[voiserPlayer]
Eskiden beri Türkiye’nin en tartışmalı kurumlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) temsil ettiği otorite ve haiz olduğu siyasi pozisyon AKP iktidarından sonra daha da sorgulanır hale geldi. En son Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eş cinseller konusunda dile getirdikleriyle başlayan polemik esasen süregelen bir sorunun yeni bir yansıması: Çağdaş Türkiye toplumunda Diyanet İşleri Başkanlığının konumu ve rolü nedir, ne iş yapar, gerekli midir? Ülke gerçeklerine kafa yoran her Türkiyeli her halde bu sorular üzerine en az bir kez düşünmüştür.
DİB’in Hilafet’in ve Şer’iye vekâletinin ilgasıyla eş zamanlı kuruluşu (3 Mart 1924) şüphesiz Türk laiklik tarihindeki önemli adımlardan biri. Diyanet İşleri Başkanlığı da –dünyada çeşitli örnekleri olduğu üzere- ülkedeki dini hayatı tanzim etmek için kurulmuş bir kurum. Geç Osmanlı dünyasından devraldığı anlayış dâhilinde İslam’ın Sünni-Hanefi yorumunu merkeze alan bir yapı olarak örgütlenmiş. Bu tabii İstanbul merkezli, Osmanlı bakiyesi, çoğunlukla da etnik Türk bir ulemanın devletlû din yaklaşımının ifadesidir ve bugüne kadar da bir paradigma olarak geçerliliğini korumuştur. 1963’te İsmet İnönü hükûmeti tarafından, DİB bünyesinde Alevi toplumunun sorunlarıyla da ilgilenecek bir “Mezhepler Dairesi” örgütlenmesi konusunda bir kanun tasarısı sunulacak, dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından da desteklenen bu girişim, sağ kesimin aşırı tepkileri yüzünden başarıya ulaşmayacaktır. Bu gerçekleşmeyince DİB’in mezhepçi (confessionalist) kimliği daha da belirginleşecek, Türkiye’deki milyonlarca Alevi’nin din işleriyle ilintili sorunları ve aldıkları/alamadıkları dini hizmetler devletin en üst dini kurumunun görüş açısı dışında kalacaktır.
Diyanet İşleri Başkanlığının devlet tarafından kuruluş ve örgütlenme şekli, liberal ve post-kemalist mahfillerde bu kurumun esasen bir “Kemalist proje” olduğu düşüncesini oluşturmuştur. Bu fikir yeterince sorgulanmış değildir.
Diyanet İşlerinin üçüncü başkanı Ahmet Hamdi Akseki (görev dönemi 1948-1951) Antalya’nın kuzeyindeki dağlık, yetiştirdiği din adamlarıyla tanınan Akseki ilçesinden, gençliğinde İstanbul’da medresede tahsil görmüş bir ulema mensubuydu. Cumhuriyet devrinin islamcı-popülist muhalefetinin en ünlü isimlerinden Osman Yüksel Serdengeçti Akseki’nin yeğeniydi. Akseki’nin DİB hiyerarşisinin tepesine yükselişi sırasında, Serdengeçti Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’e hakaret mektupları yazıyor, 3 Mayıs olaylarına karışıyordu. Dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız, komünizm gerekirse onu da biz getiririz” serzenişininin muhatabı kendisidir. Genç Serdengeçti’nin yazılarındaki reaksiyoner-islamcı ton, 1930’ların Türkiye’sinin toplumsal iklimi – ve islamcı bir yazılı basının yokluğu – düşünüldüğünde, yazarın benimsediği değerlerin aile ve dar sosyal çevre içinden geldiğini göstermektedir.
İkinci bir DİB başkanı figürü İbrahim Elmalı’dır (görev dönemi 1965-1966). Elmalı bugüne dek DİB’in başına geçmiş şahısların belki de en tartışmalı olanıdır. Başta kendisinin –Sünni kesimde Aleviler’e yönelik olarak yapılan mumsöndü iftirasını çağrıştıran– “Alevilik sönmüştür” beyanatı olmak üzere dönemin atmosferinde pek benzeri olmayan bir dinsel fanatizmi temsil eden söylem ve tavırları olmuştur. 1966’da Muğla’nın Ortaca ilçesine bağlı bir Alevi köyüne saldırılması şeklinde gerçekleşen; çağdaş Türkiye’deki ilk mezhep sebepli pogromun gerçekleştiği provaokatif ortamı hazırlayanlardan biri de Elmalı’dır. İbrahim Elmalı’nın duruşu kendisini bu göreve tayin eden Süleyman Demirel hükûmetinde de rahatsızlık uyandırmış, Elmalı 1966 Aralık ayında Bakanlar Kurulu kararıyla emekliye sevk edilmiştir. 1970’lerde ise kurumun başında biri Milli Selamet Partisi, bir Cumhuriyet Halk Partisi yanlısı iki Lütfi Doğan yer alırken, alt kadrolar yavaş yavaş yeni neşv ü nemâ eden Milli Görüş Hareketi’nin etki alanına girmişlerdir. DİB’in bu dönemdeki orta-üst kademe kadroları gözden geçirildiğinde de Yaşar Tunagür’den Cemalettin Kaplan’a kadar Türkiye’de İslamcı aşırı sağın birçok figürünün diyanet bürokrasisinde mühim görevler aldığı görülür.
28 Şubat döneminde ise DİB genellikle, askerin sertlik yanlısı kesimlerinin benimsediği siyasetlere angaje olmadı. Bir tarafsızlık siyasetini yeğledi. Yaşar Nuri Öztürk gibi bir Kemalist/Laik dindarlık paradigmasına eğilimli düşünürlerle zaman zaman karşıtlığa dönüşen bir mesafe içinde oldu.
Şüphesiz, DİB ideolojisinin veya DİB İslam’ının daha geniş bir tasvirini ve analizini yapabilmek için kurumun topluma ve kurum içi kamuoyuna yönelik söylemlerinin ayrıntılı bir tahlilini yapmak, esasen pek zengin sayılamayacak hatıra literatürünü incelemek ve kurumun mevcut ve emekli çalışanlarını kapsayan bir sözlü tarih/saha çalışması yapmak icap eder. Fakat, yukarıda özetlediğim genel çizgilerden yola çıkarak da DİB üzerine birkaç kelam edilebilir.
Öncelikle, DİB’e atfedilen Kemalist devletin dini tanzim etme aygıtı olma tezi sorgulanmaya muhtaçtır. DİB içindeki Kemalizme yatkın din adamı/bürokrat figürler -1950 sonrasında- en iyimser tahminle küçük bir azınlıktır; sol/kemalist literatürde “Aydın, Atatürkçü din adamı” olarak idealize edilen sosyal tip (bu tipin gerçekliği/muhayyelliği de dâhil tüm sorunlarını bir anlığına yok sayıyorum) DİB kadrolarında yaygın olarak görülebilecek bir figür değildir. DİB 1950’lerden, 1960’lardan itibaren önce Demokrat Parti/Adalet Partisi çizgisinin birkaç parmak daha sağındaki kadroların egemenliğine geçmiş, 1970’lerden itibaren de bilhassa Milli Görüş geleneğine yakın kadroların rengini verdiği bir müessese olmuştur. 1970’lerden 1990’lara kadar Milli Selamet Partisi, Refah Partisi aday listeleri tarandığında “emekli din görevlisi” ve “ilahiyatçı” olarak geçen şahıslar önemli bir yekûn oluştururlar.
Bu noktadan hareket ederek DİB’in uzun bir süre boyunca otonom bir kurum olduğu söylenebilir. DİB ideolojisiyle AKP’nin –özellikle erken döneminin– siyasi çizgisi arasında belli bir rezonans olduğunu düşünmek de makuldür, zira halef-selef iki DİB başkanı, Tayyar Altıkulaç (görev dönemi 1978-1987) ve Mustafa Said Yazıcıoğlu (görev dönemi 1987-1992) AKP’nin kurucu kadroları içinde yer almışlardır. 2002’de AKP iktidarıyla birlikte bu otonomi de yerini yavaş bir ideolojik imtizaca bırakmıştır, bahsedilen yatkınlıklar bunu kolaylaştırmıştır. Ali Bardakoğlu’ndan (görev dönemi 2003-2010) Mehmet Görmez’e (görev dönemi 2010-2017), ve Görmez’den halefi Ali Erbaş’a kadar DİB başkanlarının iktidarla mesafesi gittikçe azalmıştır.
Başa dönelim, DİB’in eşcinsellik polemiği muhtemelen son polemik olmayacak, benzeri söylemler başka gündemler üzerinden sürüp gidecek. Çünkü, söz konusu kurum Türkiye’deki hararetli kültür savaşının taraflarından biri. “Diyanet kapatılsın mı, kapatılmasın mı?” tartışmasının ötesinde; bu kurumun ideolojik pozisyonunu ve işlevini iyi anlamak, tarihsel gelişim sürecinden dersler çıkarmak, dünyadaki muadil kurumları incelemek ve bu bilgiler ışığında AKP sonrası Türkiye’de DİB’e gerek olup olmadığına, DİB’e alternatif olarak din işlerinin nasıl düzenlenebileceğine karar vermek gerekiyor.
Fotoğraf: Jalal Heydari