[voiserPlayer]
Geçenlerde Mehmet Ali Birand’ın hayat hikayesini tartışırken “her şeyin değiştiği” ama aslında “hiçbir şeyin değişmediği” Türkiye’yi seyrettiğimi fark ettim. Birand’ın hayatındaki dönüm noktalarından biri, şüphesiz ki daha hiç kimse “Güneydoğu meselesi” dahi demezken PKK’yı “Kürt Sorunu” olarak tanımladığı köşe yazısıdır. Askerin ve militarist nizamın ayağına sık aralıklarla basan Birand’ın kariyeri de Türkiye tarihi gibi dalgalanarak akmış bundan sonra: Abdullah Öcalan ile ilk söyleşiyi yapan olmak ve söyleşinin basıldığı Milliyet’in Başbakan Turgut Özal’ın talimatıyla basılması; 32. Gün’de zirve ve 32. Gün’ü yayınlayacak kanal bulamamak; uluslararası şöhrete sahip bir gazetecinin şaşalı yılları ve Birand’ı öldürmek için görevlendirilenler, andıç ile gazeteciyi çarmıha germe denemleri…
Aslında bütün bu yolculuk, yarına ilerleyebilmek için Türkiye’nin çözmesi gereken ‘sorun’un adını koyan bir kişiyle; o ‘sorun’dan kaçarak kurtulabileceğini zanneden bir devletin dansı. Kazananı olmayan ama kaybedenin Türkiye olduğunu 40 yıldır yaşayarak gördüğümüz bir mücadele bu. Siyasi karşılığını bulamayınca buzdolabında çürümeye terk edilen açılımlarla, Irak’ın ardından Suriye’ye gire çıka meselenin çözülebileceğini zanneden bir akılla devam ediyoruz; vira bismillah! Oysa sadece askeri olmadığı her halinden belli bir meseleyi kas gücüyle çözmeye çalışmak, en hafif tabirle gerçekçi değil. Zira Kürt Sorunu’nun sosyal, kültürel ve ekonomik katmanları göz ardı edilince yok olmuyorlar. Milliyet’in o nüshası gibi işte. Dolayısıyla Türkiye’yi on yıllardır meşgul eden bu meselenin çözümü, bütün katmanlarda reform ve, sonuç olarak, terörün anlamsız kılınmasıyla çözülebilir. Fakat, Gandhi’ye atfedilen sözü biraz çevirerek söylemek gerekirse, ‘görmek istediği değişimin kendisi’ olmayanlar, meseleyle yüzleşmeyi de beceremezler.
Beceremediler de zaten. KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın deyimiyle Türkiye, ‘ortak kaderi’ni kaybetmekte olan (hatta belki de kaybetmiş) bir ülke artık. Suriye’de bir YPG/PYD/PKK devleti kurulmasın diye başlayan Barış Pınarı Harekatı, bu ‘ortak kader’ algısını daha da hırpaladı. Çünkü, iktidar ve devlet aklının mantığı, olası bir devletin Türkiye’de de ayrılıkçı akımları kuvvetlendireceği yolunda çalıştı. Bu korku, dış müdahaleyi birçoklarının dünyasında meşru kıldı. Ancak Kürt kimliğinden -ve bu kimliğin güçlenmesinden- bu denli korkulması, aynı kimliği taşıyan bir grup insan için ise duygusal kopmaya neden oldu. Ülke ne tarafa giderse gitsin kendisinin ‘kaybeden’ olacağını düşünen bir azınlık grup var artık. Ki bu, pek de değişmeyen ‘Kürt sorunu’na hep kas gücüyle cevap vermeye çalışan Türkiye için yeni bir fenomen de değil aslında. Böylesi bir yara, sorunların çözümüne değil derinleşmesine hizmet ediyor sadece. Çözüme hizmet ise, sorunun temelini içselleştirmekten geçiyor elbette.
Doğası gereği PKK, her ne kadar kendini Marxist-Leninist bir çizgide konumlandırsa da, milliyetçi değerler ile varlığını sürdüren, argüman üreten bir terör örgütü. Kürt kimliğini merkeze alıyor; sol devrimciliği değil. Talepleri de bağımsız bir Kürt devleti zaten; bütün dünyada eşitlik sevdası değil. Dolayısıyla halkta karşılık aradığı damar da milliyetçiliğe yaslanıyor. Türkiye’nin kabul etmeye uzak durduğu Kürt kimliği yüceltilerek örgütün devam etmesi sağlanıyor (Bir de işin ‘Batı ve Rusya ile ilişkiler kısmı var tabii ki. Ama bu, örgüte katılımla ilişkilendirilebilecek bir hakikat değil). Eğer ki 40 yılda, yani en başta örgüte katılanların doğal ölüme yaklaştığı bu uzun sürede, PKK kendi kendine yok olmamışsa bu, örgütün argümanlarının tükenmediğini göstermektedir. O milliyetçi akım, hâlâ etkili.
Dolayısıyla yapılması gereken, o akımın kurutulmasıdır. PKK’yı varlığını sürdüremez hâle getirmektir. Elindeki argümanları anlamsızlaştırmaktır. Bunu yapmanın yolunu göstermek isteyenlerin başına çok şey geldi Türkiye’de; ama herhalde Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’e dokunacak pek kimse çıkmaz… Zira Ardern, The Economist dergisinin ‘The World in 2020’ (2020’de Dünya) özel sayısında “fanatizm ile mücadelenin yolları”nı anlatmış.
Hatırlarsanız Yeni Zelanda, geçtiğimiz yılın 15 Mart’ında insanlığın tanık olduğu en kanlı terör saldırılarından birini yaşamış, ibadet eden 51 masum Müslüman, aşırı sağcı bir terörist tarafından katledilmişti. Ardern’in uluslararası çapta yıldızı ise bu saldırının ardından sergilediği liderlikle parladı: Başbakan, başörtüsü takıp camileri ziyarete gitti, ülkesinde yaşayan bütün Müslümanların güvenliği için bizzat kendini ön plana attı, bireylerin silahlanmasına göz yuman yasaları değiştirdi. Aşırı sağı karşısına aldı; hoşgörüye yaslandı. The Economist için yazdığı yazıda da Ardern’in çıkış noktası, geçtiğimiz sene ülkesini de hedef alan aşırı-sağcı, İslamofobik fanatizm; ama Türkiye’ye de Kürt Sorunu özelinde yol gösterebilecek tavsiyeler sunuyor Ardern. Zira Avrupalı aşırı sağcıların da ‘mantık’larının temeline oturttukları ve argüman devşirdikleri kavram ‘kimlik’.
Ardern’in de üzerinde durduğu temel meselelerden biri, terörün anlamsız hâle getirilmesinin hayati önemi. Bunu yapmanın yolu ise farklı toplumsal kesimleri bir araya getirecek kapıları açmaktan, birbirine benzemediğini düşünen bireyleri ortak değerlerde buluşturmaktan, kişilere kişilik haklarını ama’sız, fakat’sız vermekten geçiyor. Birbirini tanımayıp ortak değerlerini anlayamayanlar, bir ‘öteki’ bulup ona saldırma kolaycılığına sığınıyor. Radikalleşiyor. Kimliklerin ötesinde bir vatandaşlık zemini kaybolduğunda ise terör kendine alan açıyor, argüman üretiyor.
“Uzun zamandır siyasetin, çocuklarımıza öğretmek istediğimiz değerler üzerine bina edilmesi gereken bir alan olduğunu söylüyorum” diyor Ardern. Kas gücüne değil, insanların bir araya gelmesini sağlayacak değerlere vurgu yapıyor: “Empati ve şefkat gibi temel değerlerde buluşmalıyız. (…) Dünya üzerindeki en ileri teknoloji bile bir insanın öfkesinin, radikalizme dönüşmesini engelleyemez. Dolayısıyla bizim yapmamız gereken daha kapsayıcı, daha ‘iyi’, farklılıkların takdir edildiği ve her bireyin kendi toplumunda söz sahibi olduğu tabakaları inşa etmek. Bu, çocuklarımızın büyümelerinden gurur duyacağımız bir yer olacaktır.”
Bu toplum hayali, her bir vatandaşın ülkesinin kaderini paylaştığı bir harmoninin de hayali aslında. Kimliklerin anlamsızlaştığı; ortak insanlık ve vatandaşlık bağlarının bireylerin devletle ilişkisini tanımladığı bir hayal. Bunun yolu da, tıpkı Ardern’in ısrarla altını çizdiği gibi, farklılıkların kanırtılarak insanların hayatının belirleyicisi kılınması değil; farklılıklarla yaşamayı öğrenmektir. KONDA’nın ortaya koyduğu gibi, eğer bir ülkenin vatandaşlarının belli bir kısmı için kendi kimliklerinin korunması ve tanınması bir öncelikken bu konular ülkenin kalanının gündemi değilse, orada çalışmayan bir motor vardır. Ki o motor, dün keşfedilmedi; aksaklıkları da bugünün fikir yapısıyla aşılacakmış gibi gözükmüyor.
Tarihin en karmaşık düğümü çözülmeyi bekliyor. İşimize gelmiyor diye sırtımızı dönersek, hiçbir düğüm kendi kendine çözülmez. Ama çözümsüz düğüm de yoktur. Yeter ki çözmeye niyet olsun — ertelemeye değil.