[voiserPlayer]
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Covid 19 salgınından sonra en çok duyduğumuz cümle. Bu bazıları için sıradan bir yargı cümlesinden ziyade bir tür kehanet adeta. Tabii burada da farklı öngörüler var. Kimilerine göre; devletler zorunlu olarak yapmak zorunda kaldıkları bir takım uygulamaların kendilerine verdiği imtiyazı bırakmak istemeyecek. Üstelik belki bireyler gönüllü olmasalar da pek de direnmeden kendileri kendi haklarından vazgeçecekler. Kimilerine göreyse bu bir geçiş dönemi, yaşanılan küresel felaket gerçekte neyin önemli neyin önemsiz olduğu konusunda acı bir deneyim yaşattı insanlığa. Vatandaşların artık siyasi iktidardan farklı talepleri olacak, bireyi merkeze alan, daha katılımcı bir yönetim şekline evrilecek dünya. Sadece siyaset değil, insanın yararına kullanılacak teknolojiyle birlikte ekonomiden sosyal yapıya her şey değişecek. Ancak, sesi fazla kuvvetli çıkmayan bir diğer görüşse aslında mevcut gidişatta pek de bir değişiklik olmayacağını söylüyor. Toplumsal hafıza, üstüne o kadar da büyük yatırım yapılacak bir olgu değil. Bu görüşe göre, kendi pozisyonlarını kaybetmemek için değişimden korkan siyasi elitlerin de yardımıyla insanlık her şeyi çabuk unutacak.
Bütün bu görüşler belki de tek bir büyük sorunun çevresinde dönmekte. Bundan sonra öznenin durumu ne olacak? Bu soru aslında yirminci yüzyıl boyunca ziyadesiyle sorulmuş ve yanıtlar etrafında düşünce kampları oluşmuş bir soru. Geçtiğimiz yüzyıl yaşanan en büyük tartışma ise iki büyük ve önemli düşünür arasında geçmiş.
20. yüzyılda felsefe yazınının başat sorunlarından biri öznenin ne olacağıydı. Ya da ne olduğu? Esasen öznenin varlığı ve yokluğu tartışmasına girilmiyordu, herhalde bir özne olarak bu tartışmaya girmek komik olurdu, burada soru özerk bir öznenin var olup olmadığıydı. Bu tartışmanın merkezi figürleri ise elbette Fransa’dandı. Bir tarafta ulusal kahraman olarak görülen ve Fransa’yla özdeşleşmiş Jean Paul Sartre, diğer tarafta ise yeni yeni tanınmaya başlayan ve kimilerine göre sosyal bilimlerin yeni yıldızı olacak Michel Foucault vardı.
Her şey Foucault’nun 1966 yılında yayımladığı Kelimeler ve Şeyler adlı kitabının tuhaf bir şekilde ulusal bir fenomene dönmesiyle başladı denilebilir. Bu durum gerçekten de tuhaftı, zira “İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi” alt başlığını taşıyan eser devasa hacmi, zor anlaşılan içeriği ve sayısız dipnotuna rağmen kısa sürede bir “çok satar”a dönüşerek tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Foucault’un daha önceki kitapları böylesine bir ilgiye mazhar olmamıştı, daha sonraki kitapları da olmayacaktı. Kelimeler ve Şeyler özel bir zamanda çıkan özel kitaplardandı. Kitap o yıllarda Fransa’yı kasıp kavuran yapısalcı dalganın içinde değerlendirilmişti. Kelimeler ve Şeyler bir anda yeni neslin Varlık ve Hiçlik’i olmuştu. Foucault ise yeni Sartre’ı.
Foucault 18. yüzyılın sonuna dek insanın varlık kazanmadığını söylüyordu. Yani bugün anladığımız anlamda “bilen bireyin” kabaca iki yüz yıllık bir mazisi vardı. İnsan evrensel bir bilendi, ama tam da bu yüzden her defasında kendi sınırlı doğasıyla karşılaşıyordu. Ama yirminci yüzyılın ikinci yarısı itibariyle bu insan tasviri artık kaybolmuştu. Söylem onu baskılayarak yerini almıştı.
Kelimeler ve Şeyler’in bu kadar ilgi çekmesi ve yazın çevrelerince günlerce konu edilmesi elbette sebepsiz değildi. Zira, kitap açık bir şekilde Sartre’ın külliyatına, Marksizme, anlama ya da daha açık olmak gerekirse insanın özerk varlığına karşı çıkıyordu. İnsanın anlamsız bir dünyaya anlam kazandıran kahraman bir fail olarak değerlendirilmesinin anlamsızlığını, tutarlı ve tekil Kartezyen özneye karşı büyük bir meydan okumayı ortaya koyuyordu. Elbette, Sartre da bunun farkındaydı. Hatta Foucault, Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi kitabını, “on dokuzuncu yüzyıla ait birinin yirminci yüzyıla dair düşünmeye kalkıştığı görkemli ve hazin bir çaba,” olarak yorumlamıştı. Fransız düşüncesinin baba figürü ise evladının bu pervasızlığına kayıtsız kalmayacaktı elbet.
1960’lı yılların başında yapısalcılık konusunda Levi-Strauss’la tartışan Sartre’ın yapısalcı analiz hakkında ne düşündüğünü herkes biliyordu. Ancak onun Kelimeler ve Şeyler’e karşı verdiği şiddetli tepki, kitap Sartre için açık bir tahrik içerse de, yine de herkesi şaşırtmıştı. Sartre tartışmaya çok sert başlayacaktı. Felsefe dergisi L’Arc’ın 1966 Ekim sayısında kendisine özel bir yer ayrılan baba evladına acımayacaktı. Ona göre, söz konusu kitabın hiçbir özgün değeri yoktu. Çok satması da bunun ispatıydı. Foucault’nun eseri herkesin beklediği kitaptı (Kitap hakkındaki yazılarda genelde uzun süredir beklenen kitap yorumu yapılıyordu). Özgün bir düşünce asla önceden kestirilemez ve beklenemezdi. Son moda düşünme biçimlerinin derme çatma bir toplamıydı bu kitap. Üstelik politik olarak tarih eleştirisi yapıyor gibi görünse de ilerici solun bütün değerlerine acemice saldırılıyordu o kadar.
Sartre tüm ağırlığını ortaya koymuştu. “Ben hala buradayım” diyordu. Gözler Foucault’ya dönmüştü. Düşünce dünyasının cesur yeni yıldızı nasıl bir cevap verecekti? Herkes merak içindeydi. Foucault ise herkesi şaşırtarak daha önce yapmadığı ve daha sonra da bir daha yapmayacağı bir şey yaptı. Cevabı yazacağı bir kitapla verdi. Bilginin Arkeolojisi adlı kitabı Foucault’nun düşünce sistematiğinin temellerinden fazlasını içeriyordu. Hem Sartre’ın düşüncelerine hem onu eleştiren herkese karşı bir yanıttı bu çalışma.
Arkeoloji bir köken araştırması değildi, bir tanımlama girişimiydi sadece. Belirli bir zamanda ve kültürde söylem üretimini belirleyen kuralları saptamaya çalışıyordu. Bir ifadenin belirli bir zamanda mümkün olmasını sağlayan yapısal özellikler nelerdi? Söylem sisteminde ve bu sistemin belirlediği açıklayıcı olanaklar ve olanaksızlıklardaydı yanıtlar. Her şey söylemin boyutundan ibaretti ve söylem dışında yer alan daha özgür bir gerçeklik yoktu. Kitap düşünen ve konuşan özne mevhumunu geçersiz kılıyordu. Özellikle eserin son bölümü en dikkat çekici yeriydi. Piyesi andıran sonuç bölümünde Foucault’ya benzeyen bir şahısla muhatabı arasında geçen diyaloglar kaleme alınmıştı. Elbette muhatap Sartre’ın bir kopyasıydı. Bu bölüm sayesinde Foucault kendisini savunmanın ötesine geçerek Sartre’ı doğrudan hedef alma fırsatı da yakalıyordu. Oğul da en az babası kadar acımasızdı.
Aşkın özneyi, en coşkulu bir şekilde sanatla tanımlayan ve kendi örneğinde yazı sayesinde kendisini inşa ettiğini söyleyen Sartre, Sözcükler adlı otobiyografisinde, yeniden doğabilmek için yazmalıyım, sanatla tenim yerine bir üslup, zamanın hassas sarmalları yerine ebediyeti koyabilirim diyordu. Oysa Foucault ve dönemin Barthes, Sollers gibi entelektüelleri için yazar da artık ölmüştü.
Bilginin Arkeolojisi parlak içeriğine, iddialı üslubuna ve polemiğe açık yapısına rağmen Kelimeler ve Şeyler’in elde ettiği türden bir başarı elde edemedi. Daha çok yavan ve şematik bulundu. Ama belki de bir yönüyle Sartre’çı felsefenin tabutuna son çiviyi çakmış oldu.
Burada bir parantez açmak gerekiyor. Zira, Foucault’yu ele alan çalışmalarda büyük ölçüde, Foucault’nun düşünce dünyasının dönemlere ayrılabileceği kabul edilmekte, onun düşünsel projesi düz bir çizgi olarak tanımlanmamaktadır. 1970’lerden itibaren daha aktivist bir kişiliğe bürünmüş, hatta Sartre’la birlikte eylemlerde yer almıştı. Foucault ilk döneminde özgür özneye en yıkıcı eleştiriyi getirmiş, bunun olanaksızlığının izini tarihte sürmüşse de, son dönemlerinde fail bir özne figürüne dönüş yapmıştı. Birçok çalışmaya konu olan bu durum halen Foucault üzerine yazan akademisyenleri için en tartışmalı konulardan biridir. Foucault’nun özellikle College de France’da verdiği dersler, etrafında cereyan eden yeni düşüncelere ve akımlara karşı ilgisini ve onları kavramlaştırma yeteneğini ortaya koymaktadır.
Buradan, baştaki soruya dönecek olursak, önümüzdeki soruyu kabaca şöyle formüle edebiliriz: Post-Corona döneminde bireyselliğin ve öznenin kurumsallaşmış ve kuşatıcı bir tahakküm altında yaşama çabası hepten çekilmez bir hal mi alacak, yoksa Sartre’çı anlamda kendisini inşa eden özgür bir özneden söz edebilecek miyiz?
Özellikle insanlığın son yılları açıkçası bu konuda iyimser olma şansı vermiyor. Ancak bir kez daha Foucault’ya bakarsak onun ömrünün son yıllarında umut verici şekilde iyimser olduğu görülecektir. Foucault, insanların kendilerini ahlaki bir özne olarak oluşturabileceklerini belirtiyor. Kendilik pratiği adını verdiği bu edim bireyin kendisini bir tür dönüştürme uğraşı. Nietzscheci bir etik ve sanat anlayışını ifade eden bu görüş belki de bugün yeniden değerlendirilmeli. O zaman belki de hadiseye başka bir yerden bakmak gerekiyor. İktidar odakları değişebilecek mi, yerine belki de ilk sormamız gereken soru, bütün bu puslu hava dağıldığında “Ben değişmiş olacak mıyım?” olmalı. Eğer mikro bir iktidar odağı olan ben değişmeyeceksem, toplumsal yapıda olumlu anlamda bir değişimi bekleme hakkım olmalı mı ki?
Sartre, aynadaki adama farklı bir gözle bakmamız gerektiğini söylüyordu. Sanırım Foucault da artık buna itiraz etmez…