[voiserPlayer]
Medyaya Erişim ve İfade Özgürlüğü Projesi, Makale 1
İnternette Özgürlükler Raporu yayınlandığı gün Cumhurbaşkanlığı tarafından onaylanarak yürürlüğe giren Dezenformasyonla Mücadele Kanunu, toplumun bilgiye erişimi, ifade hürriyeti ve basın özgürlüğü açısından çok büyük tehlikeler barındırıyor. Maalesef toplumda yeterince tartışılmayan bu yasanın yol açabileceği riskli durum ve geleceğe etkisi, daha da karanlık bir köşede gizlenmiş bulunuyor.
Yıllardır birçok kişi tarafından tekrar tekrar söylenen bir söz, iktidarların iletişim kanallarını ele geçirip kendileri için kullanamadıkları takdirde, alanı daraltarak kullanılmaz hale getirdiklerine dair önermelere değiniyordu. Dijital yayınlar ve sosyal medya alanı aslında tam da bu şekilde bir dönüşümü deneyimliyor. Bu dönüşümde yıllardır “Özgür Olmayan Ülkeler” kategorisini terk edemeyen Türkiye, Freedom House’un her yıl yayınladığı Freedom on the Net (İnternette Özgürlükler) raporunda da düşüşünü sürdürüyor ve yakın zamanda kabul edilerek yürürlüğe giren Dezenformasyonla Mücadele adı altındaki bir dizi kanuni değişiklik, önümüzdeki yılın raporuna dair şimdiden bir gösterge niteliği taşıyor.
Barack Obama’nın ABD’de başkanlık kampanyasını sosyal medya üzerinden yürütmesi, kampanya yönteminin dünya çapında aktivist hareketleri etkileyecek bir imza toplama mecrasına dönüşmesi, Arap Baharı ile mevcut potansiyeli daha geniş kitlelerce fark edilen sosyal medya mecralarının Türkiye için özellikle de Gezi Parkı Eylemleri ile kitleselleşerek toplumun habere ve bilgiye erişiminde aslî alanlardan birine dönüşmesi, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için de bu alanın göz ardı edilemez bir olguya dönüştüğünü göstermişti.
Yıllar içerisinde kesintisiz bir süreçle 5651 sayılı internet ortamında yapılan yayınların düzenlenmesine dair kanun başta olmak üzere, farklı kanun maddelerinde dijital alandaki faaliyetlere dair kısıtlayıcı birçok farklı değişiklik yapıldı. Yıllar içerisinde erişim engelleme yetkisinin alanı genişletildi, çok sayıda kuruma erişim engeli getirme yetkisi verildi. Daha sonra 2020 yılında erişim engellerinin yeterli etkiyi sağlamadığı düşünülerek tümden içerik kaldırma emirleri devreye girdi ve yasanın yürürlüğe girdiği 2020 Ekim ayından bu yana -özellikle araştırmacı habercilik örneklerinin dahil olduğu- binlerce içerik, yayın mecralarından kaldırıldı. 2020 yılında çıkarılan yasa sürecinde, bu yasa değişikliklerinin toplumsal hafızaya yönelik bir baskı olduğu ve bu tür yöntemlerle tarihi yeniden yazma güdüsü gösteren toplumların aynı hataları tekrar tekrar yapacağına dair uyarılar sıklıkla dile getirilmişti.
Yalan Haberin Topluma Etkisi
Avrupa Gazetecilik Merkezi’nin yayınlamış olduğu Doğrulama Elkitabı’nda, yanlış bilginin özellikle muğlaklığın hakim olabileceği belirsizlik anlarında yayıldığına değiniliyor. Türkiye’de medyanın yüzde 90’dan fazlası ve medya düzenleyici kurumların da tamamının iktidar idaresi ve yönetiminde olduğunu bu noktada hatırlamak önemli. Bağımsız kaynak çoğulculuğunun olmadığı bu ortamda toplumun hakikate erişim girişimleri oldukça zorlu bir süreçten geçiyor; özellikle de bilgi kaynaklarının tekilliği, çoğulcu tartışma ortamının yoksunluğuyla birleşince oldukça riskli bir geleceğe yöneliyor. Bu durumda türlü amaçlarla toplumu yönlendirme niyetinde olan kişiler, fazlasıyla kutuplaşmış bu ortamı fırsat bilerek diledikleri bilgiyi dolaşıma sokabiliyor ve toplumsal karar alma süreçlerini etkileyebiliyor.
Yönlendirme niyetinde olan kişilerin amaçları siyasi kaygılar ya da tümden ekonomik söylentilere dayalı bir biçimde piyasa müdahalesi olabilir. Tüm bunların ötesinde yalnızca bir grup kullanıcının eğlence amaçlı “troll” faaliyetleri de olabilir. Bu noktada yayılan yanlış bilginin ne amaçla yayınlandığından çok, medya özgürlüğü olmayan ortamlarda bu tür yanlış bilgilerin dolaşıma hızla girmesi ve topluma etki etmesi öne çıkıyor. Elbette buna bağlı olarak da hakikate olan güven ve süreçlerde bilgi kaynaklarının itibarı büyük oranda zedelenerek, ilerleyen süreçlerde toplumda bilginin dolaşımının ve toplumsal dönüşüm süreçlerinin engellerle karşılaşması da giderek artan bir ihtimale işaret ediyor.
Yanıltıcı Bilginin Ne Olduğuna Kim Karar Veriyor?
Sosyal medyada habere erişim süreçlerinde daha demokratik bir süreç işlemeye başlayıp profesyonel anlamda habercilik yapan kurumların hakikatin tespitinde eşik bekçiliği tekeli kırıldığından bu yana, birçok küçük haber merkezi faaliyet göstermeye başladı. Bununla birlikte aynı zamanda çıkarcı bir yönlendirmeye dayalı art niyetli yayınların da sayısında benzeri görülmemiş bir artış oldu. Toplumda doğal yollarla yayılan yanlış bilgiler ve çıkarcı yönlendirmelerin etkilerini önlemek adına aynı süreçte doğrulama merkezleri dünya çapında yayıldı. Bu merkezlerin yayılması dezenformasyonun önlenmesine dair nihai bir yöntem geliştiremese de, en azından giderek artan bir oranda, yayınlanan bir haberin doğrulamasını dijital medya kullanıcıları bu mecralardan bekler oldu.
Dönem dönem veri doğrulama mecraları yalanladıkları haberler nedeniyle eleştirilerin hedefi oldu. Ancak bu eleştiriler bu mecraları daha da geliştirerek toplum nezdinde önemli bir yere konumlandırdı. Burada dikkate alınması gereken husus, bu mecraların bir haberin kaynağı olmaması ve bağımsız bir biçimde haberi değerlendirerek hakikate dayalı bilgileri teyit etmesi.
Türkiye’deki uygulamalara bakılacak olursa son yıllarda iktidar partisi yetkililerinin birçok söyleminin bu mecralarca yalanlanması ve geleneksel medya döneminde sıklıkla kullanılan bir yöntem olan iktidarla iltisaklı medya ve troll gruplarının öne sürdüğü akıl almaz iddiaların hızla çürütülerek adeta alay konusu haline gelmesi sonrasında, farklı dönemlerde “alternatif doğrulama merkezi” denebilecek yapılanma girişimleri olmuştu. Bu girişimlerin sonuncusu 2022 yaz aylarında kurulan “Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi” olarak öne çıkmıştı. Faaliyet alanı duyurulmadan, ne işlev göreceği belirsiz bir yapı kurulurken, yasal düzenleme de bu yeni kurumu takip etti ve Ekim ayı itibarıyla Dezenformasyonla Mücadele Yasası meclis genel kurulunda kabul edildi, Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı ve yürürlüğe girdi.
Yasanın danışma sürecinde paydaşların çoğunun yer almadığını bu noktada hatırlamak önemli. Ancak danışma sürecinde hukuk temsilcilerinin neyin yalan haber olduğuna ve niyetin nasıl belirlenebileceğine dair çekinceleri ilgiye değer görülmemiş olacak ki, oldukça muğlak bir ifadeyle yasa şu şekilde olduğu gibi kabul edildi: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Suçun, failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.”
Yasanın yazılı metnine göre öncelikle dezenformasyonun ne olduğunu belirlemek gerekecek; İletişim Başkanlığı’nın yayınladığı bilgileri ve inkarları tek doğru olarak kabul etmek zorunda bırakılmış bir adalet sisteminde bile, bu yasa kapsamında bağımsız bir sivil toplum kuruluşu ya da uzmanın/araştırmacının gerçekleştirdiği çalışma sonucu elde ettiği bulguları yayınlaması durumunda, bu yayın iktidar yetkilileri tarafından inkar edilse bile, mahkemede yine de yayınlayan kişi ve kurumun niyetinin ne olduğu nasıl tespit edilebilir? Açıkçası neler olacağını merakla bekliyorum.
Bilginin Dolaşımı Üzerinde Tekelcilik: Kamu Huzuruna Bir Tehdit
Hapis cezasına dair iktidar partisi milletvekili ve İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı sayın Hakan Çavuşoğlu ile gerçekleştirdiğimiz Medya Özgürlüğü Misyonu kapsamındaki toplantımızda, kendisinin bu konuda belirttiği ise yasanın aslında tedbir amaçlı bir şekilde uyarıcı nitelikte olduğu ve tutuklamaya yol açmayacağıydı. Ancak böyle bir durumda bile bilginin toplum nezdinde serbest dolaşımına siyasi bir vesayet getirilmesi, medya özgürlüğü ve toplumun bilgiye erişim hakkı kapsamında kesinlikle kabul edilebilir değil. Her gelen iktidarın dilediğince arşivleri yok ederek tarihi kendi görüşüne uygun biçimde yeniden yazabilmesinin önünü açan bu tür bir yasa, yalnızca içinde bulunduğumuz kriz durumunda değil, böylesi yasaların yürürlükte kalacağı süre boyunca ve hatta bu yasalar kaldırıldıktan sonrasında bile topluma sirayet eden otosansür ve tedirginlik hissiyatı üzerinden geleceğimizi tehdit etmeye devam eder.
Muhalefet partilerini destekleyen bazı kişilerce de kapalı kapılar ardında sevinçle karşılanan bu yasaya dair yapılan yorumlar göz önünde bulundurulursa, bu yasanın olası bir iktidar değişikliği sonrası “intikam” amacıyla kullanılacağına dair beklenti içerisinde olanların sayısı da az değil.
Göz Ardı Edilen Tehlike
Yasalar, düzenlemeler ve genelgeler; yürürlüğe girdikten sonra kuvvetler ayrılığı ilkesi kapsamında devletin çeşitli organlarınca, Anayasa ve Türkiye’nin de tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile temel hak ve hürriyetlere uygunluk bakımından değerlendirilip uygunluk ya da ihlal kararları açıklanıyor. Ancak uygulamadaki farklılıklar yasal düzlemden çok farklı olabiliyor. Bu açıdan bakıldığında 2021 Nisan ayında Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından açıklanan ve eylemlerde sesli ve görüntülü kayıt alınmasını yasaklayan genelgeyi hatırlayalım. 2021 Ekim ayında bu genelge Danıştay tarafından iptal edilmiş olsa da, genelge kaynak gösterilerek bir eylem başlamadan önce polisler, habercilerin kameralarında şu sözlerle sıklıkla karşımıza çıkıyor; “önce medyayı bir dağıtın…” ve bu sözleri şiddetli bir müdahale, gözaltılar, kırılan ekipmanlar ve sonunda büyük hasar görmüş bir medya özgürlüğü alanı takip ediyor.
Torba yasa şeklinde hazırlanan ve 41 maddeden oluşan Dezenformasyon Yasası, beklenildiği üzere muhalefet partileri tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü. Çokça tartışılan 29. madde ayrıca AYM’ye götürülürken, torba yasanın tümünde aslında fazla görünür hale gelmeyen riskler bulunuyor.
AYM’nin işleyiş şekline göre her bir maddenin ayrı ayrı nitelikli değerlendirmelere tabi olması gerekiyor ve bu değerlendirme sürecinin aylar alacağını düşünürsek, sayın Çavuşoğlu’nun tasvir ettiği üzere, “tedbir amaçlı uyarıcı bir kanun” maddesinin toplumda seçim öncesi otosansür etkisinin önlenmesi mümkün görünmüyor.
Hukuki süreçlerin bir torba yasa yılgınlığı ile karşı karşıya bırakılması, aynı zamanda çoğu kişinin 29. maddeye odaklanırken diğer sorunlu maddeleri görmemesine de yol açtı. Örneğin, internet ortamında habercilik faaliyetleri gösteren kurumların basın faaliyetleri adına tanınıyor olması olumlu bir gelişmeyken, daha önce çıkarılmış yasalar kapsamında düşünüldüğünde tekzip zorunluluğunun bağımsız medyada “içerik kaldırma emri” hedefi olmuş haberlere yönelik bir yönelime girmesi, uygulamada karşılaşılabilecek sorunlardan biri ve bu uygulamanın kötüye kullanılmamasını sağlayacak bir güvence yasada bulunmuyor. Yine 34. maddeye bakılacak olursa da bir diğer tehlikeli alana giriş yapmak mümkün. Madde şunu söylüyor: “Sosyal ağ sağlayıcı; kişilerin can ve mal güvenliğini tehlikeye sokan içerikleri öğrenmesi ve gecikmesinde sakınca bulunması hâlinde, bu içeriği ve içeriği oluşturana ilişkin bilgileri yetkili kolluk birimleriyle paylaşır.”
Yasanın metnine bakıldığında aslında dünyada da örnekleri olan diğer yasalara benzerliğini görmek mümkün. Ancak, Türkiye’de uygulamadaki usulsüzlükler ve amacından saptırmalar göz önünde bulundurulduğunda ve her hafta iktidar kanadından onlarca farklı kişinin toplumun büyük kesimlerini “terörist” ilan ettiği bir ortamda, bu yasanın da kötüye kullanılacağına dair çekinceler doğuyor. Yalnızca çok yakın zamanda değil, uzun yıllardır süregelen bir kötü yönetimin elinde bu tür düzenlemeler toplumu sindirmek adına bir silaha dönüşüyor. Bu noktada Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı kurulduğunda, toplum üzerinde “gözetim” yetkisini kötüye kullanan personelin taciz amaçlı faaliyetleri ve TİB yetkililerinin yetki aşımı neticesinde, kaynak israfını önlemek amacıyla daha sıkı bir düzenleme talep ettiği ve aslında hukuksuz gözetimin bu sayede kanıtlanmış olduğunu hatırlamakta fayda var.
34. maddenin de gidebileceği nokta, Türkiye’de faaliyet gösteren dijital teknoloji şirketlerinin veri yerelleştirmeyi kabul etmesi ve bu verilerin iktidar tarafından talep edilmesi durumunda kitle gözetimine aracılık etmeye zorlanmaları olacaktır. Böyle bir durumda, halihazırda dijital reklam ve iletişime dayalı olarak zar zor dönmeye devam edebilen ekonomide de çok daha büyük yaralar açabilecek bir kararla bu mecralar, piyasadan çekilme ihtimalini masaya yatırdıklarında, ülke çevresinde örülen “Dijital Demir Perde” biraz daha yükselecektir.
Çözüm Ne Olabilir?
Elbette dezenformasyon yasası ve internette iletişim üzerindeki baskılar Türkiye’deki tek sorun değil. Bu, aslında ülkede uzun zamandır devam eden genel hoşnutsuzluk ve karamsarlığın da temelinde bulunan, haklar ve hürriyetler alanına tümden bir baskının sonucu. Bu durumun çözümü de aslında yine haklar ve hürriyetler temelinde yeni baştan yazılmış kapsayıcı bir Anayasa ve yasaların toplum nezdinde sindirilmesinde yatıyor.
Elbette yalan ve yanıltıcı bilgi ve kirli kara propaganda -her ne kadar bazı siyasi partiler bunu idarelerinin bekası için fazlasıyla kritik bulsalar da- tüm toplumlar için bir sorun. Ancak ifade hürriyetinin teminatı ve bilgiye erişim hakkının güvence altına alınması için dezenformasyonla mücadele adına yapılması gereken, siyasi bir otorite tarafından getirilen hapis cezası değil, öncelikle toplumda medya okuryazarlığı seviyesini yükseltecek faaliyetler olmalı. Basın yoluyla gerçekleştirilen usulsüz faaliyetlerle ilgili de atılması gereken adımlar, siyasiler değil meslek örgütleri tarafından, doğrudan doğruya gazetecilerin arasında belirlenmesi gereken hususlardır.
Fakat yine de bu yasa açısından ele alındığında daha acil ve somut bir biçimde atılması gereken adımlar arasında kesinlikle muhalefet partilerinin bu konuya kapsamlı bir biçimde değinmesi, yurttaşların bilgiye erişim hakkı üzerinden bu konuyu gündeme getirmeleri ve yasanın uygulanabilirliğini en aza indirmesi gerekiyor. Bu alanda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları için ise yalnızca belirli dönemlerde baskıcı yasalar meclise geldikçe o tekliflerin maddelerine yönelik eleştirilerle kısıtlanan çalışmalar değil, aksine daha da geniş bir yelpazede “Dijital Haklar Kanun Tasarısı” gibi bir çalışmaya odaklanmaları gerekiyor. Elbette yirmi yıldır alışılagelmiş tek taraflı yasa tasarılarından farklı olarak, çok-paydaşlılık ilkesi çerçevesinde ilgili tüm kişi, kurum ve kuruluşları bu tartışmaya davet ederek ve temel hak ve hürriyetleri gözeterek hazırlanması gerekiyor bu tasarının.
Umuyorum ki Freedom on the Net 2023 raporu yeni bir milat olur ve artık nihayet Türkiye’deki internet özgürlüklerine dair de olumlu eğilimleri sıralayabileceğimiz bir dizi gelişme gerçekleşir.
- Bu dosya Fritt Ord ile iş birliği içinde hazırlanmıştır.
Fotoğraf: Kristina V