[voiserPlayer]
“Dünyada yalnızca güç vardır – başka bir kuvvet yoktur. Güçlünün güçsüzü yönetmesi doğanın tek evrensel kanunudur. Bu nedenle eğer özgürlük istiyorsak, güçlü olmaya çalışmaktan başka hiçbir şansımız yok.”
Liang Qichao (1873 – 1929)
Bir skandaldan bahsediliyor. Özgürleşme ile köleleşme arasındaki farkın, yüzyıllar süren bir süreç sonucunda azalıp kaybolmasını konu alan bir skandal. Debdebeli bir skandal bu. Nereden bakarsan bak üzen, yoran, bitiren; ve bitirdikten sonra da durmayan, insanın bitiminin yarattığı erke-dönergecimsi sonsuz bir enerji kaynağından beslenen bir skandaldan söz ediyoruz. Öyle büyük bir skandal ki, kifayetsiz birtakım kelimeler ancak yetiyor durumun ciddiyetini anlatmaya.
Peki, nedir bu skandal tam olarak?
Bir bakıma, hayatla baş edememenin skandalı bu aslında. Hayatın, düşmemek için tutunduğun her şeyi, bile isteye ve güle oynaya yok etmesiyle ortaya çıkmış, senin için trajik hayat içinse eğlenceli bir durum. Hayatı tanıdığımdan söylemiyorum bunları; bilakis, yıllardır birlikte yaşamamıza rağmen benimle bir kere olsun tanışma gereği duymadığı için söyleme ihtiyacı hissediyorum, kırgınlığımdan yani.
O kırgınlıklarımdan biri de Çin.
Çin, bir skandal ve beni çok yoruyor. Yanlış anlaşılmasın benim Çinli arkadaşlarım var. Benim anlamadığım, bir millet, nasıl liberal olmadan, parlamenter demokrasi kurmadan, insan haklarına, ifade özgürlüğüne, cinsiyet ayrımcılığına özen göstermeden, ve bu gibi bilimum Kanada-vari eylemler içine girmeden, kalkınır ve zengin olur; deli gibi teknoloji üretir, bir nesilden ötekine, bilmem kaç milyon açlık sınırının altında yaşayan insanı alır ve orta sınıf haline getirir. Böyle bir ekonomik plana nobel ekonomi ödülü verilmesi gerekirken, neden böyle bir ekonomik plan insana ürperti verir?
Verir; çünkü beklenmedik başarılara atılan imzalar genellikle ıslaktır; ve öyle ıslaktır ki üzerinde durması imkansız bir zemin yaratır. Kaymamaya çalışırsın, ayaklarının üzerinde durmaya, ama başaramazsın; imzanın yarattığı o derin ve yapay gölette boğulursun. İşte o çaresizlik içerisinde, her çaresiz insanın başına geldiği gibi, kendinde kendinden büyük birini, bir varlığı aramaya başlarsın – ki seni bulunduğun girdaptan çeksin çıkarsın. İşte tam bu anda, eski bir dost girer tekrar işin içine; yani bilim.
Bizi yalnız başımıza bırakıp çekip giden bilim üzerine
Bir diğer kırgınlığım, hatta belki de en büyük kırgınlığım ise bilime.
Son yılların en büyük skandalı bilim olsa gerek, belki de bildiğimiz manada tarihin en büyük skandalı demeli. Bizi kendimizle bir başımıza bırakıp çekip giden bilimden söz ediyorum. Halbuki bize ne sözler vermişti. Her şey çok güzel olacaktı. Hiçbiri olmadı. Hatta birçok umulanın tam tersi bile oldu; ama olabilirdi. Bilim kimi zaman agresif olabilirdi, ama terapi mümkün değil miydi? Çekip gitmesine ne gerek vardı? Bilim çekip gidince, açılan boşluğu Çin doldurdu. Yoksa Çin mi bilimi kovdu? Bilim, doğru dürüst bilimliğini yapsaydı, Çin olur muydu? Olmazdı. Paris olurdu, Londra olurdu, Berkeley olurdu ama Çin? Çin’de bilim için gerekli tarih var mıydı ki, kültür var mıydı, mimari, yiyecekler var mıydı? Bilim, Çin’in neyine idi?
Söylenti o ki, skandal kopunca, bilim pılını pırtını toplayıp, Paris ve Londra’dan ilk trene binip Rusya’nın kuzeyinde bir köye yerleşti; Putin ve adamları yıllardır arıyor, bulsalar boğazlayıp öldürecekler ki bir daha geri dönemeyeceği kesinleşsin bu bilim denen varlığın, zira öyle bir tehlike sanki hep ufukta var. “Gerçek Avrupa’nın dönüşü”, şeklinde sağlı sollu çığırışanlar ve bu esnada elleriyle burunlarını ve tişörtlerini nevrotik hareketlerle çekiştirenler var.
Belki de artık yüzleşmek gerekiyor, diyor birileri: bilim bizi terk etti ve geriye yalnızca teknik kaldı; ve eğer bilimin künyesinde Londra, Paris yazıyordu ise, tekniğin etiketinde “made in China” yazıyor.
Peki, bilim ile teknik arasındaki fark ne idi?
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle şunun farkına varmak gerekiyor. Ta en başından beri bilim bizi hep terk etmek istiyordu aslında. Aşırı iyi, aşırı erdemli, aşırı adaletli biri olarak nam saldığı için başa gelmesi gereken, ama tam da bu vasıfları yüzünden iktidardan zerre hazzetmeyen trajik bir figür gibiydi bilim: başladığı ilk günden beri isteksizdi, bir bahane bulup kaçmanın derdinde idi. Ceketini koysa kazanması gereken bir performansa sahip olması beklenirken, ceket giymemekte ısrar ediyordu. Garip garip tripleri vardı. Teknik ise sinsice, bu başarısızlık ile sona ermesi kaçınılmaz olan deneyi izleyen asıl aktördü. Teknik gereken her şeyi giyerdi, haşema dahil. Akıllıydı, kıvraktı, merhamet ne bilmezdi.
Değeri yeterince anlaşılamamış güzel insan Hans Blumenberg bu mücadeleyi tüm çarpıcılığı ile anlatır. Her şeyi aslında teknik kurdu, der. Bilimin karşısında değer kazandığı düşmandı teknik. Teknik olmasın diye, bilim icat edilmişti; ya da başka bir deyişle, bilim ortalık tekniğe kalmasın diye yaratılmış bir imkansızlıktı. Bu durum binlerce yıl önce, Sokrat’ın, ya insanlar kendi aralarında neyin gerçek olduğuna karar verirlerse, sorusuna Glaucon’un verdiğin “ananke” cevabından beri aynı idi – yani kaçınılmazdı. Gölgelerden kaçamazdın; en sonunda gölgeler hükümdarlığını ilan edecekti. Sokrat mırın kırın etti.
Glaucon tekrarladı: “Polle ananke”.
Edmund Husserl ve Avrupalılaştıramadıklarımızdan mısınız?
Bu kaçınılmazlıktan kaçma telaş ve trajedisi ile tarihe damgasını vurmuş son aktör, arkasında 40.000 küsür sayfa araştırma metni bırakarak gitmiş, canlı mı makina mı bilinmeyen, büyük ihtimalle canlı bir makina olan son büyük idealist (ama öyle bildiğin idealistlerden değil diye eklemezsek olmaz) Alman düşünür ve fenomenoloji bilminin kurucusu Edmund Husserl idi. “Made in Germany”den “Made in China”ya doğru yaşanan o kaçınılmaz yolculuğun son halkasıydı Husserl. Trajik bir figürdü. İdealistler hep trajik insanlardı ama onlar bunu bilmezdi.
Avrupalı olmayanların kendilerini teker teker Avrupalılaştırırken, Avrupalıların kendilerini hiçbir zaman Avrupalı olmayanlara benzetmek gibi bir derdi olmadığını açıkça söylemekten imtina etmeyen ve bu samimiyeti ile kalplerimizi fetheden Husserl, Crisis kitabında, doğa bilimleri eleştirerek aslında bunların bir bilim değil yalnızca teknik olduğu yönünde büyük bir eleştiri getirmiş; ve, son kez, “sana gitme demeyeceğim ama gitme bilim yaaa,” şeklinde, bilimi ikna etmeye çalışmıştı. Husserl’e göre sorumluluk sahibi olmadan, ben ne yapıyorum arkadaş, diye sormadan, anlam aramadan, apodiktik olmadan, yapılan bilim, akıllıca bir teknikten öteye gidemez idi. Çok akıllıca olabilirdi, ama, hayır, yo yo, yalnızca, akıllıca bir teknik olarak kalırdı: “Hadiseler ile işleyen bir bilim, ancak hadiseler ile işleyen insanlar yaratır,” dedi Husserl – ne de güzel dedi. Başka bir deyişle, bilim, içgörü iken, teknik beceri idi. Çok becerikli olabilirdin ama bu bilim yaptığın anlamına gelmezdi. İçgörüsüz nice adam başarılı olmuştu şu dünyada, bilhassa inşaat sektöründe. Eğer kişi bilim yaparken, yaptığı bilimin hayatla ve bilinçle olan ilişkisini unutursa, o kişi kendini bilim ile değil, teknik ile meşgul ediyor demekti.
Husserl denedi ama maalesef olmadı; başaramamak, bu mücadelenin kaderi idi. Ananke. Husserl, Çin’i hesaba katamadı – ki o sıralar, Pankaj Mishra’nın mükemmel anlatımı ile, Çin pek de hesaba katılacak bir durumda değildi. Batı’nın elinde bir oyuncak olmuş, yakılıp yıkılmakta idi. İngiliz Birliği’nde göre alan, işgale gittiği topraklara sempati ile yaklaşan, Kuzey Hindistanlı bir asker olan Gadhadar Singh, Çin’de yaşananları not tutmuştu. Anlattıklarına göre, görev aldığı her yerde, iskelet gövdeli aç Çinliler, zombi gibi etrafta amaçsızca dolaşıyordu. Ülkedeki nehirler “kan, et, kemik ve yağ kokteyli” haline gelmişti. Singh’a göre özellikle, Rus ve Fransız askerler yağmacıklık, tecavüz ve toplu katliamdan ayrı bir keyif alıyordu. Şöyle devam ediyordu Singh: “[Bu yaşananlar karşısında] taştan kalpler bile erir ve merhamet hissederdi.” Singh, eklemeden edememişti, bu zulmü yapanların hepsi “’uygar’ uluslardı.” Bir yanda fethetmeye geldiği topraklara merhamet duymaktan kendin alıkoyamayan Singh bunları yazarken, öteki tarafta, Alman Kaizer’i, Çin’in yağmasına ortak olmak için bir grup asker yollamakta, ve askerlerine Atilla Han gibi acımasız olmalarını öğütlemekteydi, böylelikle “hiçbir Çinli bir daha asla bir Alman’a gözlerini kısmaya cesaret edemeyecek”ti. Yüzyıllardır, medeniyetlerinin sembolü olan Emperyal Palas’ları bir çadırmışcasına yakılan Çin’de yaşanan katliam, tecavüz ve zulüm öyle bir eşiğe ulaşmıştı ki, Çinli filozof Yan Fu, kendilerini hiçbir zaman Çinlileştirmeyecek, Batılı sahipleri hakkında şöyle diyecekti: “Onların etlerini çiğ çiğ yemememiz için tek neden gücümüzün yetersiz olması.”
Tabii ki bunlar hiçbiri Husserl’in kulağına ulaşmadı, ulaşsa da kendisi bilincin derinliklerinde kaybolduğu için duymazdı, zira o astral seyahatin güvenliği kendisinin eleştirdiği teknik tarafından sağlanmakta idi. Birtakım etler teknik ile koruma altına alınmıştı. Teknik sağolsun, birtakım etler daha değerli idi.
Yine de bu onurlu çaba, her ne kadar bilimi kalmaya ikna edemese de, yapılan müzakereler sonucunda, bilimi gitmeden ardında, kendini ona adayanlar için bir endüstri bırakmaya inka edebildi. En nihayetinde, tekniksiz bilim de karın doyurmuyordu.
Bu bir grup bilim aşığı kendini oyalaya dursun, Çin yüzyıllardır pusuda bekleyen tekniğin zaferini ilan etti; ve biz bugün, tüm gezegen olarak, bu başarının altına atılan o ıslak imzada boğuluyoruz. Aslında hepimiz, Lord Elgin’in yaktığı Çin’in Emperyal Palas’ın enkazı altında kaldık da haberimiz yok.
O son Palas’ı yakmayacaklardı.
Artık bilim yok; rivayet odur ki, Putin Sibirya’nın kuzeyinde, bilim’i Breaking Bad’deki Walter White’ın sonuna benzer bir şekilde bulmuş ve sık sık güreştiği ayısına yedirmiş. Üzücü, tabii. Zira, bilim yoksa, ve her şey teknikse, bundan sonra ne anlatacaksın? Nasıl anlatacaksın? Dayanağın ne? Kim takar?
Gölgeler.
Her şey gölgeler.
Skandal.
Nereden baksan bak, skandal.
Ananke, dostlar.
Polle ananke.