[voiserPlayer]
23 Şubat 2020 tarihinde Kudüs Gönüllüleri adlı platform tarafından düzenlenmesi planlanan ve aşağıda afişleri bulunan “Kudüs Şehitleri Anma Gecesi” adlı etkinlik, Kasım Süleymani’nin de anılacaklar arasında olması nedeniyle özellikle Twitter üzerinden büyük bir tepkiyle karşılaştı. “Suriye ve Irak’ta yüzlerce Müslümanın ölümünden sorumlu” tutulan Süleymani’nin İstanbul’da anılması, Türkiye’de İran’ın 5. kol faaliyetlerini yürütmek olarak tanımlanırken; Türkiye’nin Suriye’deki varlığından hareketle Suriye’de Türkiye’ye karşı savaşanların lideri için tören yapanlar hakarete uğradı. Etkinliğin daha sonra açıklandığı üzere “oluşan gergin ortam” nedeniyle iptal edildiği duyuruldu.
Bu tepkiler, büyük oranda Suriye’deki İran varlığı ve İran’ın Türkiye için yarattığı güvenlik tehdidi ile alakalı görünüyor. İran, vekil güçleri vasıtası ile Türkiye’nin Suriye politikasında ve amaçlarının önünde etkili bir faktör/engel olarak bulunuyor. Süleymani de İran’ın Suriye politikalarını şekillendiren tepedeki asker olarak bu bağlamda merkezi bir konuma sahip. Bundan hareketle İran ve Türkiye ilişkilerini çalışan birisi olarak ilk aklıma gelen şey, “afişte Süleymani’nin fotoğrafı kullanılmasaydı gelen tepkiler yine bu şekilde olur muydu?” oldu. Zira Süleymani, Türkiye’de önemli bir kesim tarafından yaşarken de öldükten sonra da bu gerekçelerle sevilmedi. Bu noktadan hareketle ve 28 Şubat’ın yıldönümünün de gelmiş olması hasebiyle 1997 yılında 28 Şubat’tan tam bir ay önce 31 Ocak’ta Ankara Sincan’da yapılan Kudüs Gecesi’ne dönelim ve yer aldığı kadarıyla İslamcı yayınlardaki haber ve yorumlara bakalım istedim. 1997 ile bugün arasında Kudüs Günü’ne İslamcı yaklaşım nasıl olmuştur? Bunların ışığında aradan geçen 23 yılda neler değişti, neler sabit kaldı tartışabiliriz. Bu tartışma, bize (1) Türkiye’de İslamcıların İran algısına, (2) son 20 yılda İslamcılığın yaşadığı dönüşüme ve (3) din-güç ilişkisinin muhalefet-iktidar ve ordu vesayeti-demokrasi ikilemleri bağlamında değişimine dair tartışma imkânı sağlayacaktır.
Kudüs Günü, İran Devrimi’nin hemen ardından Ağustos 1979’da Ayetullah Humeyni tarafından ilan edilmiştir. Humeyni, “Filistin halkı için kader belirleyici olabilecek olan ve Kadir günlerinden de sayılan mübarek Ramazan ayının son Cuma gününü Kudüs Günü olarak seçmiş ve bu günü Müslüman Filistin halkının kanuni haklarını destekleme konusunda dünya Müslümanlarının milletler arası dayanışma günü olarak belli program ve merasimlerle geçirmeyi” bütün dünya Müslümanlarına önermiştir. Kudüs Günü, o zamandan itibaren çeşitli dönemlerde Türkiye’de de kutlanmıştır. Türkiye’de ilk kim tarafından ve ne zaman kutlandığı pek bilinmemekle birlikte ne zaman gündeme oturduğu ve neye yol açtığı bizi daha çok ilgilendirmektedir.
31 Ocak 1997 tarihinde Refah Partili Ankara Sincan Belediyesi, 28 Şubat’a giden basamaklardan birisi olan Kudüs Günü etkinliklerini yapmıştı. Dönemin belediye başkanı Bekir Yıldız süreci şu şekilde anlatıyor:
“Ramazan’da 30 gecede 30 program vardı. Belediye başkanı bu programlara onay verir; ama detayı bilemeyebilir. O geceki program, 30 programdan biriydi. Kudüs Gecesi ve Bosna Gecesi’nden haberdarım. Benim haberdar olmadığım şey, davetiyelere ‘Kudüs Günü’ yazılmış ve bu günün Humeyni tarafından ilan edilmiş olmasıydı. Kudüs’le ilgili gecenin Humeyni’nin ilan ettiği Kudüs Günü’ne denk gelmesi ve isminin o şekilde Humeyni tarafından belirlenmiş olmasını inanın bilmiyordum. O günün Kudüs Günü olduğunu programa davet eden Hulki Cevizoğlu’ndan öğrendim”.
Programa İran’ın Ankara büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri de davet edilmiş ve bir konuşma yapmıştı. Etkinlik esnasında Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas’a ait bayraklar salona asılırken, yapılan konuşmalarda ve sergilenen gösteride İslami bir düzene olan hasret temel motif olmuştu. Etkinlik sonrasında Refah Partisinin İslami tondaki söyleminden ve politikalarından rahatsız olan ordu “harekete geçmiş”, Sincan’da “tankları yürüterek” gözdağı vermiş ve nihayet 28 Şubat’taki “post-modern darbe” ile hükümet üzerinde tahakküm kurmuştu. Etkinlik sonrasında düzenleyici ve katılımcılara ceza yağmıştı. İslamcı yazar Nureddin Şirin ve belediye başkanı Bekir Yıldız cezaevine gönderilmiş ve Hizbullah örgütü üyesi olmakla suçlanmışlardı. Peki, bugün çoğu İslamcı tarafından İrancılıkla birlikte anılan Kudüs Günü etkinliklerine ve sonraki sürece İslamcılar tarafından verilen tepkiler nelerdi?
1997 Kudüs Günü’nün İslamcı cenah tarafından ele alınışını yukarıdaki afişlere verilen tepkilerden hareketle bir merak sonucunda incelemeye başladım. Bu araştırmada da büyük oranda İslamcı Dergiler Projesi’nin veri tabanını kullandığımı belirtmeliyim. İnceleme fırsatı bulduğum ve farklı gruplara ait 1997 senesinin yayınlarında Kudüs Günü etkinlikleri, günümüzden çok farklı bir bağlamda ele alınmaktadır. Ordunun Refah Partisi ve İran Karşıtlığı hususlarında Kudüs Günü’nü araçsallaştırdığı sıklıkla vurgulanmıştır. Bunların dışında İslamcılar arasında etkinliğe samimi bir eleştiri yapıldığını gözlemleyemedim ki buna ilişkin açıklamamı da bu yılki kutlamalara verilen tepkiler ile birlikte değerlendirerek aşağıda paylaşacağım.
1997 yılındaki Kudüs Günü’ne ilişkin aynı yıl yayımlanan dergilerde yoğun bir anlatı bulmak oldukça zordur ki bunu, dönemin konjonktürel iklimi ile açıklamak akla uygun bir önerme olabilir. Hatta 1997’den önceki etkinliklerin ele alınışını araştırmak da başlı başına bir makale konusudur. Ancak burada 1997’deki etkinlikler sonrasında basılan yayınları ele aldım ve kaynak bulabildiğim dokuz dergi oldu. Bunlar, Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nin bülteni, Misak Dergisi, Umran Dergisi, Değişim Dergisi, Sebat Dergisi, Haksöz, Yörünge, Vahdet ve Evrensel Kadın Dergisi’dir. Aşağıda bu yayınların anlatımını görseller ile de destekleyeceğim.
Yörünge Dergisi ile başlayalım. Yörünge’nin 19-25 Ekim 1997 sayısında derginin editörü Resul Tosun, Kudüs’ün Müslümanlar için önemini anlattığı yazısında Kudüs Günü kutlamaları sebebiyle verilen cezalardan duyduğu şaşkınlığı dile getiriyor. Ona göre Müslümanların üç önemli kentinden biri olan Kudüs’ü anmak ve Kudüs’teki İsrail işgalinden söz etmek kadar doğal ne olabilir? Verilen cezalar ise şaşkınlık yaratacak düzeyde insafsız olarak görülmüştür.
Vahdet Dergisi’nden Ali Osman Kaletaşı da konuya benzer bir yerden yaklaşıyor. Ona göre etkinliğin mahkemelik bir tarafı yoktur: “Neydi mahkeme önüne getirilip yargılanan? Kumkapı cinayeti mi? Banka soygunu mu? Esrar ticareti mi? Hayır, düşünce ve inançtır yargılanan”. Hatta suçlar bunlardan birisi olsaydı daha az ceza alınacağı bile düşünülüyor. Devletin verdiği tepkinin ise en çok İsrail’i mutlu ettiği görüşü hâkim Kaletaşı’nın zihninde.
Sebat Dergisi ise konuya en çok eğilen dergi olmuş. 1997 yılındaki sayılarından birisinde Kudüs Dosyası da yapan dergi, etkinliğe verilen tepkiyi Refah Partisi’nin ve Necmeddin Erbakan’ın İran ile yakınlaşmasına bağlıyor. Öyle ki etkinlik tarihinden önce İran ve Türkiye arasında bir doğalgaz anlaşması yapılması söz konusudur ve ordu zaten bu durumdan rahatsızdır. Sonuç olarak bir “irtica kampanyası” başlatılmıştır ve Sincan’daki etkinlik sebebiyle Nureddin Şirin ve Bekir Yıldız tutuklanmıştır. Aynı derginin yazarlarından Nedim Güldemir ise 28 Şubat sürecini uluslararası dinamiklerle ilişkilendirmektedir. Ona göre İran ile ilişkilerin Refah’ın dış politika önceliklerinden olması, Siyonizm’in ve ABD’nin İran’ı çevreleme politikası ile çelişkiler yaratmıştır. Böylelikle ordu kendine vazife çıkarmış ve duruma el koymuştur. Ancak bu şekilde “Kudüs Günü etkinliği ve ardından yapılan operasyonlar gerçek yerini bulmaktadır”. Sebat’ın gelişen olaylara verdiği tepki bunlarla da sınırlı değildir. Dergi bir de kınama ilanı yayımlamıştır.
Değişim Dergisi ise meseleyi demokrasi ve fikir özgürlüğü cephesinden ele almış ve Sincan’da “balans ayarı” yapan tanklara selam duranları eleştirerek diyalog, hoşgörü ve demokrasi gibi kavramlara açıklık (!) getirildiğini söylemiş. Ancak dergi, Refah’a da bir çağrı yapmaktan geri durmamış ve bir beş yıl sonrasının işaretini vermiş: “Refah Partisi Merkeze Oturmalı, İslamcılık Yapmamalı”.
Gelelim Umran’a. Burhaneddin Can, Umran Dergisi’ndeki yazısında Kudüs Günü etkinliklerinin yıllardır yapıldığını, 1997’dekinin de bunlardan farklı olmadığını söylüyor. Hatta aynı belediye başkanı ve aynı büyükelçinin bir önceki sene yapılan etkinliklere de katıldığını belirtiyor. Peki, Can’a göre değişen nedir? Can bu sorunun cevabını Refah’ın önceki yıl iktidarda olmaması diye veriyor. Ona göre Refah’ın iktidara gelişi, üstüne de İran ile doğalgaz anlaşması yapma girişimi işleri bu noktaya getirmiş. Etkinliğe ilişkin ordu tarafından verilen ve bir kısım medya tarafından desteklenen reaksiyon da Refah’ı yıpratmayı ve düşürmeyi, İran’la ilişkileri bozmayı, MGK ve 28 Şubat için psikolojik zemin hazırlamayı ve Müslümanları baskılamayı amaçlamaktadır.
ı
Misak Dergisi ise etkinliğe verilen tepkileri “Yahudiler Sevindi, Müslümanlar Üzüldü” olarak görmüş. Yargılananın sadece fikirler olduğunun, onun dışında bir suç unsuru olmadığının altı çizilmiş. Tutuklamalar ve verilen cezalar ise ağır bulunmuş.
Evrensel Kadın Dergisi’nden Vildan Ersin de tutuklananlara sahip çıkıyor. Yazısında Nureddin Şirinler’in kendilerinden, öz benliklerinden olduğundan ve uğrunda her şeyi feda edebilecekleri ortak yeminlerinin varlığından bahsediyor. Ayrıca sesleniyor: “Toplumun dışında yaşayarak, halktan uzak yaşam hedefleri belirleyerek insanların inandıkları gibi yaşamlarını engelleme çabaları hiçbir zaman toplum içinde kabul görmeyecektir!”.
Mazlum-Der’in bülteninde yazan Ahmet Taşgetiren ise meseleye daha temkinli yaklaşmış. Taşgetiren’e göre yaşanan gergin ortamda böyle bir etkinlik yangına körükle gitmekten başka bir şey değildi. Taşgetiren, İran konusunda da uyarmış: “Türkiye’de İslami oluşuma vurulacak en büyük darbe, onu İran gölgesine sokmaktır”.
Son olarak Suriye İç Savaşı bağlamında İran’a ağır eleştiriler yapan Haksöz’den bahsedelim. Haksöz, İran mevzusuna pek girmemiş, ancak etkinliğe ve sonrasında yapılan tutuklamalara ilişkin yorumlar yapmış ve etkinliğe sahip çıkmış. Haksöz’e göre Kudüs Günü etkinlikleri, medyada ve ordu tarafından dile getirildiği üzere halk arasında husumet ve düşmanlık yaratacak bir niteliğe sahip değildir. Etkinlik sadece İsrail’i rahatsız etmiştir. Tutuklamalar ise haksızdır. Bir anma etkinliğinden örgüt bağlantısı kurmak, sadece Türkiye’ye özgü bir hukuk ve laiklik anlayışının sonucudur.
Görüldüğü üzere 1997 yılında İslamcı çevrelerin Kudüs Günü etkinliğine verdikleri tepki günümüzden oldukça farklı. Hakaret boyutu nerede ise yok ve İslamcılar arasında bir kutuplaşmayla somut bir biçimde karşılaşmıyoruz. Hatta etkinlik iptali için baskı söz konusu olmamakla beraber siyasal rejime karşı bir birliktelik geliştirilmiş olduğu da malum. Peki, o dönemden bu döneme nasıl gelindi ve gelinirken yaşanan değişiklikler neler oldu? 1997 yılındaki etkinliği gerçekleştirenlerin doğrudan devleti karşılarına almaları ve siyasi rejim tarafından tutuklanmaları, bugün ise gösterilen tepkinin sert ama “sivil bir protesto” kapsamında olması şüphesiz önemli bir etken ve göz önünde bulundurulmalı. Ancak bu konuyu salt bu açıklama ile geçiştirmek ne kadar mümkündür? Başka etkenler var mıdır? Bu soruları yerel ve uluslararası birkaç faktör ile açıklamak mümkün görünüyor.
İlk olarak İrancılık ve İran algısı meselesinin geçirdiği dönüşümden bahsetmek gerek. 1990’lar Türkiye’de, İran’ın güvenlik sorunu olarak görüldüğü bir döneme denk gelmektedir. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok gibi seküler aydınların öldürülmeleri ve bu ölümlerin arkasında İran’ın olduğunu öne süren ve aydınlatıl(a)mayan iddialar, İran’a karşı laik çevrelerin tepkisine yol açmıştır. Diğer taraftan İran’ın rejim ihracını hedefleyen dış politika söylemi, laik Türkiye tarafından doğrudan bir güvenlik sorunu olarak görülmüştür. Ancak İslamcılar arasında İran’a yönelik doğrudan bir çıkış, sekter bazı çevreler dışında pek görülmemektedir. Hatta denilebilir ki, İran ve İran’dan ilham alan İslamcılık, laik rejimin ve ordunun dini alana ilişkin müdahalelerine karşı, İslamcılar için sığınılan limanlardan olmuştur. Başörtüsü, İmam Hatip gibi konularda devletin yarattığı setler ile karşılaşan İslamcı gruplar, İran’a yönelik bir tehdit algılaması şöyle dursun, İran Devrimi’nin açtığı yoldan da faydalanmışlardır. Hatta 1990’larda Refah Partisi’nde siyaset yapan bazı İrancılar, daha sonra AKP’ye geçmişlerdir ve aynı motivasyonla Kemalistlere, orduya, seküler çevrelere pragmatist bir söylemle yaklaşan AKP içinde daha rahat hareket edebilmişlerdir.
İkinci olarak Kudüs Günü’ne ilişkin tepkilerin İran algısı bağlamında değişmesinde en etkili faktör Suriye İç Savaşı’dır. Her ne kadar İran ve Türkiye, Rusya ile birlikte üçlü bir birliktelik içerisinde görünse de İran Türkiye için büyük bir tehdit unsurudur. Türkiye’nin “Esad’sız Suriye” tezine karşılık İran, Esad’ı korumakta ve desteklemektedir. İran destekli Haşdi Şaabi ve Hizbullah gibi vekil güçler, Suriye’de, Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplarla savaşmaktadırlar. Özellikle son dönemde İdlib sorunu ile gündeme gelen rekabette Türkiye’nin kaybettiği askerler, içeriye Esad’a ve onun destekçileri olarak İran’a ve Şii milis güçlere tepki olarak yansımaktadır. Süleymani’nin ölümü ile kendini gösteren bu karşıtlık, İran’ın, Türkiye’de ideolojik etkisini kaybetmesine yol açarken İrancıların da marjinalleşmesine ve İslamcı çevrelerden izole edilmesine neden olmaktadır. Bugün son Kudüs Günü etkinliklerine gelen tepki ve ardından etkinliğin iptal edilmesi de bunun üzerinden okunmalıdır. İlk başta sorduğum, “afişte Süleymani’nin fotoğrafı kullanılmasaydı gelen tepkiler yine bu şekilde olur muydu?” sorusuna cevabım bu bağlamda kesinlikle “evet” olacaktır. Süleymani’nin fotoğraflarının kullanılması ateşe atılan fazladan bir odundan başka bir şey olmamakla birlikte etkinliği düzenleyen grupların İran ile ilişkileri temel odak noktasıdır.
Üçüncü argümanıma gelmeden bu konuda Türkiye’de iktidar iddiasında bulunan her grubun muhalefette iken demokrat oldukları ön kabulünden hareket ettiğimi belirtmeliyim. Aynı isimlerin 23 yıllık süre içerisinde yaptıkları birbirine zıt açıklamalar da bunu gösteriyor. Zira 1997 Kudüs Günü etkinliklerine laik çevrelerin ve kurumların verdikleri tepki, İslami çevreler tarafından, örneklerden de görüldüğü üzere, demokrasi, kanunsuzluk ve haksızlık gibi argümanlar çerçevesinde savuşturulmaya çalışılmıştır. Bugün ise bu çevrelerin tepkileri daha sekter bir tona ve retçi bir veçhe bürünmüştür.
Böylelikle yazıyı sonlandırayım ve başlıkta da olduğu gibi yine sorularla bitireyim. 1997’de devletin dini alana müdahalelerine karşı bir mevzi olarak görülen Kudüs Günü, bugün sekterleşmiş ve tekilleşmiş dini alana İran karşıtlığı ve Türk-İslamcılık sosu ile yapılan bir başka müdahale olarak görülebilir mi? İslamcılar, 1997’de orduya atfettikleri İran karşıtlığı etiketini bugün kendileri taşımakta mıdır? Son olarak, Şair Eşref’i yâd ederek onun kavramları ile sorayım: İslamcılar ve İrancılar için devr-i istibdat nedir, devr-i hürriyet nedir?