancak İslam Cumhuriyeti. O yüzden bizim Cumhuriyet’e geçmemiz gerekiyordu. Kendi ulusal tarihimizin koşulları gereği Osmanlı İmparatorluğu sona erdikten sonra Türkiye diye yeni bir ulus devlet kurma aşamasını başka türlü aşamazdık.
Cumhuriyetin ilanı, Türkiye’nin modernleşme sürecinde bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Cumhuriyet’in ilanına giden süreçte en önemli gelişmeler nelerdi ve Osmanlı’dan devralınan modernleşme mirası bu süreçte nasıl bir rol oynadı?
Osmanlı imparatorluğunda başlayan bir modernleşme var. Bu, 2. Meşrutiyet döneminde biraz daha yerleşikleşiyor. Cumhuriyetin başlarında biraz daha derinleşecek. Şöyle söyleyeyim, mesela Latin harfleri 1864’ten itibaren tartışılıyor. Mesela, 1917’de Hukuk Kararnamesi’yle Müslümanlar tek eşli oluyor. Atatürk ve onun ekibinin yaptıkları şeyler aslında yeni değil, o güne kadar irili ufaklı bir şekilde uygulamaya konmuş birtakım şeyleri pat diye birden yapması büyük bir olay olurdu. O yüzden bunları yaparken çok büyük tepkiler olmuyor. Sadece festen şapkaya geçiş aşamasında isyanlar var. Ancak orada da bana kalırsa isyan edenlerin çoğu bir takım pis politikacıların oyununa gelmiş. Ayrıca II. Mahmut fesi Osmanlı’ya getirdiğinde “bu gâvur takkesi, biz bunu giymeyiz” diye itiraz etmişler. Fes kaldırıldığında zaten geçmişi yalnızca 100 yıldı. Ama bazı kesimler tarafından bu, İslami başlıktı diye anlatılıyor.
Aslında Osmanlı’da uzun süren ve gittikçe radikalleştiğini gördüğümüz, gittikçe köktenleştiğini gördüğümüz bir modernleşme süreci var. Yapılanlar hakkında kim ne zaman ne konuştu, ne yazdı baktığınız zaman yıllardan beri tartışılan şeyler. İster alfabe olsun ister takvim olsun daha önce düşünülmüş, konuşulmuş şeyler. Mustafa Kemal Paşa’nın buradaki önemli rolü, tüm bunları bir anda uygulamaya geçirmek.
Cumhuriyet’in ilan edilmesine giden süreçte Atatürk’ün birçok muhalifi meclisin egemen olduğu ancak halifenin de sembolik bir devlet başkanı olarak korunduğu bir meşruti monarşi öneriyorlardı. Atatürk neden böyle bir sistem yerine Cumhuriyet’i tercih etti?
Halife sadece Sünnilerin halifesi, yani Sünni Müslümanların halifesi. Bırakın gayrimüslimleri Müslümanların da önemli bir kısmı halifeye karşı tarihsel bir bağlılık görmüyorlar. O yüzden herkesin bütün haklara sahip yurttaşlar olduğu bir devletin başında sadece bir cemaatle bütünleşen bir kurum olmaması gerekiyor. Saltanat kaldırılırken bunu istemeyen saltanata bağlı olduklarını, bunun bir gelenek olduğunu söyleyen arkadaşları vardı. Mustafa Kemal onları karşısına alarak saltanatı kaldırma yoluna gitmedi. Onları bir şekilde kandırdı. Nasıl kandırdı? Saltanatı kaldıralım, halife devlet başkanı olsun. Ama eskiden sultanların sahip olduğu bir takım anayasal hakları olmasın. Bu tamamen bir manevraydı, günü kurtarmak için. Ama bir takım insanlar buna inandılar ve beklediler ki bir gün yeni Türkiye’nin anayasası yapılacak, o anayasa yapılırken halifeye bu önemli görev verilecek ve devlet başkanı olacak. Ama Atatürk’ün böyle bir niyeti yoktu. Bu, sadece arkadaşlarını kandırıp onların da saltanatın aleyhinde oy kullanmasını sağlamak için verdiği bir sözdü ve bu sözü tutmadan birdenbire Cumhuriyet’i ilan edince silah arkadaşları tepkilerini dile getirdiler. “Cumhuriyet’in aceleye getirildiğini” söylediler. Çünkü, Cumhuriyet’in anayasa yapılarak getirilmesi gerekir ama anayasa yapmak için mecliste 3’te 2 çoğunluk olması gerekir. Mustafa Kemal Paşa da bunu bildiği için önce saltanatı kaldırdı, sonra Cumhuriyet’i ilan etti, sonra hilafeti kaldırdı ve ondan sonra anayasa yaptırdı.
Cumhuriyet’in ilanından sonraki yıllarda yapılan inkılaplarla yeni rejim laik bir modern ulus devlete dönüştü. Bu süreçte yapılan inkılapların en önemlileri size göre nelerdir?
Laik modern bir ulus devlet olabilmek için çoğunluğun okuryazar olması lazım. O yüzden önce harf inkılabını gerçekleştirdi. 1950’de Demokrat parti iktidara geldiği zaman Türkiye’nin okuryazar oranı yüzde 35’ti. Türkiye nüfusunun yüzde 99,5’nin büyük babası okuma yazma bilmiyordu. Aslında yüzyıl bir ulus devletin tarihi için çok kısa bir dönem. Mustafa Kemal Paşa ve ekibinin 1920’lerde yaptıklarının olumlu sonuçlarını ancak yeni yeni almaya başlıyoruz. 1945’te başlayan yol yapımı sayesinde bir takım köylüler birkaç saat mesafe uzaklıktaki kasabaya gidebildiler. Ondan önce dar bir alanda yaşıyorlardı. Böyle ulus devlet olmaz. Bana kalırsa biz ulus devlet olmaya okuryazar oranının yüzde 90’lara ulaştığı 80’li yıllarda ulaştık. Çok yol aldık ancak daha fazla yol almamız lazım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıl içindeki siyasi, ekonomik ve sosyal dönüşümü hakkında düşünceleriniz nelerdir? Cumhuriyet 100 yıl içinde ne kadar demokratik bir rejime evrilebildi ve Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri ne kadar benimsenebildi?
Bu konuda pek parlak değiliz. Ama unutmayın, demokrasiye insan haklarına saygılı olmak, bunlar böyle hadi öyle olalım diyerek olunan şeyler değil. Onları yaşayarak öğreniyorsunuz. Türkiye’de hâlâ otomobili doğru dürüst kullanmayı, kaza yapmadan öğrenemeyenlerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bir de ben bugün demokrasi açısından, insan haklarına saygı açısından, Türkiye’nin çok parlak bir dönemden geçirmediği kanısındayım. Ama toplumumuzun o konudaki bilinci bundan 20-30 yıl öncesine oranla müthiş ilerlemiş vaziyette. Bunu pek göremiyoruz, çünkü bugünlerde toplumun bunları dile getirecek birtakım imkânları yok.
Çok şey öğrendik. Cemaatler arası gerginlikler gittikçe azalıyor, başka fikirlerle yaşayan insanlara saygı göstermeyi öğreniyoruz; bunlar yoktu. Ben üniversitedeyken şaka yollu hangi Türkiye dendiğinde 10 yılda bir darbe olunan ülke denirdi, o dönemler bitti. Böyle böyle öğreniyoruz. Benim yapabileceğim bir eleştiri şudur: Bu tarz süreçleri Batı dünyasındaki ülkeler geçmişlerinde nasıl yaşadılar, yani Avrupa tarihinde neler oldu bunları öğrenip öğreteceğiz. Demokrasiyi tanımlamaktan aciz milyonlarca insan yaşıyor bu ülkede. Karşılaştığımız sorunları bize özgü sorunlarmış gibi işin içinden çıkılmaz bir şeye dönüştürüyoruz. Hâlbuki baktığımız zaman İspanyollardan Fransızlara ve İngilizlere kadar herkesten öğrenecek bir takım şeylerimiz var. Çünkü karşılaştığımız hiçbir mesele bir tek bizde olan Türkiye’ye özgü şeyler değil.
Önemli bir gelişme var. Sizin benim gibi insanlara belki yine yetmiyor. Ama dediğim gibi giderek 20-30 yıl öncesine göre gelişiyoruz. Fakir bir ülkede demokrasinin olmasına imkân yok. Amerika’da kitaplar yazılıyor demokrasinin iktisadi kültürel ön koşulları diye. Aç biilaç ya da işte ayın sonunu getirmeye ancak gücü olan insanlardan oluşan bir toplumda demokrasi olmaz. Zaten son dönemde orta sınıfın olmamasından şikâyet edenlerin anlatmak istediği o. Çünkü bir ülkede demokrasiyi yaşatan orta sınıftır. Yani çocuğuna iyi eğitim aldıracak, tatile gidebilecek, ortalama temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumu olan bir sınıftan söz ediyoruz. Demokrasi onlar sayesinde ayakta duran bir yönetim biçimi olduğu için son yıllardaki iktisadi gelişmelerden orta sınıfın etkilenmesi tabii demokrasi için korkutucu. Ama bunlar politika meselesi. Bu iktidardan sonra başka bir gün başka bir iktidar gelince neler olur, bu durumdan nasıl kurtulunur bilmiyorum? Ama unutmayın, ekonomi bunların sadece bir bileşeni. Kültürel olarak mesela demokrasiye çok daha yakın bir toplumuz.