[voiserPlayer]
Libya’da Türkiye çeşitli taktiksel üstünlükler sağlıyor. Son olarak Hafter’in elindeki Vatiyye Türkiye’nin desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti tarafından ele geçirildi. Peki, tüm bunlar ne anlama geliyor? Türkiye’nin Libya’da sahada olmasının avantajları ve dezavantajları neler? Şu anki başarılar sürdürülebilir mi? Arın Demir, bu pazar röportajında, Deva Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve emekli büyükelçi Abdurrahman Bilgiç ile konuştu.
Türkiye’nin Libya’daki pozisyonunu ve orada bulunmasının ana gerekçelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Libya uzak bir yer ve kolay bir coğrafya değil, bu nedenle lojistik bakımdan zorluklar içeriyor. Ayrıca Libya konusunda birden çok konuda analiz gerekiyor. İlk olarak Doğu Akdeniz’de jeopolitik bir sıkışmışlık söz konusu. İkinci olarak, ekonomik açıdan, Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarının hakça paylaşımı da bir başka konu. Diplomatik düzeydeyse Libya’yla ikili anlaşmalarımız bulunuyor. Bunlardan birisi deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin anlaşma, diğeriyse askeri ve güvenlik işbirliği anlaşmasıdır. Türkiye, bu ikili anlaşmalar üzerinden Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin davetiyle, Libya’da bulunmaktadır. Bölgede, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerine ve benzer şekilde Girit’in özellikle de güneydoğusundaki enerji havzalarına dair bir rekabet yaşandığını da unutmayalım. Bu bölge Libya ile imzaladığımız deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmasının kapsamı içerisinde yer almaktadır.
Türkiye’nin Libya’da bulunmasının başka önemli bir sebebi iç politikaya yöneliktir. Bilindiği üzere çok ciddi şekilde ekonomimizde sorunlarımız var. Bu sorunların aşılması gerekiyor ama bir yandan da iç politikada bir sıkışmışlık olduğunu gözlemliyoruz. Hükümet, bir Libya gündemi oluşturarak bunları aşmaya çalışıyor. En azından böyle bir izlenim de uyandırıyor. Sonuç itibariyle, Libya’da bölgesel, stratejik, ekonomik ve iç politika parametrelerinin etkileriyle hareket ediyoruz. Libya’da jeopolitik çıkarlarımız kadar, ekonomik ve iç siyasete ilişkin parametreler de önemli rol oynuyor. Ekonomi ve iç politika meselesinde özellikle bir bakış açısına dikkat çekmek isterim. Doğu Akdeniz için 800-900 milyar dolarlık potansiyel enerji kaynakları bulunmasından hareketle askeri anlamda revizyonist hareket edilmesini savunanlar bulunuyor. Bu kaynakların geleceği düşünülerek askeri güç ile Libya’da karmaşık vekâlet savaş dinamiğine dâhil olunmasının argümanı geliştiriliyor. Biz de bir şekilde Libya’da bulunmanın gerekliliğini düşünüyoruz ama bu, belirsizlik ortamında ciddi riskler içeriyor.
Türkiye, BM tarafından da tanınmakta olan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşmayı uluslararası hukuk açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu teknik anlamda doğru bir anlaşma. İkili bir düzenleme olarak uluslararası hukuka aykırı diyemeyiz. Fakat zamanlaması bakımından aynı şeyi söylemek mümkün değil. Doğu Akdeniz’de bu kadar fazla gerginlik yaşanırken, bu tür bir anlaşma yapılmasının ne kadar doğru olduğunu tartışmak gerekir. Bu anlaşma, Türkiye ve Libya arasında çift taraflı olarak yapıldı. Masaya Mısır ve İsrail gibi ülkeler oturmadı. Böyle olunca anlaşmayı çok taraflı bir anlaşma haline getiremiyorsunuz. Bölgede İtalya, Almanya, Tunus ve Cezayir gibi ülkelerin desteğini alacak bir diplomasi ortamı hazırlamadan sadece askeri güce dayanarak böyle bir anlaşma imzalanmasının kendi içinde riskleri bulunuyor. Türkiye şu anda bunun sıkıntılarını yaşıyor. Bir başka husus, Libya’da Sarraj hükümetinin geleceği meselesidir. Bu anlaşmayı imzalayarak Ulusal Mutabakat Hükümeti ile yola çıkıyoruz. Bununla birlikte Libya’nın siyasi geleceğini de hesaba katarak diplomasi izlememiz gerekiyor. Libya’da dengeler değişirse, bu anlaşmanın durumu ne olur bilinmez. Hafter’e baktığınızda, hem Moskova’da hem de Berlin’de müzakere masasından kaçtı. Uluslararası çevrelerce Hafter’i masaya çekmeye çalışan zorlayıcı bir diplomasi olduğunu görüyoruz. Bütün bunları düşündüğümüzde bizim Libya’da bir diplomasi açığımız olduğu aşikâr. Sadece askeri güçle yola çıkmak yetmez. İHA’lar ile taktiksel başarılar sağlarsınız fakat ana süreci yönetemezsiniz. Tabiri caizse bizim diplomatik İHA’lara da ihtiyacımız var. Orada nokta atışı şekilde tezlerimizi güçlendirecek, diplomatik anlamda akıllı mühimmatlara da ihtiyaç duyuyoruz. Ana stratejide yapılan hataları, kısa vadeli taktikler düzeltemez. Satranç oyununa benzetirsek, piyon alırsınız ya da at alırsınız ama sonra bir bakarsınız size şah mat denmiş. Asıl önemli olan sizin ana stratejinizdir. Adımlarınızı dikkatli atmalısınız, diplomasi olmadan ilerleyemezsiniz. Libya’da, TSK verilen görevleri icra eder. Askerlerimizin fedakârlıklarını ve özverilerini görmezden gelemeyiz. Onlara minnet ve şükran borçluyuz. Fakat burada diplomasi ayağında eksiklerimiz var. Uygun bir konjonktür yakalanmadan, çok taraflı bir anlayış zemini yaratılmadan hareket edilmesinin çok büyük riskler içerdiğini düşünüyorum.
Bu anlaşma Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yürüttüğü hidrokarbon arama faaliyetleri açısından ne anlam ifade ediyor?
Uluslararası hukuk açısından sorun, Ulusal Mutabakat Hükümeti ile imzalanan deniz yetki alanlarının sınırlandırması anlaşmasının iki taraflı imzalanmasıdır. Yani bu anlaşma çok taraflı şekilde imzalanmadı. Uluslararası deniz hukuku normu olarak bakarsak, münhasır ekonomik bölgelerin belirlenebilmesi, kıyıdaş devletler tarafından oluşturulan çok taraflı bir forum aracılığı ve onayı ile gerçekleşebilir. Somutlaştırırsak, bu normun işleyişini Karadeniz’de görebiliriz. Karadeniz’de Ukrayna ile Rusya arasındaki sorunları saymazsak gayet başarılı işleyen bir mekanizma var. Bizim de bölgede böyle bir ortamı oluşturacak şekilde diplomatik adımları atmamız gerekiyor.
Türkiye’nin İsrail ve Mısır ile de deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşması imzalaması gerekiyor mu? Gerekiyorsa bunu olası görüyor musunuz?
Bu konuda hiç kuşku yok, tabii ki gerekiyor. Mısır’dan son dönemde gelen olumlu sinyaller var. Geçtiğimiz günlerde Mısır’ın yarı resmi gazetesi sayılan El-Ahram’da Türkiye ile ilişkileri düzeltmeyi olumlayan haberler çıktı. Devletten devlete ilişkiler, ideolojik yaklaşımları kaldırmaz. Diplomasiyi orta ve uzun vadeyi hesaba katarak sürdürmek lazım. Eğer ikili ilişkiler düzelirse, İsrail ve Mısır ile deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmaları imzalanabilir. Öte yandan maalesef bu ülkelerde bizim büyükelçilerimiz bile bulunmuyor. Mısır ile bu anlaşmanın imzalanması ihtimal dahilinde. İsrail ile de imzalanması iyi olur ama İsrail’le ikili düzenlemenin imzalanmasını mevcut ilişkilerden dolayı mümkün görmüyorum. Fakat yarın konjonktür izin verir ve tekrardan büyükelçiler düzeyinde ilişkiler başlarsa bu anlaşmalar gündeme gelecektir, gündeme gelmemesi için bir sebep görmüyorum aynı zamanda dış politika çıkarlarımız açısından yararlı olacağını da düşünüyorum.
Türkiye, GKRY ve Yunanistan’ın hak iddia ettiği alanlar arasında kesişmeler mevcut. Bu durum hangi nedenlerden kaynaklanıyor?
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tanınmıyor ve bu durumun uluslararası anlamda getirdiği zorluklar var. Şu anda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, TPAO’ya arama ve keşif sondaj yetkisi veriyor. Biz de bu çerçevede faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Hatta arama faaliyetlerimizi Kıbrıs adasının güneyinde de gerçekleştiriyoruz ama bunları Türkiye doğrudan kendisi yapmıyor. Eğer İsrail’le bir anlaşmamız olsaydı doğrudan yapma imkanımız olurdu. Libya ile imzaladığımız son deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmasıyla Girit’in güneydoğusu da kapsama alanımıza girdi. Fakat Girit’in güneydoğusunda yapacağınız hidrokarbon arama faaliyeti, Kıbrıs Adası’nın güneyinde yaptığınız arama faaliyetlerine benzemez. Bunu ancak salt askeri güce dayanarak yaparsınız. Askeri güce dayanarak yaptığınızda da, Doğu Akdeniz’de etkin olan bütün ülkeleri diplomatik olarak Yunanistan tarafına doğru itmiş olursunuz. Bundan dolayı Doğu Akdeniz’de izlenecek diplomaside çok dikkatli olmamız gerekiyor. Diplomatik ortam hazırlanmadan atacağımız adımlar gelecekte çok daha büyük sorunlara yol açabilir.
Bu çatışmalı alanlarda Türkiye TPAO aracılığıyla, GKRY ise uluslararası şirketlere verdiği ruhsatlar ile hidrokarbon arama faaliyetleri gerçekleştiriyorlar. Bu çatışmalı alanlarda ekonomik değeri olan bir keşif olması durumunda, bu enerji kaynaklarının ticari akıbeti ne olur?
Burada meşruiyetin sorgulanması durumu ortaya çıkar. Dediğim gibi bunu Türkiye olarak yapmıyoruz. Doğu Akdeniz’de mevcut hidrokarbon keşiflerinin bazılarına bakarsak, Mısır’ın Nur ve İsrail’in Leviathan keşiflerini biliyoruz. Kıbrıs’ın güneyinde de rezervlerin var olduğunu düşünürsek, buralarda deniz tabanının 7-8 kilometre kadar derinine inmeniz gerekecektir. Bu seviyelerde operasyonlarınıza devam edebilmeniz için teknik kapasiteye ihtiyacınız var. Teknik kapasiteye sahip firmalar Güney Koreli, Finlandiyalı, Norveçli, ABD’li ve Kanadalı. Yani sizin yabancı ülkelerden teknik desteğe ihtiyacınız olacaktır. Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin İnterpol üzerinden çeşitli engellemeler yaptığı biliniyor. Bunun ardından Avrupalı teknik personeller bir çekimserlik içerisine girdiler. Biz Kıbrıs Adası’nın güneyinde Azerbaycan merkezli SOCAR şirketi ile işlemlerimizi sürdürüyoruz. Fakat orada da teknik kapasitede sınırlılıklarla karşılaşıyoruz. Bunların zaman içinde gelişmesi lazımdır. İleriye dönük olarak ise hakça paylaşım konusu belli bir çerçeveye oturmazsa sorunlar sürer. Teknik kapasiteye ek olarak, bir de meselenin finansal boyutu bulunuyor. Denizde yapılan hidrokarbon faaliyetleri ciddi maliyet içeriyor. Ben zaten kısa vadede bu sahalara büyük bir ilgi olacağını zannetmiyorum. Gelecekte piyasa koşulları kaynakları çıkarmaya elverişli hale geldiğinde tabii ki gündeme gelecektir. Bu nedenle, Türkiye’nin bugünden başlayarak ileriye dönük hazırlık yapması lazımdır. Az önce belirttiğim gibi teknik boyuta dair işlerin daha iyi yapılması lazım. İsrail ile bir anlaşma olmadan da Türkiye’nin doğrudan yetki alarak faaliyet göstermesi söz konusu değil. Ancak KKTC’nin TPAO’ya verdiği bir yetki ile bu faaliyetler gerçekleştirilebiliyor. Buralarda bir meşruiyet sorunuyla karşılaşmamamız için dikkatli adımlar atmalıyız.
Dış politikada, Libya için de kullanılan Osmanlı bakiyesi söylemi hakkında düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin jeopolitik geçmişi üzerinden dış politika söylemi geliştirmek rasyonel midir?
Tarihten dersler çıkarılır ama geçmişe saplanmamalısınız. Hele hele dış politikadaki tarihsel geçmişinizi iç politika mülahazalarıyla kullanarak yararlanmak isterseniz, kendi insanınızı aldatmış olursunuz. Dış dünyada da bu size ilave bir katkı sağlamaz aksine zarar verir. Çevremiz coğrafyasında birçok ülke, Osmanlı Devleti’nin sona ermesiyle bağımsızlığını kazanmış ülkelerdir. Jeopolitik geçmiş üzerinden söylem geliştirmek, çevrenizdeki ülkelerde çeşitli endişelere yol açabilir. Bunu kestirmek çok güç değil. Genellikle bu konu Müslüman Kardeşler meselesi üzerinden tartışılıyor. Dış politikaya ideolojik bir yönelimle yaklaştığınızda, başka ülkelerdeki iç karışıklıklarda kendinizi kim terörist, kim değil tartışmaları içinde buluyorsunuz. Nitekim bugün de önümüzde büyük bir engel olarak bulunuyor. Bizim Libya ile tarihten gelen özel bağlarımız var. Atatürk’ün Trablusgarp Savaşı’nda Osmanlı subayı olarak Bingazi, Tobruk ve Derne’deki faaliyetlerini hangimiz hatırlamaz? Libya ile çok daha öncesinden kuvvetli bağlarımız ve ilişkilerimiz de vardır. Devletten devlete ilişkilerde, ülkelerin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması ilkelerine zarar vermesi düşünülemez. Günümüze dönersek, Türkiye’nin Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle bile tek başına yola çıkması mümkün değil. Az önce Hafter’in masadan kaçtığını söylemiştim ama diplomasi masasına oturarak Hafter de kısmen meşruiyet kazanmış oldu. Ulusal Mutabakat Hükümeti BM tarafından meşru kabul ediliyor ama Hafter tarafında yer alanlar da bu süreçte rol oynuyorlar. Türkiye’nin Libya’nın geleceğinin hazırlanmasında, dürüst bir arabulucu rolü üstlenmesi gerekiyor. Türkiye sadece bir tarafı destekleyerek, vekalet savaşlarına odaklanmamalıdır. Bölgede, Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni çözümün paydaşı haline getirmeye çalışarak, hem ekonomik çıkarlarımızı korumalı hem de orta ve uzun vadede dostane ilişkiler geliştirmelidir. Genel anlayışımız ve Ortadoğu vizyonumuz, bütün bölge ülkeleriyle öncelikli olarak şiddetin sonlandırılmasına katkı sağlamak olmalıdır. Uzun vadede, farklılıkların sürdürülebilir barış ortamı içerisinde bölgenin istikrara kavuşturulması hedefi olmalıdır. Türkiye’nin de barış ve istikrar ortamından yararlanarak ülkelerle dostane ilişkiler geliştirmesi ve karşılıklı ticarete odaklanarak refahını maksimum düzeyde arttırması gerekmektedir.
Libya’da Türk iş insanlarının 25 milyar dolara yakın yatırımı bulunuyor. DEVA Partisi’nin Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Başkanı olarak sizce nasıl bir politika geliştirilmesi gerekiyor?
Bizim dış politikada iki temel önceliğimiz var. Birinci önceliğimiz ülkemizin ulusal güvenliğinin korunmasıdır. İkinci önceliğimiz ise, ülkemizin sürdürülebilir olarak refahına ve büyümesine odaklanmaktır. Şimdi, Libya’da bugün Türk şirketlerinin tamamlanmamış projelerinin toplamı 18,5 milyar dolar civarında. Yani Libya’da ideolojik hayaller kurmak yerine, orada hak ettiğimiz, somut olan hak ve hukukumuzu korumamız gerekiyor. Libya, Türkiye’nin dış müteahhitlik sektöründeki başarı merkezlerinden biridir. Libya’da 100 binden fazla Türk işçinin çalıştığı dönemler olmuştur. İnşaat işlerinde dünyada başarılı olmamızın önemli nedenlerinden birisi geçmişte Libya’da edinilen tecrübelerdir. Bu süreçte, Libya’da yatırımı olan iş insanlarımız ne yaptılar? Bir kısmı mecburen tahkime başvurdu. Birçoğu tahkimde davaları kaybetti. Başvurmayanların teminatı var. Aslında Libya’yla yapılan sözleşmeler geçerliliğini koruyor ve uygun şartlar oluştuğunda müteahhitlerimiz işlerine kaldıkları yerden devam edebilecekler. Hâlbuki Libya siyasi çözüm süreci başarıyla sonuçlanırsa ve biz de masanın bir tarafında değil her tarafında yer alırsak, hem Trablus’ta bulunan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne hem de Libya halkına katkı sağlarız. Aynı zamanda da kendi ekonomik çıkarlarımızı korumuş oluruz. Sonuç olarak, Libya’nın kalkınmasına da, refahına da katkılarımız büyük olur.
Berlin’de Libya’da tarafların uzlaştırılması amacıyla yapılan konferansın amacına ulaşamadığı değerlendiriliyor. Sizce, Libya’daki iç çatışmanın sürdürülebilir bir barış haline geçişi için ne gereklidir? Türkiye sürece nasıl katkı sağlayabilir?
BMGK’nin 2254 sayılı çerçeve kararı bulunuyor. Ayrıca Berlin süreci var. Bu iş masada çözülmeli yani şiddetle, savaşla, öldürerek çözüm aranmamalı. Özellikle nihai hedefe yönelik olarak bizim, tarafların tamamının saygısını kazanan bir ülke olarak devrede olmamız lazım. Libya’da çatışan taraf ve çıkarların bizden rahatsız olmayacağı, aksine güven duyacağı bir ortamın hazırlanması gerekiyor. Bu tür bir diplomasi izlememiz, Ulusal Mutabakat Hükümeti kadar Libya halkının da Türkiye’ye iyi hislerle bakmasına neden olur. Libya’da bir tarafa sıkışmaya gerek yok. Libya halkının yararına, Libya’nın bütünlüğünü koruyacak şekilde siyasi çözüm sürecinin zorlanması gerekiyor. Bu, çok katmanlı bir konudur. Tarihsel olarak Bingazi tarafıyla Trablus arasında bir takım sıkıntılar vardır. Kaddafi döneminde de merkezi otorite güçlü olmasına rağmen ancak kabileler üzerinden dengeleri yöneterek iktidarını sürdürebiliyordu. Bugün de kabileler ayrı bir yerde. Mesela tek başına silahlı şekilde iki tarafta da yer almayan bağımsız gruplar var. Coğrafyadaki bu tür nedenler sebebiyle, Tunus ve Cezayir bile soruna taraf olmamaya çalışıyorlar. Libya’daki istikrarsızlığın ülkelerine yansımasını istemiyorlar. Biz, Tunus ve Cezayir ile yaptığımız en üst düzey temaslarda da ülkelerin sürece çok fazla dâhil olmak istemediklerini gördük. Türkiye’nin mevcut operasyonlarında da bazı ayakların eksik olduğunu düşünüyorum. Özellikle de drone’ları ve deniz takviyesini hesaba katmazsak, El Vatia üssüne düzenlenen operasyonlarla Hafter’in geriletilmesi, bizi bazı çevreler içinde iyi hissettirebilir ama bunlar sadece taktik başarılardır. Bunların uzun vadede sürdürülebilirliği hem maliyetlidir hem de eksik tarafları bulunmaktadır. Askeri anlamda baktığımızda bile bunun bazı boşluklar içerdiğini görüyoruz. Buralardaki gelişmelere bağlı olarak büyük risklerle karşı karşıyayız.