[voiserPlayer]
Türkiye siyasal yaşamında yükselen hamasî söylemler ile Avrupa’da ve küresel ölçekte belirginleşen popülist siyasal akımlara bakıldığında liberal Batı demokrasisinin büyük bir meydan okumayla karşı karşıya olduğu görülüyor. Bir taraftan hamasî bir tutumla Türkiye’nin Batılılaşma süreci ile kesişen pek çok reform olumsuzlanırken bir taraftan da liberal demokrasinin doğduğu coğrafyada “illiberal” söylemlerin güç kazanması oldukça düşündürücü bir durum arz ediyor. Bu nedenle, tarihsel tecrübeyi ve yaşanan gelişmeleri göz önüne alarak liberal Batı demokrasisinin geleceğini kapsamlı bir biçimde yeniden düşünmek gerekiyor.
Siyaset bilimi ve anayasa hukuku literatüründe “liberal demokrasi”, “Batı demokrasisi” gibi kavramlarla da ifade edilen hürriyetçi demokrasinin özelliklerinin ülkeden ülkeye değişiklikler göstermesine rağmen belirli vazgeçilmez şartları içerdiği belirtilebilir. Siyasal sistemdeki temel karar organlarının genel oya dayanan serbest seçimlerle oluşmasının, özgürce örgütlenen siyasi partiler arasında eşit şartlar altında yürütülen iktidar yarışmasının, temel hakların ve hürriyetlerin tanınmış ve güvence altına alınmış olmasının hürriyetçi demokrasinin asgari koşulları olduğu söylenebilir[1]. Esasen liberal demokrasi, iktidarın meşruiyetini halkın rızasından ve insan haklarına saygıdan aldığı fakat sınırsız yetki sahibi olmadığı, sınırlı ve anayasal bir yönetim olarak da tanımlanabilir[2].
Günümüzde yükselen popülist dalganın “demokratiklik” iddiası düşünüldüğünde popülist söylemlerin genel oy hakkını reddetmediği bilakis genel oy hakkı üzerinden kendilerini destekleyici argümanlar geliştirdiği ifade edilebilir. Bununla birlikte liberal demokrasinin diğer gerekleri olan eşit şartlar altında yürütülen iktidar yarışmasının, temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınmasının popülist siyasal söylemlerin temel vurguları arasında yer aldığı söylenemez.
Popülistlerin liberal-demokrat tutumdan ayrıştığı noktalardan birisini, kurumsal bir yapı öngören çağdaş demokratik normların aksine, kurumsallığı aşmayı öngören bir yaklaşımı benimsemeleri oluşturur. Böylelikle iktidarın kişiselleşmesini engelleyen “tüzel kişilik” olarak “modern devlet” düşüncesi, popülizm tarafından tahrip edilir. Bu bağlamda liberal-demokratik sistemlerde bürokrasinin önemini yeniden düşünmek gerekmektedir. Liberal bir perspektiften bürokrasinin rolünün seçilmiş organların temel siyasetlerini belirlemek olmadığı fakat, demokratik karar organları tarafından belirlenmiş siyasetleri uygulamaya geçirmek, teknik olarak onları bilgilendirmek ve alternatif politika seçenekleri sunmak olduğu söylenebilir. Öte yandan, son yıllarda özerk idari kurumların liberal-demokratik bir sistemin içermesi gereken denge ve denetim mekanizmaları arasında görülmesi gerektiği yönünde bir eğilimin de geliştiği söylenebilir[3]. Esasen özerk idari kurumların varlığının denge ve denetleme mekanizması arasında görülmesi ve çoğulcu bir yapı ile uyum arz ettiği yönündeki yaklaşımın isabetli bir yaklaşım olduğu ifade edilebilir. Nitekim ‘vesayetçi’ tutumlara ve ‘bürokratik oligarşiye’ mesafeyi korumakla birlikte liberal-demokratik bir yaklaşımın kamu kuruluşlarının özerk statüleri sayesinde çoğulcu bir demokrasi çerçevesinde işlevlerini yerine getirebilmelerinin gerekliliğini vurgulaması gerekmektedir.
Yükselen popülist söylemin liberal-demokrat tutumdan farklılaştığı en önemli hususlardan birisi de kendi içinde çoğulcu bir yapı arz eden halkı “türdeş bir toplum” olarak tasavvur etmesidir. Çoğunlukçuluğu temel alarak toplumu monolitik bir yapı olarak tasavvur eden popülizm, kimliksel kutuplaşmalara ve “seçkinciliği” hedef alan söylemlere başvurur. “Gerçek halk” ve “yozlaşmış kozmopolit elitler” arasında geçen mücadele söylemi, “anti-elitist” bir söylem üzerinden rahatlıkla “anti-entelektüelizme” varabilmektedir. Bu bağlamda popülizm, hamasî bir retorik üzerinden dışlayıcı bir strateji ortaya koymaktadır. Türkiye bağlamında düşünülecek olursa söz konusu hamasî retoriğin esas olarak Türk modernleşmesini ve Batılılaşma sürecini olumsuzlayarak gündeme getirdiği görülmektedir. Her ne kadar Türk modernleşmesinin otoriter karakterinden söz etmek mümkünse de söz konusu modernleşme ve Batılılaşma sürecinin hak ve özgürlükler alanında atılan pek çok adıma temel teşkil ettiği de görülmelidir. Bu bağlamda hem Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde atılan adımlara hem de ilerleyen dönemde Türkiye’nin batılılaşma sürecinin önemli evrelerinden birini oluşturan AB uyum sürecine değinmek faydalı olacaktır.
Avrupa’daki anayasalcılık hareketleri incelendiğinde Osmanlı Devleti’nde de yaklaşık olarak aynı dönemde anayasalcılık hareketinin mevcut olduğu görülür. Batılılaşma söylemi bu dönemde ivme kazanır, millet nizamnamelerinden Mecelle’ye uzanan kodifikasyon hareketine ve Islahat Fermanı’na bakıldığında da hukuk adına önemli reformlardan söz edilebilir. 1876’da Kanun-u Esasi’nin ilan edilmesiyle Osmanlı Hukuku’nda anayasa yürürlüğe girer. İlerleyen dönemlerde de anayasalcılık hareketi devam eder, Meşrutiyet reformculuğundan İstiklal Harbi’ndeki “müdafaa-i hukuk” vurgusuna, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye’den 1924 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na, Türkiye’nin “hukuk gündeminin” canlılığını koruduğu görülür.
Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde hukuk alanında atılan adımların büyük kısmında Batılı fikir hareketlerinin etkisi hissedilir. Mutlakiyete karşı meşrutiyet yönetimini savunan Osmanlı münevverlerinin, Fransız İhtilali’nin “liberté, égalité, fraternité” sloganından ilhamla “hürriyet, müsavat, uhuvvet” söyleminde bulunmaları bunun net örneklerinden biridir. Cumhuriyet döneminde ise İsviçre, Almanya ve İtalya kanunlarından yapılan iktibaslarla Türkiye Hukuku’nun Batılılaşması konusunda daha da ileri gidildiği görülmektedir. Erken Cumhuriyet döneminde hukuk alanında atılan birçok adımın önemli kazanımlar sağladığı açık olmakla birlikte “önce çağdaşlaşma, sonra demokrasi” şeklinde ifade edilebilecek hâkim anlayışın getirdiği çeşitli sorunlar da söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerleyen dönemlerinde Avrupa Konseyi kapsamında imzalanan sözleşmeler ve Avrupa Birliği’ne uyum süreci nedeniyle yapılan reformlar ise Batı demokrasisinin Türkiye’de yerleşmesi konusunda yeni bir evreyi ifade etmektedir.
Türkiye’nin anayasalcılık hareketi geçmişine rağmen Batılı anlamda bir demokrasi anlayışı konusu, Türkiye siyasal hayatında oldukça “ihtilaflı” bir konuyu oluşturur. Kemalizmin “muasır medeniyet” vurgusuyla Batıcı söyleme yer vermesine rağmen zaman zaman milliyetçilik anlayışı ile Batıcılığın bağdaşması güçleşmiştir. Bu bağlamda Cumhuriyetin kurucu literatüründeki siyasal metinlerde, Recep Peker’in İnkılap Dersleri kitabında olduğu gibi Batı-merkezli normlara belirli şerhlerin düşüldüğü de dikkat çekmektedir. Nitekim Türk Devrimi’nin özgünlüğü iddiasının Batı-merkezli evrensellik normlarının statüsünü sarsması, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile tanınan hak ve özgürlüklerin Osmanlı Devleti’nin çöküşünü getirdiği ve buna bağlı olarak Avrupa’nın medeniyet ve insaniyet fikrinin emperyalizmi perdeleyen bir aldatmaca olduğu söylemi, temel hakların kâğıt üzerinde tanınmakla birlikte pratikte uygulanması için “uygun koşulların” gerçekleşmediği düşüncesi bu noktada etkili olmuştur. Demokrat Parti etrafında toplanan merkez-sağ siyaset geleneğinde ise Celal Bayar’ın ifadesiyle “hakiki medeniyet hamlesinden” söz edilmesine ve insan haklarına referans verilmesine rağmen söz konusu söylem genel olarak siyasal faaliyetlerde ve dinsel kimliğin ifadesinde serbesti savunusundan ibaret kalmıştır. “İleri medeniyet dünyasının gözleri kamaştıran ileri eserlerininin”, vatandaş hak ve hürriyetlerinin esas tutularak millet iradesinin hâkim kılınması sayesinde meydana gelebileceği ifadeleriyle vatandaş hakları, kalkınmacı ideolojinin kaldıracı olmuştur[4].
Türk siyasal düşüncesinde Batılı paradigmaya en net eleştiriler getirilen düşünce akımlarının başında İslamcılık gelmektedir. Buna karşılık reformcu söylemler içeren ve istibdat eleştirisi ile öne çıkan Osmanlı dönemi Meşrutiyet İslamcılığı ile Cumhuriyet döneminde daha muhafazakâr dokular taşıyan İslamcı söylem arasında belirli farklar dikkat çekmektedir. Nitekim, Batılı reformlara karşı geliştirilen hasmane tutumu eleştiren Mehmet Akif, bu durumu “garbın efkârını, âsârını düşman tanımak; yenilik namına vahy inse kabul eylememek”[5] şeklinde ifade ederken, ilerleyen dönemlerde gelişen tutucu İslamcılık tam olarak söz konusu tasvire uygun bir hüviyete bürünmüştür. Özellikle 90’lı yıllarda Batı-merkezli insan hakları normlarıyla diyaloğa açık bir İslamcı söylemin zaman içinde geliştiği söylenebilse de bu noktada tutarlı ve sistematik bir yaklaşımın benimsendiğini söylemek güçtür. İslamcı literatür içinde, liberal bir insan hakları anlayışının önüne zaman zaman milliyetçi-sağ söylem ile kesişen muhafazakâr-mukaddesatçı ezberler ile karşı çıkılmakta, zaman zaman da Türk-merkezli söylemi aşmaya çabalayan fakat “Müslüman milliyetçiliğinden” sıyrılamayan bir vizyon ile karşıt argümanlar geliştirilmektedir.
Batılılaşmayı “yabancılaşma” ve Batıyı “özsel öteki” olarak gören milliyetçi-muhafazakâr söylem, Batılılaşmaya dair oldukça tutucu bir pozisyon almaktadır. Söz konusu oksidentalist yaklaşıma göre insan hakları politikası, “insaniyetsizliği” ve çifte-standartçılığı hep vurgulanan Batının nüfuz ve baskı aracından ibarettir[6]. Milliyetçi-muhafazakarlığın popülizmi, zaman zaman zenofobik bir hamasete de evrilebilmektedir. Buna karşılık milliyetçi siyasetçiler arasında ifade edilen “Avrupa Birliği’ne onurlu üyelik” söylemi, milliyetçi siyaset içinde daha ılımlı bir tutumun geliştiğini de göstermektedir. Öte yandan söz konusu “onurlu üyelik” anlayışının AB standartları ve liberal-demokratik siyaset ile ne kadar bağdaşacağı ise ayrıca tartışılması gereken bir husustur. Milliyetçi siyasal düşünce açısından üzerinde durulması gereken nokta, kendisini “Garp medeniyetinden” olarak tanımlayan Ziya Gökalp’ten ilhamla Batılı reformlara açık, ‘taşra muhafazakarlığının’ kalıplarını aşan kentli-demokrat-seküler bir milliyetçiliğin imkanıdır. Söz konusu siyasal yaklaşımın, dinsel muhafazakarlığın yanı sıra zenofobik tutumları ve arkaik söylemleri de aşabilmesinin mümkünlüğü hususu ise ayrı bir öneme sahiptir.
Batılı demokrasi anlayışının Türkiye’de yerleşmesi bağlamında AB süreci temel bir konuyu oluşturur. Avrupa Birliği süreci, seküler-Kemalist çevrelerde “laikliğin korunması” için bir güvence ve “çağdaşlaşma” açısından olumlu karşılanırken ulusalcı söylemin etkisiyle “üniter devletin altının oyulması” gibi endişelere de yol açmıştır. Dindar-muhafazakâr çevrelerin ise AB sürecini “vesayet rejiminin zayıflaması” ve dinsel özgürlüklere alan açılması düşüncesiyle bir dönem olumlu karşıladığı söylenebilir. Bu durumun Türk muhafazakarlığının geleneksel söyleminden nispeten farklılaşmayla seküler bir insan hakları söyleminin gelişmesine ve dinsel özgürlüklerin savunusunun da Batı-merkezli insan hakları düşüncesiyle temellendirilmesine neden olduğu ifade edilebilir. Bununla birlikte bir taraftan da Batı karşıtı komplo teorilerinin ve Batılılaşmayı “yabancılaşma” ve “yozlaşma” olarak kodlayan tutumun devam ettiği vakidir. Nitekim ilerleyen dönemlerde Türk muhafazakarlığının hamasî retoriği öne çıkmış ve bu retoriğin de etkisiyle “Eurosceptic” tutum güçlenmiştir. Kürt siyasal hareketinin ise “demokratikleşme” beklentisiyle AB sürecini genel olarak desteklediği fakat ideolojik bağlamda Batı-merkezli modernite anlayışına yönelik eleştirilerden de etkilendiği söylenebilir.
Batılılaşma konusunda Avrupa Birliği’ne uyum yönünde yapılan düzenlemeler önem arz etmektedir. Avrupa Birliği hukuku ve Batı standartlarında bir demokrasi açısından en temel kriterler arasında da Kopenhag Kriterleri yer almaktadır. Söz konusu kriterler; istikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasiyi, hukuk devletini ve hukukun üstünlüğünü, insan haklarına saygıyı ve azınlıkların korunmasını öngörmektedir. Avrupa Birliği’ne uyum süreci bağlamında Anayasa’da yapılan değişiklikler arasında Ekim 2001 değişiklikleri dikkat çekmektedir. Nitekim ilgili değişikliklerin genel gerekçesi olarak “yeni siyasi açılımlara” duyulan ihtiyaçtan söz edilmekte ve “Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinde, siyasî kriterlerin karşılanmasının, bu alanda gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasının ön şartı olarak Anayasada bazı değişikliklerin yapılması da kaçınılmazdır” denilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesi gereği hak arama özgürlüğüne ilişkin maddeye “adil yargılanma hakkının” eklenmesi ve Anayasa’nın 13.maddesinde yapılan değişiklikle getirilen “hakkın özüne dokunma yasağı” ve “ölçülülük ilkesi”, söz konusu Anayasa değişikliğinin önemli sonuçlarıdır. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların kanunlardan üstünlüğünü öngören 2004 Anayasa değişikliğiyle de Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin de etkisiyle demokratikleşme yolunda önemli bir adım atılmıştır. Görüldüğü üzere AB süreci kapsamında hukuk alanında atılan adımlar, Türkiye demokrasisinin gelişimine ve insan haklarının daha etkin biçimde korunmasına zemin hazırlamıştır.
Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri ve Türkiye’nin demokratikleşme süreci konusunda Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan ilerleme raporları önemli bir yere sahiptir. Söz konusu raporlar, Türkiye demokrasisinin AB perspektifinden değerlendirilmesini içermekte ve demokratikleşme süreci konusunda dikkat çekici tespitlere yer vermektedir. Örneğin, 2010 yılı Türkiye İlerleme Raporu’nda 2010 Anayasa Değişikliği’nin içerdiği bir dizi reform, doğru yönde atılmış bir adım görülmekle birlikte, anayasa reformuna verilen desteğin güçlendirilmesi için tüm siyasi partiler ve sivil toplumu da içerecek şekilde kamuoyuyla tam katılımlı geniş istişarelerde bulunulmasının gerekliliği ifade edilmekte, aynı raporda şiddet içermeyen düşüncelerin ifade edilmesinin yeterince korunmadığı gibi eleştirilere de yer verilmektedir[7]. İlerleyen dönemde ise ilerleme raporlarında kullanılan dilin değiştiği ve eleştirilerin yoğunlaştığı görülmektedir. 2018 tarihli İlerleme Raporu’nda Venedik Komisyonu’nun 2017 Anayasa Değişikliğini “Türkiye’nin anayasal geleneğinde tehlikeli bir geri adım” olarak tanımlayan görüşüne yer verilmiş ve değişikliğin Avrupa standartlarına aykırılığı vurgulanmıştır[8]. 2019 yılı İlerleme Raporu’nda da AB müktesebatının uygulanmasına ilişkin yargı ve temel haklar hususunda gerilemenin devam ettiği ifade edilmiştir[9].
AB müktesebatı ile uyum yönünde atılmış adımların ve genel anlamda liberal Batı demokrasisi standartlarında görülebilecek düzenlemelerin Türkiye’nin demokratikleşme süreci açısından öneminin yadsınamayacağı açıktır. Nitekim AB süreci başta olmak üzere uluslararası dinamiklerin demokratikleşme sürecine önemli katkıları olmuştur. İçe kapanmacı ve dünyadan kopuk politikaların aşılmasında, evrensel düzeyde bir demokrasi ve insan hakları kabulünün yerleşmesinde AB’nin ve AB uyum sürecinin katkısı görmezden gelinemeyecek düzeydedir[10]. Bu nedenle AB süreci bağlamında yaşanan tıkanıklık ve gerilemenin aşılabilmesi ve hamasetten uzak rasyonel bir tutumun benimsenebilmesi özel bir önemdedir. Esasen Batı’yı “öteki” olarak gören milliyetçi-muhafazakâr söylemden beslenen hamaset, rasyonel bir uluslararası politika geliştirememenin ötesinde sorunlu bir tarih okumasına dayanması bağlamında da eleştirilmesi gereken bir konuyu oluşturmaktadır.
Nitekim oryantalizmi tersinden üreterek oluşturulan klişeler, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesini de tüm kötülüklerin kaynağı olarak damgalayabilmektedir. Böylece Türkiye demokrasisinin temelini oluşturan ve Batılılaşma süreciyle de kesişen birçok reform, bu anlatıda olumsuz biçimde yerini almaktadır. Keza “evrensel insan hakları” söylemiyle desteklenen birçok talep de “yerli ve milli” bulunmayarak reddedilebilmektedir. Söz konusu tutucu tavır, farklı inanç grupları ve seküler yaşam biçimi konusunda da ötekileştirici bir söyleme evrilebilmektedir. Elbette bu durum, “çok kimlikli” toplum yapısında farklı kesimlerin haklarının korunmasını öngören çoğulculuktan uzaklaşmaya ve içe kapanmacı bir tutuma yol açmakta, Türkiye demokrasisinin gelişimine de olumsuz etki yapmaktadır.
Türk siyasal yaşamında yer edinen tutucu ve içe kapanmacı eğilimlerin yanı sıra Avrupa siyasal yaşamı içinden yükselen popülist söylemlerin de liberal Batı demokrasisinin geleceği bağlamında tartışılması gerekmektedir. Avrupa’da yükselen aşırı-sağ ve Brexit oylaması sürecinde belirginleşen zenofobik söylem, çoğulculuğu temel alan Batı demokrasisinin Avrupa içinde de bir meydan okumayla karşılaştığını göstermektedir. Les Patriotes lideri Florian Philippot’nun söylediği “onların dünyası dağılıyor, bizim dünyamız ise inşa halinde” sözü net biçimde bu durumu ifade etmektedir[11]. Bu bağlamda popülist hareketlere karşı çoğulcu Batı demokrasisinin savunusu ve demokrasinin Avrupa’daki geleceği de önem arz etmektedir. Konuya dair Habermas’ın “anayasal yurtseverlik” kavramından hareketle yaptığı tespit dikkate değerdir, Habermas’a göre geleneksel milliyetçi siyasi birlik tasavvuru Avrupa Birliği’nin gerekleriyle bağdaşmamaktadır, dolayısıyla Avrupalılar sahici bir medeni birlik oluşturmak istiyorlarsa, ulusal kimlikleri aşan bir “Avrupa yurttaşlığı” anlayışını benimsemek durumundadırlar[12]. Bu açıdan tutucu siyasal yönelime ve içe kapanmacılığa net eleştiriler getiren Michel Bourse’un Melezliğe Övgü kitabında yaptığı yorum oldukça düşündürücüdür:
“Günümüz Avrupası’nda bir kimlik kapanması hareketi yaşanırken –Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımı sorunu bunun çarpıcı örneğidir- belki de özgürleşmenin, kültür ve kimlik kavramlarını yeni terimlerle düşünmenin, ‘birlikte yaşama’ fikrini, başka bir deyişle farklılıkların silinmesini değil kabulünü, yine başka bir deyişle, günümüzdeki küreselleşmenin vurgulamak istediği gibi düşüncenin homojenleşmesini değil, özgüllüklerin uyumunu savunmanın tam zamanıdır… ‘Toplumsal sözleşmeyi’ yeni bir tarzda düşünmek, hem çağdaş dünyanın iletişim gerçekliğine denk düşmelidir hem de temelde heterojen kültürlü yurttaşların fiili varlığını korumalı ve marjinal sesleri dahil etmeyi ve böylece bu toplumun bağrında onların aktif rollerini korumayı başarmalıdır. Bu nedenle kültürlerarasılığın rolünü olumlu anlamda yeniden düşünmek ve bu düşünme dolayısıyla, ‘melezliği’ yani kültürlerin çeşitliliğini ve özdeşliğinin gerçekten kabulünü tekrar tekrar keşfetmek gerekir. Melezliği düşünmek, ne insanların hepsinin aynı olduğunu söylemektir ne ayrı bir kimlik, hatta model düzeyine çıkarılmış bir kimlik talep etmektir. Bu, ‘paylaşılan bir insanlığı’ düşünmektir”[13].
Liberal Batı demokrasisine karşı Avrupa’da yükselen popülist dalga ve Türk siyasal kültürü içinde yer edinmiş hamasî söylemler, konuyu çok boyutlu olarak ele almayı gerektiriyor. Batı demokrasisinin bireysel özgürlükleri öne çıkaran liberal temelinin korunması, bir yandan da “demokrasinin demokratikleştirilmesi” perspektifiyle mevcut demokrasinin daha da kapsamlı ve katılımcı hale getirilmesi önem arz ediyor. “İlliberal demokrasi” olarak tanımlanabilecek sistemden gelişmiş bir demokrasi anlayışına yol almanın ise Türk siyasal kültürü içinde yükselen hamasî söylemlerin de etkisiyle güçleştiği anlaşılıyor. Türkiye’nin hukuk tarihinde anayasalcılık hareketinin geçmişine bakıldığında Avrupa toplumlarının anayasalcılık geçmişiyle görülen yakınlık, Türkiye’nin hukuk serüveninin Avrupa’dan kopuk bir şekilde ele alınamayacağını gösteriyor. Keza AB süreciyle gelen demokratik kazanımlar da konunun önemini ifade ediyor. İçe kapanmacılıktan farklı olarak evrensel insan hakları normlarını merkeze alan bir yaklaşım, gelişmiş bir demokrasi için elzem görünüyor.
Otoriter siyasal modellerin birbirlerine örnek teşkil ettiği, sağ-popülistlerin birbirlerinden öğrenerek siyasal söylemlerini inşa ettikleri düşünüldüğünde Türkiye’ye dair siyasal okumaların daha geniş bir zeminde yapılması gerektiği anlaşılıyor. 2010’lu yıllarda kendisini gösteren demokrasinin ters dalgasının[14] önüne geçebilmek, yükselen popülist dalgaya karşı liberal demokrasinin kazanımlarını koruyan ve rasyonaliteyi temel alan bir siyasal söylemin inşasını gerektiriyor. Çin’in model teşkil ettiği “dijital otoriterlikten”, Modi yönetiminin Hindutva kökenli şovenizmine, cinsiyet kimliğini içeren hak teorisine karşı Doğu Avrupa’da gelişen söylemlere kadar çağdaş demokrasinin kazanımlarını tehdit eden tutumların yükseldiği bir dönemde hürriyetçi demokrasi standartlarını korumak; olabildiğince geniş tabana dayanan kapsamlı bir çabayı gerektiriyor.
Liberal demokrasinin insanlığın düşünsel evriminde bir “nihai nokta” olmadığı, dahası demokrasinin durağan bir mefhum olmaması nedeniyle, demokrasiden ziyade “demokratikleşmeden” söz etmenin gerektiğini kabul ile birlikte özgürlükçü bir siyasal sistemin, liberal bir temele ihtiyaç duyduğunun vurgulanması gerekiyor. Bu bağlamda hem Avrupa’da yükselen popülist dalgaya hem de Türk siyasal yaşamında belirginleşen hamasî söylemlere karşı liberal-demokratik kazanımları korumayı önceleyen ve hürriyetçi demokrasiyi merkeze alan bir yaklaşıma ihtiyaç duyuluyor.
Fotoğraf: Matt Seymour
[1] Özbudun E. (2018), Anayasa Hukuku, Ankara: Yetkin, s.87.
[2] Akad, M., Vural Dinçkol B. ve Bulut N. (2019), Genel Kamu Hukuku, İstanbul: Der, s.182.
[3] Erdoğan, M. (2018), Türk Anayasa Hukuku, Ankara: Hukuk, s.114.
[4] Bora T., Peker Y. B. ve Sancar M. (2012). “Hakim İdeolojiler, Batı, Batılılaşma ve İnsan Hakları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 3 / Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul: İletişim, s.300-312.
[5] Ersoy M. (1987). Safahat, İstanbul: İnkılap, s.183
[6] Bora T., Peker Y.B. ve Sancar M. (2012). “Hakim İdeolojiler, Batı, Batılılaşma ve İnsan Hakları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 3 / Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul: İletişim. s.335.
[7] 2010 Türkiye İlerleme Raporu, s.8
[8] 2018 Türkiye İlerleme Raporu, s.11
[9] 2019 Türkiye İlerleme Raporu, s. 24
[10] Sessiz Devrim: Türkiye’nin Demokratik Değişim ve Dönüşüm Envanteri 2002-2012 (2013), Ankara: Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı Yayınları, s.38
[11] https://www.theguardian.com/us-news/2016/nov/09/far-right-first-to-congratulate-donald-trump-on-historic-upset
[12] Erdoğan M. (2013). Özgürlük Perspektifinden Hukuk ve Demokrasi, İstanbul: Kesit, s.61.
[13] Bourse M. (2009). Melezliğe Övgü, İstanbul: Ayrıntı, s.242, 243.
[14] Konuya dair Prof. Kemal Gözler’in bir analizi için bkz. “Demokrasi Nereye Gidiyor? Nerede Hata Yaptık?”
http://www.anayasa.gen.tr/demokrasi-nereye-gidiyor.htm