Türkiye’nin İklim Politikaları, Ekonomisi ve Enerji Krizi: Siyasi Partiler Perspektifi, Cumhuriyet Halk Partisi
Türkiye’de iklim politikalarının olması gerekenden daha az ilgi gördüğünü tespit etmiş ve bu politikaları gün yüzüne çıkarmak için siyasi partilerin ilgili temsilcileri ile mülakat serisi başlatmıştık. Bu serinin diğer mülakatlarına Demokrasi ve Atılım Partisi Genel Başkan Yardımcısı Evrim Rızvanoğlu, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Yusuf Sunar, Demokrat Parti Genel İdare Kurulu Üyesi Ali Arif Aktürk konuk oldu. İklim, enerji ve ekonomi dosyamızın sıradaki konuğu ise Cumhuriyet Halk Partisi Doğa Hakları ve Çevreden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç.
1) Avrupa Birliği, “Sürdürülebilir Avrupa Yatırım Planı’na” göre, iklim krizine yönelik aldığı önlemler kapsamında 2050 yılına kadar 175 ila 290 milyar Euro arasında yıllık yatırım planı oluşturdu. Benzer şekilde birçok çok uluslu şirketin yeşil yatırımlara büyük krediler açması bekleniyor. Türkiye’de yeşil ekonomiye sürdürülebilirlik temelinde entegrasyon, beklenen hızda gerçekleşmezse bu durum gelecek yıllardaki iktisadi yatırımları ne şekilde etkileyecektir?
Türkiye’nin “yeşil kalkınma” adı altında yaptığı hamleler, nükleer ve kömürü ötelemek bir yana, daha da merkeze alan bir yaklaşıma sahip. İklim şurasından da benzer sonuçlar geldi. Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı yürürlüğe koyması, yeşil kalkınma devrimi gibi girişimleri, özellikle Avrupa’daki Yeşil Mutabakat akımları nedeniyle meydana gelen gelişmelerden kaynaklanıyor. Gümrükte karbon ticareti, bunun önemli faktörlerinden birisi örneğin. Ancak, Türkiye’nin yeşil ekonomiyle entegrasyonundan, öncelikle AB’nin Rusya – Ukrayna savaşı nedeniyle yaşadığı enerji krizini hangi seçeneklerle aşacağı önemli. Çünkü, savaş koşulu açıkça gösterdi ki Almanya gibi büyük ülkeler de enerji yönünden dışa bağımlı. Avrupa, tabi ki bu krizi aşmak için de kendi menfaatleri doğrultusunda hareket edecek ve kendince bir siyasal çözüm bulacaktır. Ancak, bu çözümlerin Türkiye gibi ülkelere nasıl yansıyacağı konusu tartışılmalıdır. Netice olarak, Türkiye maalesef çok uluslu şirketlerin özellikle kirli yatırımlarını gerçekleştirmek üzere kullandığı ülkelerden birisi haline getirildi. Bu haliyle, Türkiye’nin entegrasyon süreci, üretim süreçlerini karbondan ne kadar arındıracağı, üretim süreçlerinin en basitinde fosil yakıta dayalı enerjiden ne kadar arındıracağıyla da ilgili. Ancak bahsettiğim gibi bu durumu, Avrupa’nın mevcut krizini aşmak adına belirleyeceği siyasal tercihleri şekillendirecektir.
2) Türkiye’nin toplam ihracatında ilk sırada bulunan AB, %41,3 gibi önemli bir yüzdeye sahip. Yeşil Mutabakat kapsamında AB, sürdürülebilir ve döngüsel ekonomi kodlarıyla karbon ayak izine sahip olan ürünleri birlik sınırlarına yüksek vergilendirmeye tabi tutarak sokmayacak. Türkiye 2030 yılına, sınırda karbon düzenleme mekanizması regülasyonları ve endüstriyel dönüşüm anlamında nasıl bir politika planlaması oluşturmalıdır?
Bütün üretim zincirini karbonsuzlaştırmak gerekiyor. Bunun için ise, üretim süreçlerinin yeniden inşası, denetlenebilir kılınması, şeffaflaştırılması gerekiyor. Böyle bir organizasyon için zincir ağlarının küçültülmesi gerekiyor. Son ürünü üreten fabrikanın değil, bu fabrikanın tedarik zinciri içerisindeki diğer organizasyonlarında da karbonsuzlaşması gerekiyor. Yani, bütüncül bir yaklaşımla tüm üretim süreçlerini karbonsuzlaştırmak gerekiyor. Üretimin en önemli girdisi enerji üretim sürecinin kaynaklarında fosil yakıtlardan vazgeçmek gerekiyor. Enerjiyi fosil yakıttan kurtarmak tek başına yeterli değildir. Tedarik zincirinin kısaltılması ve yerelleştirilmesi gerekmektedir. Bu ise bütüncül bir planlama ile olabilir.
Üretim süreçlerinin denetlenebilir kılınması adına denetimin kamu tarafından yapılması, mevcuttaki gibi beyana dayalı yöntemlerden vazgeçilmesi gereklidir. Kayıt dışılığın yüksek olduğu bir ortamda, karbonsuzluğu şeffaflaştırmak da zor gözüküyor.
3) Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’nün (UNHCR) istatistiklerine göre 2010 yılından bu yana iklim değişikliği sebebiyle 21,5 milyon insan halihazırda yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Bu trendin hızlanarak artacağı ve 2050 yılına kadar en az 1,2 milyar insanın iklim göçü yapabileceği tahmin ediliyor. İklim değişiklikleri ve bölgesel krizlerden dolayı yaşanan göç dalgalarının temelinde Türkiye’nin şartlarına uygun ne tür sürdürülebilir ekonomik modellemelerin izlenmesi ülkemiz için uygundur? Partinizin buna yönelik bir çalışması var mı?
İklim krizinin eşitsizlikler üzerinden temellendiğini düşünüyoruz. Bu nedenle, iklim krizine karşı dezavantajlı olan kesimlerin korunmasını içeren, ekolojik temelli direnç politikaları geliştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. İklim krizinin gıda krizi, barınma krizi, gelir adaletsizliği gibi yıkıcı etkilerine karşı direnç politikaları güçlendirmelidir. Partimiz bu konuyu “iklim adaleti”ni rehber edinerek çözmek istediği doğa hakları manifestosunda yayınlamış, İkinci yüzyıla çağrı beyannamesinde, gelecek kuşakların ekosistem hakkını anayasal güvence altına alacağını beyan etmiştir.
Dezavantajlı topluluklar, oluşmasında ve büyümesinde sorumlu olmadıkları krizin bedelini ödemek zorunda kalıyor. İklim krizi nedeniyle yoksullaşan, sağlıklı gıdaya erişemeyen, işsiz kalan, göç eden dezavantajlı toplulukları önceleyen, toplumsal eşitsizlikleri kaldırmaya yönelik politikaları hayata geçireceğiz.
Dönüşüm nedeniyle işlerini kaybetmek zorunda kalan işçilerin bağımsız olarak yaşamlarını idame ettirebilmeleri için ekolojik tarım gibi alanlara yönlendirmeye yönelik kamu teşvikleri oluşturulacak, dönüşüm sürecinde oluşacak yeni istihdam alanlarında öncelikli istihdam hakkı sağlayacak yasal güvenceler yaratılacak. Enerji ihtiyacı, yerel ölçekli ihtiyaçları gidermeye yönelik enerji kooperatifleri aracılığıyla çözülecek. Kurumların, konutların sadece kendi elektriklerini üretmelerine yönelik çözümler geliştirilecek. İhtiyaç fazlası enerjinin, enerjiye erişim hakkı kısıtlı olan yoksullar ve diğer dezavantajlı topluluklarla paylaşılmasını, küçük üreticilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayan dayanışma ağları oluşturulacak.
Üretici ve tüketicilerin kooperatifler kurması sağlanacak, yoksulların ve diğer dezavantajlı toplulukların ucuz ve/veya ücretsiz gıdaya erişimini de teminat altına alan yurttaş dayanışma ağları kurulacak. Kullanılmayan hazine arazilerinin özelleştirilmesinden vazgeçilerek bu araziler, yerel yönetimlerin denetimi ve öncülüğünde yerel gıda ihtiyacını karşılamayı ve yoksulların ve diğer dezavantajlı toplulukların ucuz ve/veya ücretsiz gıdaya erişimini öncüleyen, adil-paylaşımcı-iklim dostu üretici kooperatiflerine tahsis edilecek.
4) Ortak normların oluşması, kurumlar arası istikrarlı ve verimli bir ilişki biçiminde önemlidir. Yeşil Mutabakat’ın da AB’nin ajandasındaki herhangi bir gündemin ötesinde yeni bir norm olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Türkiye’nin iklim diplomasisinde özellikle AB ile ilişkilerin nasıl bir konumu olabilir?
Türkiye’nin Avrupa ülkeleriyle olan mevcut münasebetleri ekseriyetle kirli yatırımlarına ev sahipliği yapmak üzerine konumlanmıştır. Kendi ülkelerini temiz tutmak adına, kirli işlerini, çöplerini bize gönderiyorlar. Avrupa’daki karbon ticareti için Türkiye’de yenilenebilir enerji adı altında HES’ler, JES’ler gibi yatırımlar finanse edildi. Mevcut ithal çöp sorunu, büyük bir kriz.
Türkiye’nin iklim diplomasisindeki konumu; tarihsel sorumluluk ve iklim borcu prensiplerini odağına alan, krizin faturasının adil dağılımını sağlayacak, krizin oluşumuna yol açan yatırımlar karşısında korunaksız olan ülkelere korunak ve güvenceler sağlanmasını temel talepler olarak savunan bir cepheden belirlenmelidir. Söz konusu kriz sadece iklim fonlarıyla sağlanacak iyileştirmelerle aşılamaz. Çünkü, iklim kriziyle mücadelenin fonlandığı kadar, iklim krizini tetikleyecek yatırım veya yatırımcıların da fonlandığı, yasal güvenceler sağlandığı bir sistemle karşı karşıyayız.
5) Birçok ülke enerji üretim ve tedariklerinin yenilenebilir kaynaklara geçişinde farklı planlamalar üzerinde duruyorlar. Türkiye, elektrik üretiminin başarılı denebilecek şekilde %16’sını yenilebilir enerjilerden karşılamaya başladı. Türkiye’nin enerji bağımlılığı ve tedarik kaynaklarını çeşitlendirmesi açısından diğer tedarikçi ülkelerle geçiş aşamasında nasıl bir yol izlenmelidir?
Üretimdeki karbon oranını düşürecek, ileri vadede kademeli olarak sıfıra indirecek bir yol haritasına ihtiyaç var. Ancak her şeyden önce bunları gerçekleştirebilecek bir iradeye ihtiyaç var. Türkiye’nin AKP hükümeti tarafından getirilen -politik olarak her türlü eleştirebileceğimiz- eylem planları var. Ancak, eylemsizlik sorunu nedeniyle bu planlar dahi uygulanmıyor.
Diğer yandan, enerjide dışa bağımlılık ülkelerin gelişimlerini de etkileyen, uluslararası düzlemde eşit ilişkiler geliştirmesini de engelleyen, dikey hiyerarşiye dayalı bir ilişki biçimini doğurmaktadır. Böyle bir durum, geçiş sürecinin eşitsizlik ilişkiler içerisinde Türkiye’nin enerji kaynaklarını, tedarik ilişkilerini özgür olarak belirleyebilmesini de engellemektedir. Böyle bir denklem nedeniyle daha pahalı enerji tedarik etmekteyiz. Bu yüzden dışa bağımlılığı azaltacak yol arayışları önemlidir. Bu bağlamda, enerji ihtiyacının yerel ölçeklerde belirlenmesi ve yerel ölçekte çözümlenmesi gerekir. Ben bu konuda enerji kooperatifleri önerimizi önemsiyorum.
6) Taksonomi, iklim değişikliği karşısında dirençli ve sürdürülebilir ekonomik faaliyetlerin bir listesinin oluşturulması ve yatırımlarla Yeşil Mutabakat’ın uygulanabilir hâle getirilmesini amaçlıyor. Mevcut Türkiye Cumhuriyeti Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın -yapısı, departmanları ve ele aldığı konular itibarıyla- taksonominin bürokratik süreçlerini yeterli biçimde uygulayabileceğini düşünüyor musunuz?
Yeşil Mutabakat’ın, AB’nin 2050’ye kadar net sera gazı emisyonlarının sıfırlandığı, ekonomik büyümenin kaynak kullanımından ayrıştırıldığı (decoupling) ve kimsenin ve hiçbir bölgenin geride bırakılmaması temel hedeflerini içeren stratejisiyle, emisyonları azaltırken iş imkanları yaratacak ve yaşam kalitesini artıracağı iddia edilmektedir. Dokuz ana alan altında sıralanmış olan 32 hedef ve 81 eylemden oluşan plan, aynı zamanda bir uygulama takvimini de sunuyor.
Eylem planında, BM’ye yeni bir sera gazı indirim hedefi verilmesi ve Türkiye İklim Yasası gibi konulara hiç değinilmemiştir. Birçok ülke net-sıfır emisyona ulaşacakları ve fosil enerjiden çıkış tarihlerini açıklıyor, ama eylem planında bu konuda açık ve kararlı bir duruş yoktur.
Yenilenebilir enerji, döngüsel ekonomi, enerji verimliliği, sürdürülebilir tarım gibi Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın da alt başlıklarını oluşturan alanlarda mevcut stratejiler tanımlanırken, mutabakatın çıkış noktası olan net-sıfır hedefi doğrultusunda alınmış olan kömürden çıkış planları ya da karbon yoğun ağır sanayinin dönüşümü gibi konularda oldukça eksik kalmıştır.
Özellikle sektörel yaklaşımlar tarafından incelendiğinde “tekstil ve deri sektörlerinde döngüsel ekonominin geliştirilmesi” gibi detaylı bir hedef tanımlanırken, Karbon Sınır Ayar Mekanizması’nın devreye alınmasında önceliklendirilmiş olan ve Türkiye’nin AB ile yoğun ticari ilişki içinde bulunduğu çimento, demir-çelik, alüminyum, gübre gibi sektörlere değinilmemiştir.
Türkiye’nin Eylem Planı’nın sektörel derinliği Avrupa Yeşil Mutabakatı’na henüz cevap verebilecek nitelikte değildir.
7) Avrupa Birliği, Ukrayna krizi sonrasında Rusya’ya olan enerji bağımlılığını iyice sorgular hale geldi. Daha önce Yeşil Mutabakat kapsamında tek çare olarak görünen yenilenebilir enerji yatırımlarına ek olarak nükleer enerji ve doğal gaz yatırımlar için yeşil etiket aldı. Bu durumun ülkelerin münferit çıkarlarının yanında enerji sistemlerinin karakteristiğine göre ortaya çıktığı görülüyor. Türkiye’nin bu tartışmalarda yerini nerede görüyorsunuz? Ayrıca, Türkiye’nin hem iklim krizi ile mücadelede hem de enerji bağımsızlığını koruması açısından nasıl bir tutum takip etmesini öneriyorsunuz?
İlk soruya verdiğim yanıtta da değindiğim üzere savaş sonrasında Avrupa, enerji teminindeki tercihlerinin bedelini ödeyeceği bir ortamla karşılaştı. Türkiye’de duymaya alışkın olduğumuz siyasal söylemler Avrupa’da da kendini buldu. Bizler, ekonomik krize karşı “ayda iki kilo et yiyorsak yarım kilo yeriz” diyen AKP milletvekiline gülerken, Almanya “duş almak yerine bez kullanılabilir” diyen Bakanın önerisiyle tanıştı. Politik olarak olmasa da altyapısal anlamda dışa bağımlılık, ülkelerin ekonomi ve politik konumlarını belirliyor. Düne kadar kirli yatırımları sadece ülke sınırından çıkaran ve bunun üzerinden “yeşil”lik söylemleri pompalayan ülkeler, dışa bağımlılıkları nedeniyle farklı arayışların peşine düştüler. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla eski Sovyet ülkelerinin varlıklarını kullanmaya yönelen bir Avrupa söz konusu. Yine yukarıda dediğim gibi her dönem yaşadığı krizi bir şekilde atlatan ancak ağır sonuçlarını da gelişmekte olan ülkelere fatura eden bir Avrupa ile karşı karşıyayız. Türkiye’nin bu denklemde korunaklı ve temkinli davranması gerekiyor.
Türkiye’nin enerji kaynakları üzerinden Avrupa’ya bir bağımlığı yok. Ancak, yatırım finansmanı ve ekipmanlar yönünden bir bağımlılık söz konusu. Bu bağlamda, yerli üretimi güçlendirerek, üretimsel bağlamda bir bağımsızlığın inşasına ihtiyacı var. Ekipmanların üretimini yapacak sanayi kadar, bu üretime ham madde olacak madenin sağlanması gibi organizasyonların yeniden belirlenmesi gerekecektir. Türkiye’nin bağımsızlığını sağlamak adına kendi ihtiyaç ve arzını gerçekçi politikalar üzerinden belirlemesi ve üretim güçlerini de buna göre örgütlemesi gerekmektedir. Böyle bir denklemde, sırf AB Bankalarından finans almak adına “mış” gibi yapılan, sadece finansı ve karı önceleyen ancak çevre ve sağlık gibi toplumsal maliyetleri öteleyen vahşi yöntemlerle çalışan yatırımlardan da ülkemizi kurtarmış oluruz.
8) Avrupa Yeşil Mutabakatı’na aktif ve istikrarlı katılımcılık Türkiye ekonomisine ve işletmelere neler kazandırır?
Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın ya da yeşil ekonomi politikalarının, neoliberal ve kapitalist üretimin başlıca nedeni olduğu mevcut ekolojik krizi aşmak adına geliştirilen politikalar olduğuna; yaşadığı krizi başından savacak, kendisine yeni ham madde ve pazar yaratacak bir perspektif içerdiğine ilişkin eleştirimizi paylaşmak isterim. Evet, ekolojik kriz ve iklim krizi karşısında mevcut tercihlerin sorgulanması, üretim biçimlerinin yeniden inşa edilmesi gerektiği konusunda hem fikiriz. Ancak, bunu dünyayı daha yaşanabilir kılmak adına hakkaniyetli bir şekilde çözüme kavuşturmalıyız. Yeni yeşil yatırımlarda yine aynı eşitsizlikler ve aynı anlayış devam ederse yeşilin rengi değişir. Sorulan soruda dahi tüm meselenin ekonomiye ve işletmelere etkisini düşünüyoruz. Ancak, oluşan krizin faillerinin yeniden nasıl kazançlı çıkacağının da kritiğini yapıyoruz. Türkiye mevcut gıda krizini, barınma krizini, gelir adaletsizliğini ve her türlü eşitsizliklerini gözden geçirmeyi düşünmeli, ekonomisini de bunun üzerinden sorgulamalıdır. Yeşil Mutabakat tartışmaları, bir büyüme stratejisi ya da yatırım yapılacak sektör değişimi olarak değil, iklim krizine yol açan üretim ilişkilerinin değiştirilmesi ve yeniden kurgulanması olarak ele alınmalıdır. Basit bir deyişle, kötü alışkanlıklardan vazgeçilmesi fırsatı olarak ele alınmalıdır.
Türkiye’de maalesef iklim krizi ve yeşil mutabakat süreçleri katılımcılıktan uzaktır. Bu bağlamda, iklim krizini aşmak için bu mutabakatı yapıyorsanız, mutabakatın kimler arasında yapıldığı önem taşımaktadır. Mutabakata iklim krizinin mağdurlarını dahil etmezseniz, krizin failleriyle başka hesaplar peşinde koşuyorsunuz anlamı çıkar. Toplumsal uzlaşıyı sağlamadığınız bir mutabakatın samimiyeti sorgulanmalıdır. Mevcut haliyle Yeşil Mutabakat’a katılım, olan krizi bir süre öteler ancak Türkiye’yi ve işletmeleri daha da büyük bir sorunlar zinciriyle karşı karşıya bırakır.
9) Türkiye 2023 yılında Akkuyu Nükleer Güç Santrali’ni açmayı planlıyor. Projede belirtildiği üzere 4800 MW kurulu güce sahip olan tesisin Türkiye’nin elektrik ihtiyacının %10’unu karşılayacağı öngörülüyor. Rusya tarafından yapılan tesise yaklaşık 20 milyar dolarlık yatırım planı varken, yap-işlet-sahip ol sistemi ile proje tasarlanmış. Bu tür bir projenin Türkiye’nin enerji bağımsızlığını, alternatif enerji yatırımlarını (yenilenebilir enerji gibi) ve mevcut enerji arzını nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?
Nükleer santral Türkiye’nin enerji bağımsızlığı açısından bir sorundur. Ancak bu sadece Rusya tarafından yapılıyor olmasından kaynaklı bir sorun değildir. Nükleer üretim biçimi, doğası itibarıyla de yatay hiyerarşiyi barındıran bir üretim biçimidir. Enerjide bağımsızlığı düşünüyorsanız, enerji üretiminin demokratikleştirilmesini de sağlamanız gerekmektedir. Ancak, nükleer santral yarattığı güç ilişkileri üzerinden, ülkenin enerji politikalarının da belirleyicisi olabilecektir. Akkuyu Nükleer Santrali özelinde Rusya, piyasanın üzerinde bir bedelle Türkiye’ye elektrik satacak. Elektrik fiyatlarını artıracak, enerji yoksulluğunu derinleştirecek bir tesis. Bu tesisin faaliyete girmesi ve alım garantileri elbette diğer tesislerin ulusal enerji ağına üreteceği enerji miktarlarını kısıtlayacaktır. Alım garantisi olmayan firmaların enerji üretim kapasitelerini kısıtlayacaktır.
10) Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunda Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olacağını açıklamasının ardından anlaşma, 6 Ekim’de TBMM’de onayladı. Seçim vaatleriniz arasında Paris Anlaşması’nın gerekliliklerinin yerine getirilmesi için politika hedefleri koyacak mısınız?
Paris İklim Anlaşması’nı hayata geçireceğiz evet. Yıllarca yürürlüğe girmesi çağrısı yaptık. AKP uzun yıllar sonra getirdi ama icraat yoktu. AKP’nin şu ana kadar yanaşmadığı kömüre karşı taahhütleri bizler açıkça dile getireceğiz. Yine de iklim krizinin sadece, kömürlü termik santralleri kapatmakla aşılabilecek bir sorun olmadığını biliyoruz. İklim anlaşmasının tarafları arasındaki eşitsizlikleri de yok etmemiz gerekiyor. Tekil olarak Türkiye’deki iktidar değişikliğiyle çözülecek bir mesele olmadığının da farkındayız. Çok uluslu şirketlerin bu konuda yaptıkları lobilerin, gelişmemiş ülkeler üzerinde kurdukları baskıların da farkındayız. AKP’nin yaptığı gibi sadece işverenlerle bu süreci yürütseniz, orada kaygı iklim değil, ranttır. Vahşi bir şekilde doğayı ve emek gücünü sömüren bir sistem, ekolojik krizi yaratmıştır. Bu sömürünün yarattığı kıtlığı aşmaya çalışıyorlar. Paris Anlaşması’nı ve Yeşil Mutabakat eylem planını getirme nedenleri de emisyon ticareti, gümrükte karbon ticareti gibi ekonomik kaygılar üzerinden temelleniyor. Vahşi üretim modelini terk etmekle ilgili kimse bir şey söylemiyor. Doğayı meta olarak görüp sonsuz bir hırsla saldıran, daha fazla tüketmek için işçileri uzun süreli, yoğun güç harcadıkları çalışma koşullarında çalıştıran bir sistemle ekolojik krize neden oldular. Bu nedenle, kullanılacak ham maddeyle doğayla barışık çalışacaklarını vaat ediyorlar. İşçiyle, emekle de barışık olmak gerekiyor. İşçilerin çalışma koşulları, çalışma saatleri de düzenlenmelidir.
11) ABD Başkanı Joe Biden, Kongrenin onayını alan “Enflasyonu Düşürme Yasası”nı Beyaz Saray’da törenle onayladı. Biden yasayla ilgili “Bu yasa, iklim konusunda şimdiye kadar atılmış en büyük adım” ifadesini kullandı. Bu yasa ABD tarihinin en büyük “iklim paketi” olarak görülüyor. Yasa çok temel olarak büyük şirketlerden en az yüzde 15 vergi toplamayı ve bu kaynakları enerji verimliliği de dahil olmak üzere çeşitli alanlarda kullanmayı öngörüyor. Sizin bu konuda görüşünüz nedir?
Vergi, idari para cezaları gibi yaptırımlar önemli. Ancak, kirleten öder prensibinin olduğu bir hukuksal prensipte, ödemenin kendisi kirletme hakkının sürekliliğini teminat altına alma aracına dönüşmektedir. Diğer yandan, bizim gibi kayıt dışılığın yüksek olduğu ekonomilerde, vergi vb. uygulamaların yaptırım kuvveti de düşüktür. Dahası, vergi vb. yönden teşvikler sağlayarak büyük şirketlerin daha fazla yatırım yapmasına çalışan bir ülkeyiz. Daha caydırıcı ve katı önlemlere ihtiyaç var.
Fotoğraf: Karsten Würth