[voiserPlayer]
“Geride bir Instagram pazarlaması metası olarak kıymetli,
ahlaki ve siyasi meselelerle haşır neşir duyarlı akademisyenlik tavırları, yapmacıklığı ve taklidi kaldı”
Doğan Gürpınar
Doğan Gürpınar’ın Daktilo1984’te yayınlanan ve olumlu-olumsuz birçok tepkiye neden olan yazısı aslında yerinde ve argümanlı bir metin ancak kanımca birtakım eksiklikler içermekte. Bu eksiklikleri, yazıda yer alan ifadeler, kavramlar ve örnekler üzerinden değerlendirmek isterim.
İlkin, eğer bir meta arzı söz konusuysa, bunun bir de alıcısı/tüketicisi olması gerekir. Metin ne yazık ki ilişkinin bu tarafına pek odaklanmamış. Bu durumda sadece “satıcı” ve onun defolu-sahte (çakma) ürünlerinin normatif kıymetlendirilmesi ön plana çıkıyor. Bu ise devamında, tüm analizi ister istemez “özne” (akademisyen) ve onun marazları üzerine kapatma riski taşıyor: Yapmacıklık, taklit ürünler, sahte duyarlılıklar, sahte akademisyen… Metnin sanırım en zayıf halkası da burası. Neredeyse bir samimiyet/samimiyetsizlik vokabüleri olarak adlandırabileceğimiz ve ortak kanıda da gayet verili bir dizi ikilikler (iç/dış, özü/sözü, gerçek/sahte, sahici/hakiki, vs.) üzerinden günümüz Türkiyeli akademisyenin eleştirisine girişiyor.
Oysa hatırlatmak gerekir ki, sosyal medyada ya da gündelik sıradan etkileşimlerde bir kişinin bir edimine ilişkin kullanılabilecek “samimiyetsizlik” yargısı, sadece ve sadece bir iddiadır [Samimiyet ölçer bir cihaz henüz geliştirilmedi]. Kişinin, iddia ettiği kişi olmadığına, hatta buna hakkı dahi olmadığına ilişkin bir iddiadır. Bazı durumlarda bir itibarsızlaştırma stratejisi olarak da kullanılabilir. Bu iddia, söz konusu kişiye dair hâlihazırda bulunan bir bilgiye ya da deneyime dayalı olabilir (“Bunu diyor ama şunu yapmıştı, biliyorum.”). Yahut da aktarılan ve yeniden üretilen bir dizi tipleştirmeleri de temel alabilir (“Anlatma bana onları, ciğerlerini bilirim.”). Veyahut en sıradan şekliyle, kültürel evrende gömülü ilksel bir güvensizlik ve kuşku öğesinin tezahürü olabilir (“Hiçbir şey göründüğü gibi değil, kolla kendini.”). Bu son ihtimal en yakıcı olanıdır, siz ne iddia ederseniz edin, karşıdaki sizi ne dinler ne de size inanır.
Buraya kadar yeni bir şey yok. Ama sanırım asıl dikkate değer konu, sosyal medya veya sokakta, her türden etkileşimimizde, samimiyet/samimiyetsizlik vokabülerinin, kuşku ve güvensizlik bağlamının da çifte etkisiyle, ilişkilerimizin kurucu öğesine dönüşmüş olmasıdır. Gündelik yaşamımızda bu vokabülere ne kadar sıklıkla başvurduğumuzu düşünelim. Doğan Gürpınar’ın analizi göstermektedir ki artık analizlerimize de gündelik yaşamın bu sıradan idrak kategorileri fazlasıyla sızmış durumda. Başka bir dünyadan örnek vermek gerekirse, Survivor’da Yasin de tamamıyla böyle bir dil etrafında kendi yarışma stratejisini kurmakta.
Doğan Gürpınar’ın yazısında, yapmacık akademisyenler, sahte tavırlar, yine gerçek olmayan bir mecrada yeşeriyor: Sosyal medya. Oysa işten eve geldiğimizde üstümüzü değiştirip takındığımız yüzün ya da kapı girişinde karşılaştığımız komşumuza yönelttiğimiz hafif tebessümlü yüzün, sosyal medyadaki yüzümüzden daha gerçek/samimi olmasını gerektiren şey nedir? Oysa her üç anda da ortaya çıkan benlik, birbirinden farklı benliklerdir; farklı anlar, farklı benliklerdir. Biri diğerinden ne daha fazla ne daha az gerçektir (Yine burada da bir gerçeklik kıymetlendirme cihazımız yok). Aile içerisinde, görece rahat bir ortamda, bulunmanız sizi birtakım konvansiyon ve rollerden azat etmez. Tersine, bunlar çok boğucu da olabilir. Aslolan, mevcut etkileşim çerçevelerinin makullük rejimleri ve bunu izleyen konvansiyon dizisidir. Yandaki komşuma “İyi günler” derken samimi olmam gerekmez, zaten bu beklenmez de. Bu etkileşim çerçevesinde (tıpkı bazı ritüellerde olduğu gibi) samimiyet bir kriter olarak devrede dahi değildir.
Farklı durumlar/anlar, farklı benliklerin yuvalandığı yerler olmakla beraber, bu, bizi dağılmış bir özneye de götürmez. Kumar oynatırken yakalanan bir polis, “Bu benim farklı bir anım, yüzüm. Sizi ilgilendirmez” diyemez. Dolayısıyla, bu farklı anların toplamının kişinin hayatında bütünlüklü bir izlek yaratıp yaratamadığı esas sorudur ve cevabı oldukça karmaşıktır. Bir doktorun, sadece hastanede değil, esasen hastane dışında, gündelik hayatında da bir doktor gibi davranması beklenir (Örneğin komşularıyla ilişkisinde). Bir dizi nitelik, karakter özelliği, mizaç, alışkanlıklar doktora “yakıştırılır”. Buna biyografik süreklilik diyelim veya biyografik raptiyeler. Bu varsayılan biyografik raptiyeler, doktorla kurulan ilişkiyi hem hastanede hem de sokakta çerçeveler. Bir doktorun ne olduğundan ziyade, bir doktorla ne yapıp yapamayacağınızın sınırlarını çizer (Kısmen temelli ve deneyim ve kültürel evren üzerinden aktarılan varsayımlardır bunlar. Toplumsal yaşamı öngörülebilir, kestirilebilir kılarlar). “Doktordan araba” ilanlarının mantığı da burada yatar, hastasına özenli davranan bir profesyonelin arabasına da aynı şekilde yaklaştığı düşünülür. Lakin özellikle Türkiye’de işler her zaman böyle gitmez. Bizde daha ziyade “biyografik süreksizlik” bir varsayım olarak tesis edilir (hem kültürel evrende hem de deneyimlerde). İşte, samimiyetsizlik, sahtelik vokabülerinin yuvalandığı ve çokça kullanımda olduğu yer de burasıdır. Biyografik hatlar arasında ilişki kopmuş olabilir, kişinin genel yaşamında takındığı tavırlar arasında tutarsızlıklar olabilir. “Yalansın sen! Çünkü hem devrimcisin hem de…, hem akademisyensin hem de…. Biliyorum senin gerçek yüzünü!” (Burada gerçek yüzden kastedilen, esasen kişinin varsayılan ya da bilinen tutarsızlıklarıdır. Dil burada bize oyun oynar, hep bir töz arar derinlerde). İfşa gizli silah olarak hep belde tutulur.
Görüldüğü üzere, samimiyet vokabüleri üzerinden TR akademisyeninin sosyal medya kullanımına dair sürdürülebilecek bir analizin sınırları bellidir. Oysa meseleyi mevcut dikotomilerin ağırlığından ve özellikle de normatif hezeyandan kurtarıp, etkileşimlerin genel ekolojisine doğru çekmek faydalı olabilir. Bu anlamda, başlangıç oluşturabilecek birkaç sıradan örnek vermek istiyorum. Fransa’da gördüğüm kadarıyla, en azından kendi çevremde, akademisyenlerin Facebook kullanımı çok sınırlı ve ekseriyetle aile-iş ve arkadaş çevresiyle sınırlı. Bir akademisyenin ortalama Facebook arkadaş sayısı da 300-400 civarı. Bizde bir araştırma görevlisi kapıyı 2000’den açar. Yine aynı şekilde, öğrencilerin sizi dalga dalga Facebook’ta arkadaş olarak ekleme pratiği de yoktur. Tıpkı ders aralarında kahve molalarındaki o aşılamaz mesafe gibi. Türkiye’de Levent Hocayımdır, burada Monsieur Unsaldı. Türkiye’de sen derim, burada ise siz derim öğrenciye ve ona soyadıyla hitap ederim. Hoca kelimesi ne ifade eder? Hoca-öğrenci ilişkisi nasıl bir ilişkidir? Bu ilişki yüksek lisans, doktora seviyesinde nasıl seyreder? Tüm bunları Türkiye’de tarihsel bir ağırlığı olan tedrisi tekke (bol memuriyet içerir) kültürü ile ilişkilendirelim. Bunlar gerçekten de kurumsal/organizasyonel meseleler. Sosyal medya bu anlamda, Türkiye akademisindeki veya daha genel olarak fikri hayattaki mevcut ilişki formlarının başka bir mecraya taşınmasından başka bir şey değil kanımca. Nasıl ki Türkiye’de akademi, akademi dışı her şeyse; sosyal medyadaki akademisyen de bazen akademisyen dışı her şey. Oyunumuz biraz böyle, tribünler (izleyiciler, alkışlar) bu işin olmazsa olmazı. Kampüslerde kahve içerken, laflarken olduğu kadar, atılan tweet ve beğenilerle de kurulan tekkeler. Unutmayalım: Şeyh uçmaz, mürit uçurur.
Şeyhin veya müridin samimiyetinden ya da oynadıkları oyuna gerçekten inanıp inanmadıklarından ziyade (ki insanlar oynadıkları oyuna kendilerini bazen fazlasıyla kaptırabilirler de), bu oyunun tüm mekanizmalarını didik didik etmek yeğdir kanımca.
Tüm bunların yanında arkadaki kitaplık tipleştirmesine ilişkin de bir şeyler söylemek isterim. Tipik ve hususi olanın illaki ayrı düşmesi ve “yapmacık” gözükmesi gerekmez. Schutz, tipleştirmeler (ki burada mevzu bahis olan bu) gündelik yaşamın dünyalarının (ki dünyalar çoğuldur) temelinde yatar, der. Goffman ise toplumsal yaşamın senarize karakterinden bahseder. Zaten başka türlü olamaz ki. Gündelik yaşam, tipik ve senarize olduğundandır ki öngörülebilirdir zaten. Bu noktada, konuyla ilgisi dolayısıyla, kitabımdan bir pasaj paylaşmak isterim:
“Şahsi olanla öğrenilmiş olan arasında zaruri bir ayrılık ne gereklidir ne de anlamlı. (“Evrensel olan hususi olanda mıhlıdır.”) Birey, ne öznellik okyanusunda yüzen aşkın bir bilinç ne de mekanik bir otomattır. Örneğin sosyal bilimlerde, elde sigara, rahat tavırlı, biraz da “uçarı” erkek hocalar arasında kirli sakal pek yaygındır; kadın veya erkek bir entelektüelin gazete veya dergi röportajlarında arka fonda bir kütüphanenin bulunması da yine aranan bir karedir; düşünceli bir bakış veya göğüs hizasında birbirine kavuşmuş kollar da muhtemelen ciddiyet ve tefekkürü simgeler. Evet, bunların hepsi klişedir ama aynı zamanda bir öğrenme sürecine de gönderme yapar. “Rahat hoca”, elbette, bir yorum (hatta şahsi bir yorum) olarak değerlendirilebilir ancak bunun kendisi tali bir mesele de olabilir. Belki daha önemli olan, “rahat” hocanın, onu rahat hoca yapacak referansı toplumsal olarak tanımlanmış ve tipiklik içeren bir dizi hoca kategorisinden ödünç alması ve böylelikle, rolünün verili bir durumsal performansında, hem kendisinin yapabileceğinin hem de kendisiyle yapılabilecek olanın sınırlarını tanımlamasıdır: “Sert” bir hocayla ya da “fazla tedrisi” bir hocayla, “rahat” hocayla yapılabilecek olanlar yapılamaz.” (Levent Ünsaldı, Burada Ne Oluyor?, Ankara, Heretik, ss.69-70, 2019)
Fotoğraf: Марьян Блан