[voiserPlayer]
- “Türkiye dünyanın en milliyetçi ülkelerinden biridir”. İlk bakışta indî görünen bu çıkarım pek de isabetsiz sayılmaz. Hele sokaklara, kahvehanelere, okul bahçelerine ve televizyon ekranlarına kulak verildiği zaman, milliyetçiliğin Türklerin dünyayı anlama ve anlamlandırma çabasında merkezi bir yer tuttuğu kolaylıkla anlaşılabilir. Bu milliyetçiliğin -velev ki savunanları memleketin politik elitine mensup olsunlar- son derece basit, avama mahsus bir düşünüş tarzıyla lügate dökülüp savunulduğu da yine eleştirel gözlerin dikkatinden kaçmayacak bir olgudur. Denebilir ki, söz konusu milliyetçilik bir ideolojiden bir reflekse evrilmiştir.
- Türk milliyetçiliği 19. Yüzyıl sonunda alarmist bir telaşla doğdu, şüphesiz bu milliyetçiliğin temel direklerinden biri Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğinden duyulan kaygı olmakla birlikte, asıl teorisyen ve sözcüleri Anadolu ve Rumeli dışından çıktı: İsmail Gasprinskiy, Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali. Bu isimlerin hepsi Rusya İmparatorluğu’nun tebaası olarak doğdular, Kazan’da, Kırım’da, Azerbaycan’da serpilen Türkî burjuvaziye mensuplardı. Ortak özellikleri kültürel olarak Batıcı, seküler ve şedit milliyetçi olmalarıydı. Yüzyılı aşkın bir süre içinde Türk milliyetçiliği fin de siècle’in Tatar ve Azeri entelektüellerin ideolojisinden Anadolu kasaba ve köylerinden büyük şehirlere göç eden öğrenci gençliğin fikriyatına dönüşmesi doğrusu yaman bir metamorfoz hikayesidir, fakat bunu tahlil etmek bu yazının mütevazı sınırlarını fazlasıyla zorlayacaktır.
- Türkiye’nin ne kadar milliyetçi bir ülke olduğunu söyleyerek yazıya başlamıştık. Bu popülerleşen ve performatif hale gelen milliyetçilik, 2015-2016’da Milliyetçi Hareket Partisi’nin de iktidara eklemlenmesi ve bu partinin sembollerinin iktidarın sembolleri haline gelmesiyle yeni bir canlanma yaşadı. Gerçi daha geniş bir açıdan yakın tarihe baktığımızda bu “canlanma”ların pek de nadirattan olmadığını görebiliyoruz: 1990’lardaki “pop milliyetçilik”, 2005-2010 dönemine tarihleyebileceğimiz “ulusalcılık” gibi akımlar da toplumu derinden etkilemiş ve milliyetçi sembollerin ana akıma –ilk örnekte tüm toplumu, ikinci örnekte öncelikli olarak AKP karşıtı seküler muhalefeti kapsar şekilde- yayılmasının önemli momentleri olmuştu. Bu yayılma, siyasi tartışma vasatının ötesinde popüler kültür üzerinden de toplumun geniş kesimlerine ulaştı. Tabii burada salt politik konjonktür değil, cumhuriyet tarihi boyunca mevcut olan, 1970’lerde Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde ama bilhassa 12 Eylül ertesinde katmerlenen bir eğitim politikası da etkili oldu. Erken cumhuriyet milliyetçiliğinin Türk-İslam sentezine evrilme sürecine dikkatle bakıldığı zaman bugün çok yaygın olarak milliyetçi cenahta kullanılan kimi motiflerin yavaş yavaş gelişmesine de şahit oluruz. Fakat, milliyetçiliğin hangi vurguyu yaptığından bağımsız olarak, cumhuriyetin her döneminde, Orta Asya –ve kaçınılmaz olarak “Dış Türkler”- bir şekilde gündemde oldu; İlk Türk Tarih Kongresi’nin iddialı ama pseudo-bilimsel tezlerinden 1950’lerin antikomünist mücadele cehdine kadar her fikirden Türkiyeli entelektüelin zihnini de zaman zaman meşgul etti. Tabii en çok da milliyetçi entelektüeller bu konuyla ilgili yazıp çizdiler. Türkiye’deki Türk milliyetçileri ile “Dış Türkler” arasında ise gerilimli bir ilişki olduğunu söylemek mümkün. Zaten 1940’lardan 1970’lere kadar Türk milliyetçiliğinin tarihi aslında milliyetçiliğin odağının Turan’dan Türkiye’ye kaymasının da hikâyesidir. 1940’larda Wehrmacht’ın Sovyetler Birliği içindeki ilerlemesiyle Orta Asya’daki Türki kavimlerin bağımsızlığa kavuşacağı yönündeki beklenti (bugün pek yüzleşilmese de 1940’ların Türkçü kadrolarının Nazi Almanyası’na hayranlıkla baktığı gerçeğini de buraya not düşelim) ve 1950’ler-60’ların “Esir Türkler” teması üzerinden yürüyen antikomünizmi gittikçe Türkiye merkezli ve muhafazakâr-İslamcı motiflerden etkilenmiş bir antikomünizm ve milliyetçiliğe dönüşmüştür. Öyle ki başbuğAlparslan Türkeş’in bir “dış Türk”, bir Kıbrıs Türkü olduğu da neredeyse vurgulanmaz olmuş, bunun yerine kendisinin Kayseri-Pınarbaşı’nın Yukarıköşkerli köyünden bir Avşar olduğu vurgusu gelmiştir.
- Fakat, söylem düzeyinde de duygu düzeyinde de bir büyük Türk âleminin varlığına iman, popüler Türk milliyetçiliğinin esaslı bir rüknü olmuştur. Bu durum özellikle son Azerbaycan-Ermenistan savaşının Türk medyasında yansıtılma ve kamuoyu tarafından algılanma biçimlerinde kristalize olmuş, KKTC seçimlerinde ise Kıbrıslı Türkler özgür politik tercihleri olmayacak siyasi bireyler gibi aksettirilerek, KKTC kendi kendini idare eden bir siyasi entite değil adeta Türkiye’nin önerdiği valiyi kabullenmeye mecbur bir vilayet ahalisi gibi kamuoyuna sunulmuştur [1]. Velakin Ermeniler ve Rumlar gibi popüler kültürde düşmanlaştırılmış halklar savaşın öznesi olmadığı zaman (veya ortada bir savaş olmadığı zaman) bu ilgi aynı hızla sönmektedir. 2020 Ekim’i boyunca Kırgızistan’da vuku bulan ve neticede seçimlerin geçersiz sayılması ve başbakan Kubatbek Boronov ile cumhurbaşkanı Sooronbay Jeenbekov’un istifasıyla sonuçlanan protestolar Türkiye kamuoyunda hiçbir ilgi görmemiştir. Vaktiyle milliyetçi-muhafazakâr basında sürekli gündemde tutulan, bayraklaştırılan “Doğu Türkistan davası”nda ise tam da sistematik mezalimin ayyuka çıktığı son birkaç yılda –muhalif kesimleri istisna sayarsak– utandırıcı bir sessizlik vardır.
- Buradan hareketle şöyle bir teşhis konulabilir: Türkiye’deki milliyetçi çevreler geniş bir Türk dünyası düşüncesine bunun Türkiye ile doğrudan ilgisi dışında bir değer atfetmemektedirler. Şu veya bu Türkî halk sadece Türkiye’nin bu halkların yaşadığı coğrafyaya yönelik jeopolitik ilgisi yahut bu halkın Türkiye için oynayabileceği politik/diplomatik rol itibarıyla ilgi görmektedir. Bu ilgi açısından da sürekli bir kardeşlik, fakat Türkiye’nin ağabey, diğer Türkî devletin/topluluğun küçük kardeş olduğu bir ilişki olarak kurgulanmış bir kardeşlik performansının sergilenmesi devamlı olarak beklenen ve gerçekleşmeyince türlü tedbirlere başvurulan bir durumdur. Burada merkezi tamamen Anadolu, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti ve onun kısa vadeli siyasi hamleleri/çıkarları olan bir Türk dünyası tahayyülü vardır. Söz gelimi, Kıbrıs Türkleri (tıpkı farklı bir kontekstte Türkiye’deki gayrımüslim azınlıkların yaşadığı gibi) hemen her konuda sürekli Türkiye’deki efendilerine sadakat ve ubudiyetlerini kanıtlamakla borçludurlar. Türkiye’nin istediği politikacılara oy verecek, özerk bir siyasi iradeye sahip olmayacaklardır.[2] Bunun olmadığı durumlarda ithamlar birbirini izlemektedir. Kıbrıs Türklerinin Rumlaştığı, Orta Asya Türklerinin Ruslaştığı, Azerbaycanlıların İranlılaştığı ve benzeri suçlamalar hayal kırıklığı yaşayan Türk milliyetçisinin değişmez suçlamalarıdır. Yahut, Irak Türkmenleri gibi Türkiye’nin Irak politikasında konjonktüre göre öne çıkarılacak, konjonktüre göre unutulacak, konjonktüre göre mensup oldukları mezhep başlarına kakılacaktır.
- Kısacası Türkiye’deki sağ-milliyetçi çizgi için bu tutumlar birer sapma değil, söz konusu siyasi çizginin (ama Türk milliyetçiliğinin kendisinin değil) teşekkülünden itibaren özünde mevcut olan hastalıklardır. Türk dünyasının geleceğini önemseyenler için bu marazlardan azade yeni bir çizgiye gereksinim vardır. Bu çizgi devlet çıkarları ve milliyetçilik yerine hürriyet, ilerleme ve işbirliğini merkezine alan bir çizgi olarak inşa edilmelidir. Türk dünyası ile ilgili yapıcı ve kapsayıcı bir politik hat çizebilmenin yolu bu dünyayı farklılıklarıyla benimsemekten geçer. Bunu tamamlayan bir diğer prensip de bu dünyayı değişik Türkî halklar arasındaki ilişkilere hiyerarşi atfetmeden, çokmerkezli bir uzam olarak benimsemektir. Bunun ön-şartı da Türk dünyasını Türkiye merkezli okumamaktır. Dahası “Dış Türkler”in Türkiye’den bağımsız, zorunlu olarak Türkiye için yararlı olması da gerekmeyen politik ajandaları olabileceğini kabul etmektir.
Unutmayalım ki, Türk dünyası çok geniş ve kozmopolittir. Bunu “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” popülist şişinmesiyle değil, bu genişlik ve kozmopolitizmin kasaba siyasetinin ufuklarına sığmasının imkânsızlığıyla mütalaa etmek gerekir. Uygur Gagavuz’a, Çuvaş Kıbrıs Türkü’ne, Yakut Özbek’e benzemez. Kültür, yaşayış tarzı, inanç olarak ciddi farkları vardır. Aynı dil ailesine de mensup olsalar birbirleri arasında karşılıklı anlaşılabilirlik (mutual intelligibility) yoktur veya zayıftır. Fakat, bu farklılıklara rağmen tüm bu devletler, özerk cumhuriyet/bölgeler ve etnik gruplar yapbozu son kertede bir bütünlük (Türk Dünyası) oluşturur. Fakat, bu bütünlük de hayli heterojendir ve zenginliğini de içinde barındırdığı çoğulluktan alır.
Yani Türk dünyası üzerine yeni bir dikkat, yeni bir perspektif, yeni bir yol ortaya koymak meselesi, Türkiye’nin tüm entelektüel kesimleri için öncelikli bir ödevdir. Otoriter rejimlerden yoksulluğa, yolsuzluktan toplumsal cinsiyet meselelerine birçok müşterek problemin varlığı düşünülünce, iki tarafın da birbirine öğreteceği ve birbirinden ilham alacağı birçok mücadele alanı vardır. Bu mücadele alanları geniş bir vizyonla kendileri üzerine düşünecek, üretecek ve inisiyatif alacak yeni bir entelektüeller kuşağını beklemektedir.
Fotoğraf: Abdy Ta
[1] Tüm bu propaganda bombardımanı sırasında muhalif kesimlerin bu konularda alternatif tartışmalar açamaması belki ellerindeki medya imkânlarının zayıflığıyla açıklanabilir, fakat bu söylemleri tekrarlamak ve yeniden üretmek konusunda bazı muhaliflerin şevkinin cehalet ve hamakat dışında izahı yoktur.
[2] Kıbrıs meselesinin Kıbrıs Türkleri’yle ilgili bir mesele olarak değil, Türkiye’nin salt jeopolitik bir meselesi olarak değerlendirilmesinin de son zamanlarda kamuoyunda yaygınlık kazanan bir yaklaşım oluşu da dikkat çekicidir.