[voiserPlayer]
Cumhuriyet tarihinde ilk defa bu türden bir enerji krizi yaşadık. Krizin önemini iktidar partisinin gündem saptırma gayretlerinden, krizin nedenini de Enerji Bakanı’nın kışa girerken yaptığı açıklamalardan, Sanayi ve Teknoloji Bakanı’nın mazeretlerinden anlayabiliyorsunuz. Her alanda olduğu gibi enerjide de öngörüsüz, eleştiriye ve bilime kapalı, cahil cesaretiyle en kritik konularda bile her türlü riski alan, gözleri paraya gülen bir anlayış var karşımızda.
Tam da üretimle ve ihracatla büyüyeceğimiz yeni ekonomi modeline geçtiğimizi cümle âleme duyurmuşken üretimin durması, kesinti sonrası yaşanacak verimlilik kayıpları, ihracatçımızın küresel değer zincirlerindeki ağırlığını kaybetme riski ve planlı sanayi politikasının omurgası niteliğindeki organize sanayi bölgelerinin adeta cezalandırılması, tam “a la AKP” denecek cinsten. Fayda-maliyet analizinden ve risk yönetiminden bihaber bürokrat ve politikacıların neden olduğu üretim kaybı aylar öncesinde pahalı bulup almaya kıyamadıkları doğalgaz maliyet farkının üstünde.
Enerji alanında uzman olmadığımdan (ben ekonomistim!) Cumhuriyet tarihimizin bu en derin enerji krizini işin uzmanlarından bir hafta boyunca dinleyip anlamaya çalıştım. Konuyla ilgili daha fazla bilgi sahibi oldukça bu yaşadığımız skandalın genetik kodunun daha önce yaşadığımız bir skandalla çok benzediğini gördüm. Doğru bildiniz, 128 milyar Dolar skandalından bahsediyorum. Bu iki skandal arasındaki benzerliklerden bazılarını devleti yönettiğini unutan liyakatsiz kadrolar, yandaş sermaye için kâr alanları yaratma motivasyonu ve baskılayarak çözüm alabileceğini sanma olarak özetleyebiliriz.
Devlet yönettiğini unutan liyakatsiz kadrolar: Serbest piyasa ekonomisinin doğru çalışmasını, özel sektör marifetiyle bir ekonomik büyümeyi hedefliyorsanız, kamunun öncelikli görevi makro bazdaki riskleri yönetmek, belirsizliği azaltarak istikrarı ve güvenliği sağlamak olmalıdır. Bir ülkede makroekonomik istikrarın sağlanması ve ülkenin dış şoklara karşı korunması için Merkez Bankası rezervleri ne kadar önemliyse, orta ve uzun vadeli doğalgaz boru hattı anlaşmaları da enerji arzı güvenliği için neredeyse aynı önemi taşıyor. İşte bu yüzden merkez bankaları ve enerji bürokrasisi, gerekirse yüksek maliyetleri göze alarak kendi sorumluluk alanlarında güvenliği sağlamakla yükümlü. Sermaye hareketlerinin yoğun olduğu gelişmekte olan ekonomilerde merkez bankalarının kendi rezervlerini erittikten sonra ödünç rezervlere bel bağlaması nasıl başlı başına bir risk faktörü ise doğalgaz boru anlaşmalarının arka plana itildiği ekonomilerde spot piyasa fiyatlarına bel bağlamak da aynı derecede önemli bir risk faktörü. Eğer enerji bürokrasisi Azerbaycan ile yapılan Faz-1 anlaşmasını[1] -hem de koşullar çok uygunken- yenilemiş olsaydı, her sene aynı sıkıntıyı çıkaran ve doğalgaz ithalatımızda ağırlığı sadece yüzde 10 civarında olan İran’ın doğalgazına bu kadar bağımlı olmazdık. 2020 yazında petrol ve doğalgaz fiyatları şimdikinin neredeyse dörtte biriyken ve küresel ölçekte enerji fiyatlarının artmasına kesin gözüyle bakılırken enerji arz güvenliğimizi artıracak orta ve uzun vadeli anlaşmalardan uzaklaşıp spot piyasalara yönelmek iyimser bir yaklaşımla liyakatsizlikten, gerçekçi bir yaklaşımla da yandaş sermaye için kâr alanı yaratmaktan başka bir şey değil. Enerji Bakanı’nın kış başındaki açıklamaları zaten tek başına liyakat sorununa işaret ediyor. İster liyakat ister yandaş sermayeyi kollama deyin, iki durumda da değişmeyen tek gerçek devletin milyarlarca dolar zarar ettiği. Çok basit bir örnek verelim. 110 milyar TL satış geliri olan BOTAŞ geçen sene 91 milyar TL zarar etti.
Tabii bu başlıkta konuşabileceğimiz başka alanlar da var. Uluslararası standartlar doğalgaz tüketiminizin yüzde 20’si kadar bir depolama tesis kapasitesi olması gerektiğini söylerken, bizde bu oran yüzde 5’in biraz üzerinde. Gerçi yüzde 20 olsaydı da bir şey değişmeyecekti çünkü fiyatlar pahalı olduğu için biz zaten düşük kapasiteli depoları bile doldurmadık. Bu tesislerin kapasitesini arttırmak için açılan ihalelerin de olağan şüphelilere gittiğini ve burada çok acele edilmediğini ekleyerek bu paragrafı kapatalım.
Bir başka problem de spot piyasalardan sağlanan LNG’nin gaz şebekesine bağlanmasında yaşanıyor. Yani spot piyasadan sağlayacağınız doğalgaza güveniyorsunuz ama gerekli altyapıyı da kuramıyorsunuz. Mesela İzmir-Aliağa’da bulunan FSRU gemilerinin şebekeye bağlantı noktaları birbirlerine çok yakın. Bu yüzden aynı anda iki terminalden şebekeyi beslemek mümkün olmuyor, toplam arz kapasitesi de düşüyor. Daha vahim bir örnek Hatay Dörtyol’da bulunan BOTAŞ’a ait FSRU gemisinin bulunduğu bölgedeki liman koşulları. Hava uygun olmadığında, bölgenin rüzgâra açık yapısı ve dalga seviyesinden dolayı şebekeye düzenli gaz basımı güçleşiyor. Plansızlık diz boyu anlayacağınız. Tam “a la AKP” denecek türden bir yaklaşım.
Yandaş sermaye için kar alanı yaratma: TCMB rezervleri eritilirken kime ne kadardan dolar satıldığı iktidar değiştikten sonra en çok incelenecek konuların başında geliyor. Benzer şeyleri 20 Aralık gecesi yapılan VİOP işlemleri için de söyleyebiliriz. TCMB Başkanı’nın, Hazine ve Maliye Bakanı’nın alınacak faiz kararlarını fısıldadığını da artık biliyoruz. Özetle ekonomi bürokrasisinin yandaş sermayeyi kollamayı kendisine bir görev edindiğini söyleyebiliriz. Bunun çok daha vahimi maalesef enerji sektöründe gerçekleşiyor. O yüzden de inşaat sektörünün buzdağının görünen kısmı olduğunu, görünmeyen kısımda ise enerji ve madencilik sektörü olduğunu söyleyebiliriz. Uzun vadeli anlaşmaların ağırlığını azaltıp spot piyasadan LNG alma yoluna gittiğinizde sizi o yolda elini ovuşturarak hangi şirketlerin beklediğini ve bu alana en çok hangi şirketlerin yatırım yaptığını az çok tahmin edersiniz. İşin özeti şu: Her ne kadar enerji bürokrasisi 2020 yılı itibariyle spot LNG piyasasında fiyatların düşük düzeyde seyretmesini strateji değişikliğinin gerekçesi olarak gösterse de yandaş firmalara yeni kar alanları yaratma isteğinin çok daha baskın bir rol oynadığını görüyorsunuz. Sektördeki güçlü kamu kuruluşlarının özelleştirme yoluyla parçalanması, sektörü yöneteceği ve serbest rekabet için gerekli koşulları yaratacağı öngörülen EPDK’nin de siyasi müdahalelerle etkinliğinin kaybolması sonucu arz güvenliği ve fahiş faturalar kaçınılmaz oluyor.
Baskılayarak çözüm alabileceğini sanma: 128 milyar dolar skandalındaki temel motivasyon faizlerle kuru aynı anda baskılamaktı. Sayın Erdoğan’ın Ahmet Hakan ile röportajında kur ve faizlerin nasıl düştüğünü ve daha da düşeceğini söylerkenki yüz ifadesini hatırlayın. Piyasada güven tesis edecek yapısal tedbirleri almadan, itibarlı bir program uygulamadan ve merkez bankası rezervlerini eritmeden kur ve faizleri aynı anda baskılayıp enflasyon ve düşük büyüme problemini çözeceğini sanmak ancak ekonomi cahilliğiyle açıklanabilir.
İşte biz aynı cehaleti ya da iş bilmezliği bu enerji krizi öncesinde enerji bürokrasisinde yaşadık. 2019 yılında elektrik fiyatlarını baskılamak için EÜAŞ barajlı büyük HES’lerde depoladığı suyu sanki hiç kuraklık yokmuş ve olmayacakmış gibi kullandı. Ürettiği elektriği de ucuz fiyata sisteme satınca doğalgaz çevrim santralleri bir süreliğine kontak kapattı. Daha sonra beklenen olup su rezervleri kritik seviyelere gelince barajlı HES‘lerden elektrik üretimi önemli ölçüde azaldı ve biz elektrik üretiminde doğalgaz fiyatlarının insafına kaldık. Doğalgaz fiyatları da enerji bürokrasisi dışında herkesin beklediği gibi artınca, elektrik üretiminde ağırlığı giderek artan doğalgaz çevrim santrallerinden dolayı elektrik fiyatlarının artması kaçınılmaz oldu. Uzun süre BOTAŞ doğalgaz fiyatlarını doğalgaz çevrim santrallerine yansıtmadığı için biz elektrik fiyatlarında kademeli bir artış yerine bir anda ve çok yüksek bir artış yaşadık. Aynen kur piyasalarında yaşadığımız gibi…
İşin özeti şu: Uzun vadeli doğalgaz boru hattı anlaşmaları yapıp enerji güvenliğini sağlasaydık, enerji fiyatlarındaki artışı öngörüp depolama tesislerinin kapasitesini arttırıp bu depoları doldursaydık, enerjiyi farklı kaynaklardan elde edecek bir strateji izleseydik, kurulu gücün içinde yer alan verimsiz HES’lere ve lisanssız GES’lere bel bağlamasaydık, uygun maliyetlerle iletim altyapımızı yenileseydik, küresel ölçekte artan enerji fiyatlarından bu kadar etkilenmezdik. Liyakatsiz ve yandaş sermayeyi kollayan kadrolar, iktidar partisinin enerji piyasasını getirdiği durum ve problemleri kısa dönemde makyajlama isteği Cumhuriyet tarihinin bu en büyük enerji skandalını doğurdu. Bu kriz de aynı yaşadığımız ekonomik kriz gibi tarihe “Erdoğan krizi” olarak geçecek çünkü işin özünde bizzat bu kötü yönetim sisteminin yarattığı bir kriz var.
Son ve çok önemli bir nokta daha var. Uzun zamandır Türkiye’de elektrik fiyatları baskılanıyor. BOTAŞ çok büyük zarar ederek doğalgaz satışında sübvansiyona gitmesine rağmen elektrik ve doğalgaz faturaları bizler ve sanayicilerimiz için çok yüksek. Bunun önemli bir nedeni sektördeki güçlü kamu kuruluşlarının parçalanması sonucu ortaya çıkan piyasa mekanizmasının etkinsizliği. Verilen kur bazlı teşviklerden denetlenmeyen dağıtım şirketlerine kadar faturalara olumsuz yansıyan birçok uygulama var. Bununla beraber faturaların can yakmasının önemli sebeplerinden biri de Türkiye’nin fakirleşiyor olması. Her fırsatta Cumhurbaşkanı’nın ve enerji bürokrasisinin doğalgazı ve elektriği Avrupa’dan çok daha ucuza sağladıklarını söylemesini bizi ne kadar fakirleştirdiklerinin bir itirafı olarak da okumak mümkün.
[1] Burada Faz-1 anlaşmasından aldığımız doğalgazı TANAP (Faz-2) anlaşmasına aktardığımız yönünde bir argüman da geçerli değil zira TANAP hattının bağımsız bir yönetime sahip olması ve hattın Türkiye şebekesine bağlantısının Eskişehir’de bulunması nedeniyle İç ve Doğu Anadolu bölgelerinde arz güvenliği sağlanamıyor. Şunu söylemekle yetinelim: TANAP anlaşması bu yazıda bahsettiğimiz skandalları aratmayacak nitelikte…
Fotoğraf: KWON JUNHO