[voiserPlayer]
‘Korona’ henüz Çin sınırlarının dışında sadece bir bira adıyken, meseleyi tartışmaya başlamamız gerekiyordu. Bir kere bu yeni ve yabancı virüsün varlığını başta reddederek sorunu çözebileceğini zanneden bir devletle dünyanın karşı karşıya olduğunu düşünerek hazırlanmamız lazımdı. Tarihçi Niall Ferguson da küreselleşmeyle beraber insanların hayatlarını köy-şehir-kıta demeden geniş ve birbirine yakın temasta bulunan ağlar üzerinden yürüttüğünü anlatıp duruyordu; çıktığı yerde bastırılmayan virüsün, dünyanın her yanına dağılmasının an meselesi olduğunu öngörmek, müthiş bir zekâ gerektirmiyordu.
Peki ne oldu? Uzunca bir süredir basiretsizliği turunç başkanlarından belli olan Batı (ve Türkiye), gafil avlandı. İtalya’da Çin Mahallesi, yeni yıl tatilinden dönünce merkez üs yer değiştirdi; bu boyutta bir krizle mücadele stratejisi üretemeyen Avrupa’nın göbeği kırılmaya başladı. Aynı anlarda Amerikan Başkanı, “Griptir geçer” diyordu. Geçmedi. Ama ABD’nin krizi Avrupa’yı da solladı. Şimdi aynı başkan bir yandan basına “felaket üfürükçüsü” diyor öte yandan araba firmalarına solunum cihazı üretmeleri için yalvarıyor. İtalya’ya ise “yardım” Çin’den geliyor. Savruluyoruz yani; alışık olduğumuz dünya kırılıyor. Ne yazık ki bizler de Türkiye’de, Batı’yı takip eden bir trend izliyoruz: Gelecek günler meçhul, çözümsüzlük panik yaratıyor.
Bu panik, birden çok temele yaslanıyor ama bunların başında strateji eksikliği olduğu açık. Zira, yalnızca krizlerin değil herhangi bir sorunun çözümünde ihtiyaç duyulduğu gibi, bugün Koronavirüse karşı mücadelede de üç ana unsurun açık ve net bir şekilde topluma duyurulması gerekiyor: İlki, devletin amacının ne olduğu; ikincisi, bu amaca varmak adına hangi stratejinin uygulanacağı; üçüncüsüyse bu stratejinin gerçekleştirilmesi için kullanılacak taktiklerdir. Bu üç unsurun netliği, hedefe ulaşmak için elzemdir. Hele bugün içinde bulunduğumuz gibi kriz anlarında, toplumun hareket alanını özümsemesi için belirlenen temellere dayanmayan bir iletişim stratejisi, ‘akılların ve kalplerin’ kazanıldığı bir harmoniye ulaşımı da zorlaştırır.
Elbette ben, bir sağlık uzmanı ya da virolog olmadığım için, COVID-19 ile nasıl mücadele edileceğine dair üfürükçülük de yapmayacağım. Ancak diğer ülkeler, geç de olsa, bu üç aşamalı ajandalarını netleştirmiş gibi duruyorlar. Kimi, virüsü toplum bağışıklığına kazandırarak risk grubundaki bireyleri olabildiğince korumayı; kimiyse yayılımı olabildiğince durdurup, geniş kesimler hastalanmadan salgını bitirmeyi hedefliyor. İlki için ana strateji, virüsün kontrollü yayılımı; ikincisi için ise hastaların erkenden tespit edilip izole edilmesi. Doğal olarak uygulanan taktikler de değişiyor: İlkinde hayat kontrollü bir şekilde devam ederken, ikincisinde ülkeler hayatı durduruyor ve geniş kitlelere test yapmaya odaklanıyor.
Ne yazık ki, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bugüne kadar yaptığı hiçbir açıklamada devletin politikalarının amacına ve stratejisine dair netlik sergilemedi. (Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan söz açmıyorum bile. Belli ki ülkede -ve dünyada- negatif giden hiçbir şeyle ilişkilendirilmemesi uygun görülüyor – ki bunun da uzun vadede ne kadar kötü bir iletişim stratejisi olduğunu büyük ihtimalle göreceğiz.) Oysa bu gibi toplumsal krizlerin çözülmesi için ‘toplum’ ile devlet arasındaki iletişimin önemi açıktır. Belli başlı sebeplerle hayatın akması yolunda ısrarcı olan bir devlet, vatandaşından “kendi OHAL’ini ilan etmesini” istiyorsa, vatandaş da başına gelecekleri bilmelidir. Örneğin, bu gönüllü OHAL, ne kadar sürecektir? Devlet, bu süre zarfında nasıl önlemler alacaktır ki olağana dönüldüğünde yeni bir dalga patlak vermesin? Amaç ve amaca lokomotif olacak strateji nedir? Bütün bunlar bilinmezken vatandaştan “güçlü olmasını”, “birlik olmasını” beklemek gerçekçi değildir. Doğrusu, devletin sopasını göstermek de yeterli olmayacaktır.
Toplumun, devletin aldığı kararlara uyması için hem ikna olması hem de ortak bir duyguda kenetlenmesi gerekir. İkisi aynı anda olmazsa, sloganların bizi götürebileceği yer kısıtlıdır. Evet, “Hayat Eve Sığar” ama neden sığması gerektiğini bilmek, evinden çıkmayıp belki de işsiz kalacak olan milyonların hakkıdır.
Örneğin, Bakan Koca’nın “Bilim Kurulu” diyerek referans gösterdiği kurulun sözcülerinin, toplumun bilgilendirilmesi için en az Koca kadar görünür olması gerekir. Amaç ve yöntem birliği olduğu yerde siyaset susar, icraat konuşur. Gece yarısına doğru güncellenen tweetler, işin ciddiyetini göstermeye yeterli değildir. Kurul, yoğun bakım ünitelerinin şu anki trend korunduğu takdirde ne süre yeterli kalacağını, bu eşik aşıldıktan sonra ülkeyi nelerin bekleyeceğini göstermelidir. Sağlık çalışanlarının virüsten etkilenme oranları açıkça paylaşılmalı, bunun önünü almanın yolları anlatılmalıdır. Felaket tellallığına kimse ihtiyaç duymuyor ama gerçeklerden kaçmanın ve gerçeklerin ne boyuta geleceğinden saklanmanın da bir anlamı yok. Bakan Koca’dan beklenen yalnızca sayılar değil, detaylardır.
Bugün, ülkeyi birkaç jenerasyonda bir görülen bu derece büyük bir krizde yönetecek olanlar, ancak bu detaylara vakıf olduklarını göstererek ve yine buradan devşirdikleri mücadele stratejisini halka ısrarla anlatarak güven ilişkisi kurabilirler. Ki vaka sayısından ziyade bu detaylar Türkiye’nin önündeki haftaları/ayları belirleyecektir. (Almanya’da yine bu “detaylar” sayesinde ölüm oranı yüzde 1’in altında; İtalya’da ise yüzde 9’un üzerinde.) Saf dürüstlük sergilenmez, detaylara vakıf olunduğu gösterilmez, halkla saklambaç oynanırsa toplum da söz dinlemez. Güvenmez.
Zira KONDA’nın verileri de bu güven ilişkisinden uzakta olduğumuzu gösteriyor: Toplumun yüzde 45’i Sağlık Bakanlığı ve devlet kurumlarının bu virüse karşı yeterli önlem aldığına ve yine yüzde 45’i ilgili kurumların topluma doğru bilgi verdiğine inanmıyor. Aynı araştırmanın sonuçları, riskin ne olduğu ve tedbir amaçlı olarak neler yapılması gerektiğinin bilinmekte olduğunu ama toplumun yarıya yakınının bu tedbirleri almamakta olduğunu gösteriyor. (Elbette bu saydıklarım günü gününe değişen veriler; ama yolun başındaki durum buydu.) Fakat şunu da unutmamak gerek: Türkiye’nin büyük bir kesimi günü gününe geçiniyor, evde kalmaya cüzdanı el vermiyor. Bu insanların elinden “devlet baba” tutmaz ise kimse de haftalar boyunca evinde kalamaz. Hiçbir iletişim stratejisi, insanları hayatlarının dayattığı gerçeklerden kaçıramaz. Kimse, açlıkla virüs arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmamalı.
Dolayısıyla bugün, cephe cephe askerlerinin durumunu İkinci Dünya Savaşı sırasında Parlamento’ya anlatan Winston Churchill’in liderliğine ihtiyaç var. Buna en yakın örneği New York Valisi Andrew Cuomo’nun ortaya koyduğunu söylemek mümkün. Üstelik Cuomo, büyük ihtimalle birkaç gün içinde salgının yeni merkez üssü ilan edilecek eyalette, Trump’a rağmen sürdürüyor mücadelesini. Her gün ekrana çıkıp, son 24 saatin geniş analizini yapıyor, yoğun bakım ünitelerinin doluluğundan solunum cihazlarına kadar eyaletin ne halde olduğunu -durumun kötülüğünü en çıplak şekilde anlatmaktan çekinmeden- ortaya koyuyor. Hem iyileşenlerin hem kaybedilenlerin hikayelerini New Yorklulara aktarıyor. Detaylardan korkmadan, güven ilişkisini her şeyin üzerine koyarak konuşuyor.
Ancak bütün bunlar, duygu dünyasının yok sayılması anlamına gelmiyor elbette. İçgörü uzmanları Akan Abdula ve Kurtuluş Kantar, geçtiğimiz günlerde yayımladıkları makalelerinde toplumu domine eden duygunun anksiyeteden korkuya evrildiğini söylüyordu. Bu da insanların “savaşçı” ruhunu öne çıkarıyor, eyleme geçme motivasyonlarını artırıyor.
Doğrusu ben, “savaş” metaforunun sağda solda sakız edilmesini sevmem ancak tecrübe ettiğimiz bu günler, on yıllardır eşi benzeri görülmemiş bir savaşa rahatlıkla benzetilebilir. Tıpkı diğer savaşlar gibi, insanlığın yıldızının parladığı anları da en büyük trajedileri de aynı anda yaşıyoruz. Bir yanda evine dönemeyen doktorlar ‘cephelerde’; öte yanda hâlâ ‘’Bana bir şey olmaz’’ diyerek sürten gençler ve hasta ettikleri yaşlı akrabaları… Bu duygu yoğunluğundan mesaj devşirmek gerektiği açık. Örneğin Britanya’da hem halk, dünya savaşlarındaki propaganda posterlerinden alışık olduğumuz bir şekilde ‘’Ülkenin sana ihtiyacı var’’ denilerek gönüllü sağlık personelliğine çağrılıyor (iki günde 600 binden fazla insan başvurdu); hem de ‘’Evde Kalın, Hayat Kurtarın’’ denerek, kapıdan çıkmamak kahramanca bir eylem olarak anlatılıyor. Evet, dedelerimiz henüz 19’ken ellerine silah verilip cepheye sürülmüşlerdi ve şimdi bizden elimizi yıkayıp evde tembellik etmemiz bekleniyor. Üstelik bu iki uç çağrı, benzer sonuçlara hizmet ediyor olabilir.
İnsanlar hem mücadelenin bir parçası olmak istiyorlar (çünkü ellerindekini kaybetmekten korkuyorlar) hem de tutunacak bir dal arıyorlar (çünkü herkes aynı felaket senaryolarına aynı anda maruz kalıyor [Twitter’a ara vermek için iyi bir dönem]). Savaş dönemlerinde ortaya atılan o meşhur stratejiden yola çıkarak söylemek gerekirse; insanlar, sorumlu davranmak için hem akıllarının hem de kalplerinin fethedilmesine ihtiyaç duyuyorlar. Bundan sonra liderlik, bu iki damarı da aynı anda tatmin etmekten geçiyor. Krizi yönetenlerin de bu yüzden hem halkı eyleme teşvik etmesi -ki evde kalmak da hayat kurtardığı takdirde kahramanca bir eylem olarak anlatılabilir- hem de halka karşı dürüst olması gerekiyor. Tweetle vaka sayısını bildirmek de dizi oyuncularından fotoğraf beklemek de bir başlangıç olabilir ama yeterli değildir. Ancak, şuna ne şüphe var ne de tekrar etmenin zararı: İnsanlık hem parlayacak hem de karanlık günler yaşayacak. Evimizde kalalım ki, ışığın parçası olalım. Akıllar da kalpler de buna inanmalı.