[voiserPlayer]
Türkiye, Avrupa Birliği (AB) ile ilk teması 12 Eylül 1963 günü Ankara Anlaşması ile kurdu. Anlaşmayı imzalayan İsmet İnönü Birliği; “beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser” olarak nitelendirmiştir. Ankara Anlaşması’nın amacını belirten ve en çok dikkat çeken 2. Maddede ise şu şekilde belirtilmiştir: “Anlaşma’nın amacı, Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının çalıştırılma seviyesinin ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir”. Anlaşma maddeleri detaylı incelendiğinde ise AB ile kurulacak güçlü ilişkiler ve çeşitli protokollerden sonra tam bir ekonomik uyum hedeflendiği görülmüştür. Fakat, 1960’lı yıllarda belirlenen hedefler 1970’li ve 1980’li yıllarda Türkiye’deki siyasi krizler neticesinde sekteye uğramıştır. Hatta AB, 1980 askeri darbesinden sonra ilişkileri resmen askıya almıştır. 1983 yılında sivil iktidarın yeniden yönetime geçmesi ile ilişkiler hız kazanmış, üstelik 1987 yılında Ankara Anlaşması protokolleri tamamlanmadan adaylık başvurusunda bulunulmuştur. Ancak, hem Türkiye’nin Topluluğa katılmak için yeterli kapasitede olmadığı hem de tam bütünleşmesini sağlayamamış Topluluğun yeni bir üye kabul edemeyeceği gerekçesi ile bu girişim 1990’lı yıllara ertelenmiştir. Bu on yıllık süreç ise kritik öneme sahiptir. Önce, 1996 yılında Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri yeni bir boyut kazanarak Gümrük Birliği sağlanmış, sonrasında ise 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’nin adaylığı resmen tanınarak bütünleşme yolunda önemli bir adım atmıştır.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki üyelik süreci oldukça karmaşık bir hâl almış, diğer aday ülkelerin aksine de çok daha farklı değişkenlere sahip olmuştur. Öyle ki, 1999’daki Helsinki zirvesinde aday olan 10 ülke 2004 yılında AB’nin en büyük genişlemesinde üyeliğini tamamlarken, Türkiye ise 2005 yılında ancak müzakerelere başlayabilmiştir. Siyasi, ekonomik ve sosyal birçok nedenin Türkiye’nin üyeliğine engel olduğu söylenebilir. Her ne kadar Türkiye, Topluluk ile üye ilişkisi kuramasa da bulunduğu jeopolitik konum ve yönetim gelenekleri açısında Avrupa ile güçlü bağlara sahiptir. Avrupa Birliği yıllar içerisinde kendi içinde bir tür evrim geçirirken, Türkiye de bu süreci yakından takip etmiştir. Schuman Planı’ndan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’na, Maastricht Anlaşması’ndan Lizbon Anlaşması’na kadar Topluluk için alınan bütün kararlar Türkiye nezdinde önemli gelişmeler olarak yakından incelenmiştir. Çünkü, bu süreçler Türkiye gibi partner ülkeleri özellikle siyasi ve ekonomik açıdan doğrudan ilgilendirmiş, Topluluğun dönüşümü Türkiye’nin de üye olmasa dahi kendini uyumlu bir çizgiye çekmesini sağlamıştır. Tabii ki Avrupa Birliği form ve ideoloji olarak bir dönüşüm yaşarken, Topluluğu etkileyen krizler ile de mücadele etmiştir. 2008 Ekonomik Krizi, yükselen popülizm ve otoriterleşme eğilimleri, düzensiz göç ve mülteci krizi, Brexit süreci gibi yaşanan sancılar Topluluğun temel ilkelerini sorgulanır hâle getirmiştir. Türkiye, Avrupa’nın yaşadığı bu krizlere doğrudan ya da dolaylı olarak müdahil olmuş, özellikle Topluluk ile kurduğu ticari ilişkiler çerçevesinde ekonomik; jeopolitik konumu itibari ile de mülteci ve göç konularında diyaloğunu artırmıştır. Öbür taraftan, 2000’li yıllar boyunca hız kazanan üyelik ilişkileri sonucunda Türkiye, açılan fasıllar ve müzakereler sonucunda demokratikleşme sürecinde önemli adımlar atmıştır. 1990’lı yıllar Türk siyasetine damga vuran Ordu; 2000’li yıllarda AB üyelik sürecinde demokratikleşme adımlarıyla etkisini önemli derecede kaybetmiştir. Yani, Türkiye ve Avrupa Birliği karşılaştığı krizlerle beraber hareket etme yetisini yıllar içerisinde kazanmış, ortak tavır alma konusunda bir mekanizma geliştirebilmiştir. Peki AB’nin ana gündeminde yer alan iklim krizine karşı aynı mekanizma işleyebilecek midir? Bunun cevabını vermek henüz erken olsa da bazı işaretlere sahibiz.
Avrupa Birliği, kuruluşunda bölgesel barış, ekonomik kalkınma, sosyal refah gibi temel hedefleri bünyesinde barındırmış, elde ettiği bölgesel istikrar ile küresel bir konuma yerleşmeyi başarmıştır. Bu doğrultuda, küresel sorunlara çözüm üretme noktasında rasyonel söylemler üretmeyi görece başarmıştır. Bu başarının görece olarak açıklanmasının sebebi 2008 ekonomik krizi ve 2015 yılında etkisini artıran mülteci krizi ile Avrupa şüpheciliği tartışmalarının yaygınlaşmasıdır. Avrupa Yeşil Mutabakatı ise Topluluğun, hükümetler arası eylem planını azami seviyede fiiliyata geçirmeye çalıştığı politikalar bütünüdür. Bu noktada şunun vurgusu yapılmalıdır, AB üye ülkeleri bir araya geldiği ilk günden itibaren etrafında kenetlendiği krizler üzerine rasyonel bir birliktelik sağlamıştır. Bu, 1950’li yıllarda kömür ve çelik üretiminde uluslarüstü bir otorite sayesinde stabilize etmek ve savaş sonrası faşizm etkisini kırmak olarak; 1965’te Füzyon Anlaşması ile atom enerjisini kontrol etmek; 1990’larda ise Soğuk Savaş sonrası eski Sovyet ülkelerini liberal ekonomik düzene entegre etme planları olarak ortaya çıkmıştır. Yani, AB kriz yönetimini meşru ve rasyonel bir düzlem üzerine inşa etme kapasitesine sahip bir yapı olarak günümüze erişmiştir. Yeşil Mutabakat da insanoğlunun karşılaştığı en önemli krizlerden birine rasyonel bir çözüm üretme uğraşı olarak görülebilir. Bu çerçevede AB, “kimseyi geride bırakma” ilkesi ile sahip olduğu ekonomik ve sosyal altyapıyı yeşil lensler ile yeniden kurgulamaya gitmiştir. Fakat, münferit çabaların sonuçsuz kalacağı bilinci ile partner ülkelerin ortak eylem planına dahili oldukça önemsendiği AB Komisyon raporlarında öne çıkmaktadır. Bu bağlamda, Avrupa Yeşil Mutabakatı Türkiye ile AB’nin son yıllarda güç kaybeden ortak eylem mekanizması için bir katalizör görevi görebilir. Çünkü, Türkiye hâlâ Birleşmiş Milletler Paris Anlaşmasını imzalamayan altı ülkeden biri olarak uluslararası sistemde göze çarpmaktadır. Türkiye’nin bu çekimserliğinin altında yatan önemli unsurlardan biri, gelişmiş ülkeler statüsünde sayılması sebebiyle ekonomik yükümlülüğün altına girememesidir. Yeşil Mutabakat ise bu çerçevede Türkiye’nin iklim krizi reaksiyonunu hazırlayabilir, AB ile yıllar içerisinde kazandığı diplomatik işlevselliği küresel eylem planı kapsamında kullanabilir.
Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkileri her ne kadar son yıllarda ivmesini kaybetse de uluslararası sistemde tarafların etkin iletişimi her iki aktör için de kolaylaştırıcı öneme sahiptir. AB’nin Yeşil Mutabakat ile yeni bir yola girdiği aşikârdır ve bu tür krizlerin Topluluğu diri tuttuğu, tarihteki örnekleri ile sabittir. Türkiye, siyasal tarihinde savrulmalar yaşasa da AB ile ilişkilerini sürekli belirli bir seviyede tutarak uluslararası sistemde AB’yi bir tür çıpa olarak kullandığı dönemler olmuştur. Uluslararası sistemin iklim krizi konusunda mutabakata vardığı yeni düzende de Türkiye ve AB ilişkilerinin Yeşil Mutabakat çerçevesinde yeniden şekilleneceği öngörülebilir.