
Bir Toplum Yaralarını Nasıl Sarar?
28 Ocak günü ABD için, tıpkı Kennedy suikastı, 11 Eylül ya da Kongre Baskını gibi ulusal bir travma günüdür. 1986 yılında yaşanan trajedi hatırlanır, bugün için çıkarılması gereken dersler tartışılır. Zira, 18 Ocak 1986’da ABD, ilk defa bir sivilin de içinde bulunduğu Challenger’ı uzaya yollayarak bir gurur anı yaşayacakken, uzay aracının patlamasını ve içindeki herkesin hayatını kaybetmesini canlı yayında izlemiştir.
Aslında, 1986’da ABD, “yeni hudutlar” keşfetmek umuduyla başlayan ve Soğuk Savaş’ın en ateşli cephelerinden birine dönüşen keşif yarışında, uzay araçlarını yeni hudutlara göndermeyi artık bir alışkanlık haline getirmişti. Ancak Challenger ile uzaya çıkacak öğretmen Christa McAuliffe, yeniden tarih yazacak, keşfedilmeyi bekleyen yeni dünyadan, uzaydan, eskisine ders anlatacaktı. ABD’nin çocuklarını bilim ve teknoloji üretimine yönlendirmek için yürüttüğü çalışmalardan biri, hatta en iddialısıydı bu. Ülke daha önce üç astronotunu henüz yerdeyken kaybetmişti ama bu defa yaşanan bir ilkti. Tarih yazmayı bekleyen 7 kişi, yeni hudutlara ulaşamadı.
ABD Başkanı Ronald Reagan’ın 8 yıllık liderliği boyunca ülkeyi bir arada tutması gereken en kritik anlardan biriydi bu. Normalde o gün, yıllık State of the Union konuşmasıyla Kongre’ye seslenmesi gerekiyordu. Fakat, programını derhal iptal etti ve Başkan ile konuşma yazarları, Oval Ofis’ten yapılacak yeni bir yas konuşması üzerine çalışmaya başladılar.
Bu arada Reagan döneminde ABD tek yürek olmuş, parti sınırlarını aşmış bir toplum değildi. Tersine, Başkan’ın ekonomiyi deregüle eden, devleti olabildiğince küçülten politikalarına karşı sol tepkiliydi. Washington’ın Demokrat liderleri, Reagan’a karşı sürekli sert tutumlarından vazgeçmiyorlardı. Başkan, hem siyasetin böldüğü hem de kazanın travmatize ettiği bir topluma konuşacaktı; günlüğüne ‘’Yaşadığımız şok ve dehşeti anlatacak kelime yok’’ yazdı.
Fakat Reagan, başkanlık ofisinin tanıdık dekorunun önüne geçtiği anda siyasetin günlük oyunlarının üzerinde bir lidere dönüştü. Yası, umudu ve direnci anlatan, sadece 650 kelimelik bir konuşma yaptı. ‘’Bugün anmanın ve hatırlamanın günü’’ diye başlayıp, Challenger’ın asıl amacına geri döndü: “Özellikle uzay aracının kalkışını canlı yayında izleyen Amerika’nın okul çağındaki çocuklarına bir şey söylemek istiyorum. Anlamak zor, biliyorum; ama bunun gibi acı olaylar yaşanabiliyor. Bu, gelişme ve keşif sürecinin, insanlığın ufkunun genişletme iradesinin bir parçası.’’ Ardından gelen cümle, belki de Başkan’ın düşünce dünyasını da özetler nitelikteydi: ‘’Gelecek, korkakların değil; cesurlarındır. Challenger ekibi, bizi geleceğe taşıyordu. Onları takip etmeye devam edeceğiz.’’
Kötü haber vereni kimse sevmez ama Amerika, Reagan’ın siyasetin sınırlarını aşan o beş dakikalık konuşmasını çok sevdi. Demokrat liderler, Başkan’ın en parlak anına tanık olduklarını açıkça belirttiler. Tabii ki Başkan’ın bu trajediye neyin sebep olduğunu bütün ülkenin aynı anda öğrenebileceği, şeffaf kriz masası da kriz yönetimi için bir derse dönüşecekti. Reagan, eski Dışişleri Bakanı William Rogers’ın liderlik ettiği bir Komisyon kurulmasını sağladı. Başkan’ın gözetiminde gerçekleşen trajedi, aydınlatılacaktı.
Reagan, karanlıkta, gözlerden uzakta yapılacak bir “suçlama kavgası”nın kimseye bir şey kazandırmayacağını biliyordu. Komisyon, NASA’nın risk analizlerinde derin kusurlar olduğunu saptayacak, o gün Florida’daki olağandışı hava durumu karşısında gerçekçi bir değerlendirmede bulunamadıklarını ortaya koyacaktı. Elbette uzay ajansından on yıllardır beklenen “kısa zamanda, sert rekabet ortamında, her şeyi becerme” kabiliyetinin rolü vardı. Derhal NASA bürokrasisi derin bir reform sürecine girdi ve kurum ile devlet arasındaki ilişkiler yeniden tanımlandı. 2007’de, NASA, McAuliffe’in de anısını yaşatarak ilk defa bir öğretmeni uzaya gönderdi.
Peki başkanlığı süresince Amerikan ekonomisini üçte bir büyüten, 70’lerin krizlerle geçen depresif yıllarının ardından istihdama 19 milyona yakın insan katılmasını sağlayan, Sovyet lider Gorbaçov ile yan yana gelip “nükleer bir savaşı kimse kazanamaz, dolayısıyla öyle bir savaş hiçbir zaman başlamamalıdır’’ diyen; Berlin’den, demir perde arkasındaki Sovyetlere bakarak ‘’Bu duvarı yıkın’’ konuşmasını yapan, birçokları için Soğuk Savaş’ı bitiren lider Reagan’ın görev onayının en yüksek olduğu an, ne zamandır? 1986’da ülkesi o trajediyi yaşarken liderliğin gereğini yapıp hem empatiyi hem umudu hem de yası topluma anlattığı; kendi gözetiminde yaşanan travmayı en şeffaf şekilde ülkesinin gözü önünde sorgulattığı andır.
Dolayısıyla Challenger vakası, aslında tarihten süzülen saf bir liderlik örneğidir de aynı zamanda. Güven inşa etmenin, hakikatten kaçarak ya da siyasetin ucuz sığınaklarında saklanarak başarılamayacağını net bir şekilde gösterir. Trajedi yaşayan toplumlar, Reagan gibi liderler sayesinde iyileşirler.
Bütün bunlar aklıma, ülke olarak her alanda şifa bulmaya böylesine ihtiyaç duyduğumuzu bize hatırlatan o anlardan birini yaşadığımızda geldi. Ne acı ki bizim derdimize hiçbir parti kongresinde yapılan konuşma derman olmayacak.
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Trump’la Uyanmayı Ben Seçmedim
Bu Yüzden Dijital Devrimin Demokrasi Mücadelesini Vermek Zorundayım. Her sabah ondan gelen bir elektronik postayla uyanıyorum. Kahvaltıma yine o eşlik ediyor. İşe oturunca dahi telefonun ışığı yanıyorsa, biliyorum ki karşıma onun adı çıkacak. Öğlen yemeğini beraber yapacak; akşam yürüyüşe beraber çıkacağız. Karantinadayım ama biliyorum ne yalnız başıma yemek yiyeceğim ne

Johnson vs. Starmer: Liderliğin İki Maskesi
Liderliğe soyunan hemen herkes, liderliklerinin sınanacağı birçok anla karşı karşıya kalacaktır. Bu, bir şirket yöneticisi için arkasından dolanan çalışanlarına karşı ne yapacağı da olabilir; bir öğrenci temsilcisinin okul yönetimine karşı tavır takınma cesareti de. O anlar, liderin karakterini belirleyecektir: Korkak mı; savaşçı mı? Cesur mu; yalancı mı? Özellikle de siyasette

Totaliter Rejimler Virüslerden Daha Tehlikelidir
İlk kurşunu Çin’in Türkiye Büyükelçiliği attı. Yayınladıkları videoda kendilerini Lego’dan doktor kahramanlar olarak gösteriyor, Özgürlük Heykeli’yle sembolize edilen ABD ise gittikçe hastalanıyordu. Çin,”Biz size söyledik” derken, öfkeden kızaran heykel, “Yalancılar” diyebiliyordu sadece. Çin, gelecek virüsle mücadelede önerilerini yaparken Amerika, “Griptir, geçer” cevabının ötesine gitmiyordu. Tesadüf o ya, ikinci kurşunu aynı

Koronavirüsle Mücadelede “Ardern Faktörü”
Sistemlerin ve kurumların işleyişine öncelik verenler, liderliğin değerini zaman zaman geri plana atmaya kalkarlar ki doğrudur; ABD’de bir başkanın devlete verebileceği zarar, olağan koşullarda, ölümcül olmayacaktır. Denge ve denetleme mekanizmaları, konu ABD Başkanı olsa da, haddin aşılmasına izin vermez. Ama sistemler, kriz anlarında tıkanabilirler. Bugün, kimilerine göre İkinci Dünya Savaşı’ndan

Koronavirüse Karşı Savaşta Akılları ve Kalpleri Fethetmek
‘Korona’ henüz Çin sınırlarının dışında sadece bir bira adıyken, meseleyi tartışmaya başlamamız gerekiyordu. Bir kere bu yeni ve yabancı virüsün varlığını başta reddederek sorunu çözebileceğini zanneden bir devletle dünyanın karşı karşıya olduğunu düşünerek hazırlanmamız lazımdı. Tarihçi Niall Ferguson da küreselleşmeyle beraber insanların hayatlarını köy-şehir-kıta demeden geniş ve birbirine yakın temasta

Gezi Davası’yla Değil İnsanca Bir Yaşamla Sönecek Gezi’nin Alevi
“ ‘Bir gün birileri sokağa çıktı ve her şey değişti’, diyenler bir masala inanıyor”. Bu cümleyi geçenlerde bir Fransız arkadaşımın ağzından duydum. Paris’in kimi sokak başlarında karşıma çıkan isimliklerin, 68’de o sokakları doldurup bir devrim hayali görürken hayatını kaybedenler olduklarını öğrendiğimde hissettiklerimi tarif etmeye çalışırken söyledi bunu. Ve o günlerde

Kahraman Bekleyenlere İmamoğlu da Yetmez Elbette
Geçen yaz Brezilyalı bir arkadaşıma Dolmabahçe Sarayı’nı gezdirirken, Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişin, hayata koridorlarında gezindiğimiz “ev”in bir odasında veda eden Mustafa Kemal’in ideallerinin tarihini de anlatmıştım. “Kendi kaderine hükmetmeye çalışan bir halkın hikâyesi” diye özetlemişti anlattıklarımı. Atatürk’ün pragmatik ama idealist liderliğine hayran kalmıştı. Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru yürürken sokak duvarlarını kaplayan fotoğraflardaki

Babil, Cem Yılmaz ve Apolitik Olmanın Dayanılmaz İşlevi
Soğuk Savaş yılları… Berlin Duvarı, yalnızca birbiriyle akraba bir toplumu ikiye ayırmakla kalmıyor, birbiriyle neredeyse taban tabana zıt iki siyasal doktrinini de bu toplumlara uyguluyor. Doğu Berlin’de Sovyetler, Batı’dan gelebilecek her türlü “özgürlük” akımının önünü kesebilmek adına gittikçe zorbalaşan yöntemlerle toplumu zapturapt altına almak istiyor. Rock’n Roll dinleyen gençler tutuklanıyor,

Mustafa Sandal Nasıl Olur da Mustafa Sandal’dan Bahseder!
Londra’da yaşadığım mahalle, perdelere pek sıcak bakmıyor. Hava karardığında karanlığa, Londra’nın sisine pusuna teslim olmuyor sokaklar. Çoğunluğu iki üç katlı olan evlerin hemen hemen tamamının camları, içeride BBC’nin Parlamento yayınını takip eden aileleri ya da genişçe bir kütüphanenin önünde JM Coetzee’nin yeni çıkan romanını okuyan Londralıları açık ediyor. Evlerin içindeki

Kürt Sorunu’nu Çözse Çözse Jacinda Ardern Çözer
Geçenlerde Mehmet Ali Birand’ın hayat hikayesini tartışırken “her şeyin değiştiği” ama aslında “hiçbir şeyin değişmediği” Türkiye’yi seyrettiğimi fark ettim. Birand’ın hayatındaki dönüm noktalarından biri, şüphesiz ki daha hiç kimse “Güneydoğu meselesi” dahi demezken PKK’yı “Kürt Sorunu” olarak tanımladığı köşe yazısıdır. Askerin ve militarist nizamın ayağına sık aralıklarla basan Birand’ın kariyeri