[voiserPlayer]
İdlib’de insanı dram devam ederken bölgede savaş da şiddetleniyor. Türkiye bir yandan gelmesi muhtemel olan mülteci akınıyla diğer yandan bölgedeki üslerine yapılan saldırılarla baş etmek durumunda kalıyor. Arın Demir, bunları ve daha fazlasını Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Doç. Dr. Berk Esen ile konuştu.
Türkiye geçmişten beri dış politika yapım sürecinde Batı ile ilişkilerini yakın tutmakla birlikte, Rusya ile olan diplomatik bağını da sürdürmeye ve dengelemeye çalışıyordu. 2016 yılından sonra, bu geleneksel diplomasi anlayışının ve Rusya ile ilişkileri dengeleme amacıyla yürütülen diplomasinin daha da derinleştiği hatta resmi makamlarca stratejik ortak olarak adlandırıldığını gördük. 2011 yılından günümüze gelindiğinde, Türkiye’nin Suriye politikasında hangi kırılmalar yaşandı?
2011 yılından günümüze bakarsak, Suriye’deki iç savaşın son dönemde çok hızlı bir şekilde bölgeye yayıldığını görüyoruz. Buna paralel olarak Türkiye’nin Suriye’de takip ettiği politika da belli dönemlerde çok keskin dönüşler yaşadı. İlk protestoların başladığı 2011 yılının 2. yarısından itibaren, Türkiye, Şam Yönetiminin karşısında çok sert bir söylem takip etmeye başladı. 2012 yılından sonra ise Türkiye aktif olarak Şam yönetiminin değiştirilmesi yönünde bir tavır sergiledi. Başta Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere bölgedeki Sünni rejimlerin desteğini aldı ve yine Suriye’de muhalif unsurlara destek verdi. Öte yandan, Esad yönetimine muhalif bir pozisyon almış Batı ülkeleriyle beraber başta ABD olmak üzere askeri boyutu da olan kapsamlı bir iş birliğini 2015 yılına kadar sürdürdü. Fakat 2016 yılından başlayarak, Türkiye’nin hem Suudi Arabistan’la ilişkisinin bozulması hem de ABD’nin bölgede Esad rejimini deviremeyeceğini anlayıp yavaş yavaş Suriye’den çekilmesi sonucu Türkiye, Katar ile bölgede yalnız kaldı. Suriye’de Kürt gruplar güç kazanmasıyla birlikte Türkiye açısından temel hedef kendi sınır bölgesinin bu gruplar tarafından kontrol edilmesini engellemek oldu. Bu hedef doğrultusunda Türkiye, ABD’nin Suriyeli Kürtlere verdiği desteği dengelemek adına Rusya’ya yönelmeye başladı.
Türkiye genel anlamda, 2016 yılından beri bu politikayı izlemeye devam ediyor ve burada kompleks bir denge politikası güdüyor. Amerikalılar, Suriyeli Kürtlere destek verdiği için Türkiye Rusya’ya yöneliyor. Fakat Türkiye’nin, Rusya karşısında belli bir miktar pazarlık payı kalması için -ki arada asimetrik bir ilişki var- ABD ile tam anlamıyla köprüleri atmak istemiyor. Buna ek olarak NATO üyesi olmasının avantajlarını kullanmaya çalışıyor.
2016 yılından sonra ittifaklarda da bir değişim olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin, Rusya ile dengeleme politikasının Astana ve Soçi süreçlerine evirilerek dengelemeyi aştığı değerlendiriliyor. Rusya ile ilişkiler Suriye kapsamında geliştikçe Türkiye’nin milli güvenlik paradigmasında bir değişiklik yapıldı mı? Eğer bir değişiklik meydana geldiyse bu durumun Türkiye’nin ittifak yapıları bağlamında nasıl bir etkisi oldu?
Son 10 senede, Türkiye’nin milli güvenlik politikasının iki seviyede çok değiştiğini düşünüyorum. Bunun ilki, iç siyasette demokratik gerilemenin getirdiği bir değişikliktir. 1960 darbesi sonrasındaki dönemde Türkiye’nin milli güvenlik stratejisini, Milli Güvenlik Kurulu oluşturmaktaydı. MGK’da özellikle 1982 Anayasası sonrası askerler ciddi bir etkinlik sağlamakla birlikte en azından belli bir kurumsal yapıyı ve tutarlı politikaları devam ettirebiliyorlardı. Milli Güvenlik Kurulunun takip ettiği politikalar, zaman zaman hükümetlerle çatışsa ve bu yönüyle demokratik olmasa bile en azından herhangi bir partinin güdümüne girmemişti. Türkiye’nin demokratik gerilemesi sonrası AKP’nin kendi parti ajandasını bütün devlet kurumlarına yansıttığını görüyoruz. AKP, bunu askeri vesayeti bitiriyoruz diyerek kamuoyuna kabul ettirdi. Halbuki, bu durum ancak milli güvenlik politikasını belirleyen hükümeti parlamento denetleyebiliyorsa ve bu politikalar kamuoyu önünde tartışılabiliyorsa geçerlidir. Türkiye’deki asıl sorun, demokratik gerilemeyle birlikte Meclis’in süreç dışına çıkması durumudur. Yani Meclis, milli güvenlik ve dış politika konularına müdahale edemediğinden, hükümet tarafından takip edilen politika ne Meclis’te ne de kamuoyunda çok fazla tartışılamıyor. Bu nedenle, AKP’nin son 5 senede artan oranda kullandığı strateji, kendi parti çıkarları üzerinden bir milli güvenlik politikası belirlemek oluyor. Dolayısıyla, o partinin tehdit olarak gördüğü herkes, her grup, her hükümet, her siyasi parti düşmanlaştırılabiliyor ve terörist ilan edilebiliyor. Bu milli güvenlik politikasının birinci seviyesidir.
İkinci seviyesini ise AKP hükümetinin iç siyasette tutunabilmek için girdiği ittifaklar belirliyor. 2015 yılına kadar, Kürt siyasi hareketi ile yürütülen çözüm süreci nedeniyle Suriyeli Kürtlerle tamamen köprüler atılmamıştı. Fakat 7 Haziran 2015 genel seçim sonuçlarıyla, HDP’nin Meclis’e girişi Türkiye’deki siyasi Kürt hareketinin güçlenmesine neden oldu. Bu güçlenmeye tepki olarak AKP hükümeti hem içeride hem dışarıda Kürt grupları bir tehdit olarak görmeye başladı. Bu nedenle, içerideki ittifak yapılarında değişikliklere gidildi. Yeni ittifakı, AKP – MHP uzlaşısı sonucuyla ortaya çıkan ve son dönemde Avrasyacılar olarak nitelendirilen Türkiye’nin Rusya’ya yaklaşmasını savunan üç grubun oluşturduğunu görüyoruz. Bu üç grup detaylı olarak bakıldığında, İslamcı ve bazı Türk Milliyetçisi unsurlarını barındıran muhafazakarlar, MHP’nin başını çektiği daha koyu milliyetçi gruplar ve Avrasyacılar olarak söylenebilir. Bu ittifak Türkiye’deki otoriterleşmeyi, Suriye’de ise takip edilen genişlemeci politikası destekledi. Bu politikanın dış ayağı ise 2016 yılından beri Putin yönetimiyle kapalı kapılar ardında varılan anlaşma oldu. ABD’nin Suriye’de tutunabilmek için terörist PKK ile organik bağları bulunan Suriyeli Kürt grupları desteklemesi bu bahsettiğim ittifakı iyice güçlendirdi. Suriye’de yaşanan son olaylar işte bu ittifakı sarsmış oldu. Eğer Türkiye, Rusya ile bu kadar yakından hareket etmeyecekse bunun tekrardan iç siyasette ittifak dengelerine de bir yansıması olacaktır. Büyük bir ihtimalle MHP, Avrasyacı kesimle bağları koparmak için Türkiye’yi Rusya karşısında daha sert bir müdahale yapmaya zorlayacaktır. Ben Türkiye’nin Rusya ile çıkarlarının birçok konuda çatıştığını (Kafkasya, Kırım, Suriye, pahalı doğal gaz) ve bu nedenle yürütülen asimetrik ilişkinin Türkiye’ye orta ve uzun vadede getirisinin olmayacağını düşünüyorum. Bir de Rusya gibi otoriter bir yönetimle yürütülecek yakın ilişkiler Türkiye’yi Batıdan uzaklaştıracağı gibi iç siyasette de ciddi bir otoriterleşmeye yol açacaktır.
2016 yılından günümüze geldiğimizde hızlı bir değişime dikkat çekiyorsunuz. Nasıl oldu da yedi ay önce 2,5 milyar dolara S-400 aldık ve üzerinden yedi ay geçmeden NATO ve ABD’den hava desteği ister yöne geldik? Bu değişimin bir anda yaşanması ne kadar sağlıklı bir durumdur? Bu durum, Türk dış politikasının dış dünyada profilini nasıl etkiliyor?
Son sorudan başlarsak bu durum, dışarıda Türk dış politikasının profilinin çok negatif bir şekilde görülmesine yol açıyor. Tabii ki, içeride tam bağımsızlığa sahip ülkeler istedikleri ülkelerle çeşitli ilişkiler kurabilirler ve anlaşmalar yapabilirler. Bunun doğrultusunda da politikalar belirlerler. Burada Türkiye’nin sıkıntısı, diplomatik ilişkilerini kurumsal yapılardan tamamen çıkarıp ikili ilişkiler seviyesine indirmesi ve lider bazlı ilişki kurmaya yönelmiş olmasıdır. Özellikle Türkiye’nin, Rusya ile olan ilişkisinin hiçbir kurumsal temelinin olmadığını ve uzun vadeli stratejik hedeflerden ziyade iki ülkenin liderleri üzerinden oluştuğunu düşünüyorum. Bu nedenle Rusya ile olan diplomasinin, çok fonksiyonel ve hızla değişebilen bir dinamiği bulunuyor. Halbuki, Türkiye 1940’ların sonundan beri başta ABD olmak üzere Batı ülkeleriyle çok derin, güçlü ve kurumsal ilişkilere sahiptir. Bunu Türkiye, NATO üyesi olarak, AB’ye tam üyelik adaylığı olarak ve Avrupa Konseyi’ne girerek göstermiştir. Batı ile bu kadar kurumsal bir yapıya oturan ilişki modelinin, hızla bir kenara atılıp, sadece Rusya ile lider bazlı ve kısa vadeli ve transaksiyonel gelişen ilişki modelinin tercih edilmesi Türkiye’yi diploması alanında çok sıkıntılı bir noktaya getirdi. Bunu da zaten S-400 tartışmalarında gördük. Yorumcuların analizlerine baktığımız zaman S-400 hava savunma sistemleri, aynı anda 58 farklı hedefi yok edebilecek, Türkiye’nin temel tehdit unsurlarını ortadan kaldıracak ve hava sahasını güvenceye alacak bir sistem olarak tanıtıldı. Halbuki, biz bu sistemi yanı başımızda gerçekleşen Suriye’deki çatışmalarda bile kullanamıyoruz.. Bunu görünce bu sefer Patriot almaya çalışıyoruz ve tekrar Batı’ya dönüyoruz. Bu hamleler, Türkiye’nin güvenilirliğini çok zedeliyor ve uzun vadede bir oyun planının yapılmadığını gösteriyor. Ben bunu çok tehlikeli görüyorum.
Bu dış politikanın ikinci riski, Soğuk Savaş sonrası dönemde tekrar artan büyük güçler arası mücadelede Türkiye’nin yalnız kalma olasılığıdır. Günümüz dünya siyasetinde artık demokratik ve otoriter rejimlerin oluşturduğu iki farklı modelin dünya siyasetini şekillendirmeye başladığını görüyoruz. Otoriter cepheye Çin’i, İran’ı, Rusya’yı ve bu ülkelerle ittifaka girmiş popülist hükümetler tarafından yönetilen rekabetçi otoriter rejimleri söyleyebilirim. Bu iki cephe arasında Türkiye’nin otoriter cephede yer bulmasını, kısa ve uzun vadelerde kendisi için çok ciddi riskleri barındırdığını düşünüyorum ve karşı çıkıyorum.
Tarihsel olarak süregelen Türkiye’nin Batı ile yakınlaşma sürecinin yanında, bugün otoriter cephede konumlanması kısaca nasıl yorumluyorsunuz?
Tarihsel açıdan bakarsan, Osmanlı’nın son döneminden başlayarak yaklaşık 250 senedir Türkiye’nin rotasını Batı’dan yana çizdiğini görüyoruz. Batı’dan yana çizilmesinin sebebi de siyasi elitlerin Batı kültüründen çok etkilenip onu seçmesinden ziyade, müreffeh, açık, kalkınmış ve dünya siyasetinde sözü geçen ülkelerin hep Batı’da bulunmasıydı. Osmanlı’da yönetici sınıf üyeleri Batı karşısında Osmanlı Devleti’nin artık ne askeri ne de iktisadi bir üstünlüğünün kalmadığını gördükten sonra oradan bir model almaya karar verdiler. Bu da zamanla hukuktan kültüre kadar çok farklı alanlarda ciddi bir değişiklikleri beraberinde getirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin de ayakta kalabilmek, dış tehditlere karşı kendini korumak ve kendi insanını refah içinde yaşatmak için rotasını Batı’ya çevirdiğini görüyoruz. Dünya geneline baktığımız az sayıdaki istisnai örnekler dışında kalkınmış ekonomilere sahip, demokratik rejimle yönetilen, vatandaşlarına özgür yaşam imkânı sağlayan ülkelerin ekseriyetle Batı coğrafyasından çıktığını görüyoruz. Dolayısıyla Türkiye’nin Batı’yla yakınlaşması bu medeniyet hedefinin bir sonucudur. Türkiye Batı ile entegre olmadan ne içeride demokratik rejimini ayakta tutabilir, ne de ekonomik kalkınmasını devam ettirebilir. Ben bu dış politikanın Türkiye’nin Batı ile ilişkisindeki tarihsel süreci de sekteye uğrattığını düşünüyorum.
Daha öncelerde operasyonlara iç politikadaki siyasi destekler, dış politikayı eleştirilemez bir konuma yükseltiyordu. Barış Pınarı Harekâtı sırasında halktan verilen desteğin, bazı uzmanlar tarafından bugün İdlib meselesinin kamuoyunda tam anlaşılamamasının etkisiyle de yeterince destek verilmediği değerlendiriliyor. Sizce, İdlib ve yaşanan son gelişmelerle dış politikanın konumu iç siyasette hala eleştirilemez durumda mı? Bununla birlikte dış politikanın ulusal bir politika olarak tanımlanmasında önem taşıyan TBMM’nin, süreçteki rolünü nasıl görüyorsunuz?
İdlib’de yaşanan son çatışma ve özellikle Ordumuzun aldığı çok talihsiz zayiat sonrası AKP dış politikasının daha yüksek sesle eleştirildiğini görüyorum ve bunun devam edeceğini düşünüyorum. Hem Türkiye’de siyasi kültür hem AKP’nin son dönemde inşa ettiği otoriter siyasi rejimin etkisiyle muhalefet, AKP’yi dış politikada ve özellikle Ortadoğu politikalarında eleştirmekten çekiniyordu. Zaten bölgede Türkiye için çok uzun süredir ciddi bir Kürt sorunu yaşanırken, bir de üzerine Suriye sorunu ve beraberinde göçmen sorunu geldi. Bu iki sorun birbirini tetikleyerek ciddi bir kriz halini aldı. Ben Türkiye’deki seçmenlerin önemli bir bölümünün, bu iki sorun yüzünden AKP’nin Suriye’de takip ettiği maceracı dış politikaya göz yumduğunu düşünüyorum. Nitekim, çok yakın bir zamana kadar, seçmenlerin çoğunluğu Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye’ye girmesine karşı çıkıyordu. Dolayısıyla, muhalefet partileri özellikle CHP ve İyi Parti bu konuda iktidarı karşına almak istemiyordu. Onun yerine iktidarın sınır ötesi operasyonlarına destek verip, operasyonların ayrıntılarını eleştirme yoluna gidiyordu. Fakat, yaşadığımız son saldırı ile muhalefetin bu politikasını değiştireceğini yönünde değerlendireceğini düşünüyorum.
TBMM’nin süreçteki rolü, muhalefet açısından en önemlisi hükümetin Suriye’de takip ettiği politikanın meşruiyetinin, arkasındaki hedeflerin ve oyun sonu planının ne olduğunu sorgulamaya açmasına aracılık etmek olmalıdır. TSK İdlib’de ne yapıyor ve tam olarak ne amaçla orada bulunuyor sorularının gündeme getirilmesi önemlidir. Yine askeri güçlerin güvenliği konusun kamuoyunu tatmin edecek şekilde yanıtlanması gerekmektedir. AKP Hükümeti uzun süredir, Türkiye’nin Suriye’de bulunmasını sınır güvenliği, Kürt sorunu ve göç dalgasını engellemek üzerinden açıklıyor. Fakat artık İdlib’de gördüğümüz, Türkiye orada askeri birliklerini tutarak mültecilerin güvenliğini sağlayamadığıdır. Bunu sınırımıza olan mülteci akımından da görüyoruz. Daha da önemlisi, Türkiye çeşitli anlaşmalardan Rusya’ya taahhüt ettiği o bölgedeki radikal grupları silahsızlandırma hedefinin de uzağında görünüyor. Bütün bu konuların, muhalefet tarafından teker teker TBMM gündemine getirilip, üzerinden tartışılması ve seçmenlere duyurulması gerekiyor.
Sonuç olarak Türkiye’deki milli güvenlik politikasının hükümetin kendi siyasi saiklerle belirlediği bir alan olmaktan çıkıp, kamuoyu önünde tartışılan ve muhalefetin de tedirgin olduğu noktaları, eleştirilerini bir şekilde yanıtlayabilecek bir hale gelmesi gerekiyor. Bunu yapamadığı oranda, Türkiye’nin takip ettiği dış politika sorunludur.
Avrupa Birliği’nin, Suriyeli mültecilere karşılık uyguladığı yanlış politikalar ve anomaliler biliniyor. Peki, askeri çatışmanın hemen ardından Türkiye’de bulunan mültecilerin sınır kapılarının açılarak politik bir araç olarak görülmesi ne kadar doğrudur?
Öncelikle, Suriyeli mülteci krizinde haklı olan bir taraf göremiyorum. Esad rejimi bu krizi yaratmış ve onbinlerce insanı öldürerek insanlığa karşı suç işlemiş bir yönetimdir. Öte yandan AB’nin ortaya çıkan mülteci krizine yönelik çözüm geliştirmek yerine kendi sınır kapılarını kapatarak bu konuda Türkiye’yi yalnız bırakmasını ciddi bir ayıp ve ikiyüzlülük olarak yorumluyorum. Almanya ve İsveç’i bir kenara ayırırsak, AB ülkelerinin hiçbiri mülteci krizinde kendi paylarına düşen sorumluluğu üstlenmediler ve krizin daha da büyümesine yol açtılar. Bu nedenle, AB’nin bu konuda Türkiye’yi eleştirecek hiçbir ahlaki üstünlüğü ve dayanabileceği siyasi bir noktanın olmadığını düşünüyorum.
Öte yandan, Türkiye’nin sınır kapılarını açma hamlesi iki yönden çok talihsiz oldu. Bunun birincisi bu karar sonrası ortaya çıkmaya başlayan insani dramdır. On binlerce insan, Türkiye’nin farklı bölgelerinden sınır bölgesine yönlendirildi ve Yunanistan ile Bulgaristan’ın tek taraflı kapattığı sınırı çok zor mevsim koşullarında altında geçmeye çalışıyorlar. Oradan gelen görüntülere bakınca, bir facianın eşiğinde olduğumuzu anlıyoruz. Sınır kapısını geçemediğinden dolayı deniz yoluyla Yunan adalarına ulaşmaya çalışan ciddi sayıda mülteci olduğunu görüyoruz ki bu esnada birçok insanın hayatlarını kaybetme olasılıkları bulunuyor.
Bunun yanında, ikinci talihsiz nokta Türkiye 2011 yılının sonundan beri bir şekilde Suriye’den gelen milyonlarca Suriyeli göçmeni burada barındırarak uluslararası kamuoyunda yarattığı olumlu havayı birkaç gün içinde kaybetme noktasına gelmiş olmasıdır. Ben açıkcası, Suriyeli mülteci sayısının 4 milyonu aşmış bir ortamda Türkiye’deki mültecilere karşı olan tepkinin, Avrupa’daki tepkilere oranla görece daha az olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda Türk toplumunun bu konudaki tutumunun diğer muadil toplumlara göre daha olumlu olduğunu söylemek mümkün. AKP, bu son kararıyla iç siyasette göçmen karşıtı bir havanın ortaya çıkışına da zemin hazırladı. Türkiye kendisini, sanki 2012 yılının başından beri tek bir sayıda mülteciyi barındırmamış, onlara yardımcı olmamış, onları bir şekilde hayatta tutmamış gibi mültecileri otobüslere koyup sınır dışı eden bir ülke konumuna soktu. Bunun vebali Türkiye için büyüktür. Avrupa’da mülteci krizi konusunda hiç adım atmamış ülkeler düzeyinde bile dış kamuoyunda çok negatif bir konuma getirildik. Ben bu açılardan son iki kararı çok büyük bir skandal olarak görüyorum. Bunu söyledikten sonra Türkiye ne yapabilirdi diye düşünüyorum, nüfusunda dört milyona aşkın mülteciye ek olarak bir milyon kişinin daha gelebileceği söyleniyor ki bu durum sürdürülemez bir durumdur. Bunun yerine, AB ile tekrardan diyalog kurarak, onu diplomatik sahada zorlayarak adım attırması gerekiyordu.
Türkiye’nin sahada rejime karşı kullandığı grupları, Ruslar terörist olarak tanımlıyor. Bu konuda muhalefetin de çeşitli eleştirileri biliniyor. Rusya’nın bu tanımlaması devam ettiği sürece, olası bir göç dalgasını önlemek adına Türkiye’nin Rusya ile anlaşarak sınıra yakın bir bölgede güvenli bölge oluşturma ihtimali hala var mı?
Evet. Hala bu ihtimal var. Ben şu an Türk kamuoyunun bir kesiminin yürüttüğü Rusya’ya yönelik savaş çığırtkanlığını AKP Hükümeti’nin paylaşmadığını düşünüyorum. Eğer paylaşsaydı zaten şimdiden çok daha sert bir müdahalede bulunurdu. Büyük ihtimalle Türkiye, Esad yönetiminin güçlerini hedef alarak hem Şam hükümetine sert bir mesaj verecek, hem de kendi kamuoyunu belli oranda tatmin edecek. Zaten iki gündür askerlerimize karşı yapılan bu hain saldırıya karşılık olarak Esad güçleriyle adı konmamış bir savaş halindeyiz. Fakat Türkiye’nin, Esad yönetimiyle birlikte aynı zamanda Rusya’yı karşına almak istemeyeceğini düşünüyorum. Erdoğan ve Putin, dün itibarıyla bir görüşme yaptılar. Büyük bir ihtimalle martın ilk haftasında iki taraf tekrar görüşecektir. Bunun sonucunda ne tip bir anlaşmaya varılacağını kestirememekle birlikte Türkiye’nin Rusya ile savaşa girmeyeceğini düşünüyorum. Gerekirse, bu konuda ABD’den gelecek baskıya karşı da karşı çıkmak gerekiyor. Sonucu kestirilemeyecek ve savaşın boyutunu büyütecek böyle bir kararı almanın vebali çok büyük olacaktır.
İş diplomatik alana kaydığında, Rusya’nın, Türk tarafına bıraktığı 10 – 15 kilometrelik bir tampon bölge, büyük bir ihtimalle AKP yönetiminin İdlib’de yürüttüğü siyasi hedeflere uymayacak ve Türk tarafı da 15 km tanımayarak daha fazla bir taviz koparmaya çalışılacaktır. Burada ana belirleyici faktörün, NATO’nun ve ABD’nin Türkiye’ye vereceği desteğin boyutunun belirleyeci olacağına inanıyorum. Gelinen noktada anladığım kadarıyla, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığında, şahinlerle ve daha ılımlı bakanlar arasında Türkiye’ye olan pozisyonda büyük bir görüş ayrılığı var. Bunun bir nedeni, Amerika’nın Suriyeli Kürt güçleri özellikle PKK ile organik bağı olan yani terör grubu olarak tanımladığımız güçleri desteklemesi yatmaktadır. Bu zaten, Türkiye-ABD ilişkilerinin kötüleşmesindeki temel faktör. Diğeri ise, ABD’nin Türkiye’ye vereceği desteği Türkiye sınırsız şekilde kullanırsa, Amerika’yı Rusya ile çatışma noktasına getirebilme riski olmasıdır. Amerikalılar Türk hükümetinin atacağı adımları kontrol edemeyeceklerini düşündükleri oranda AKP hükümetine açık çek vermeyecekti ve r destek sınırlı kalacaktır. Kapalı kapılar ardında verilecek desteğin miktarı büyük ihtimalle, Türkiye Hükümeti’nin Rusya ile olan pazarlığında Putin’den ne kadar taviz isteyeceğini de belirleyecektir.
Biz o zaman hala diplomatik olarak kanalların kullanılacağı ve görüşmelerin bir seviyede devam edeceğini anlıyoruz. Peki, Türkiye’nin an itibarıyla Batı ve Rusya ile nasıl bir diplomasi izlemesi gerekiyor? Tarihsel perspektifden baktığımızda, Türkiye’nin sahadaki ve masadaki konumu nasıl tanımlanabilir?
Türkiye aynı zamanda hem Şam Hükümetini hem Rusya’yı karşısına alabilecek bir askeri harekâtı göze almayacaktır. Dolayısıyla diplomasinin tamamen masadan kaldırıldığını düşünmüyorum. 19. Yüzyılın ortasından beri Osmanlı ve Türk hükümetleri Rusya ve Batı ile olan ilişkilerini birbiriyle paralel götürmüşlerdir. Yani, birisine yaklaştığında diğerinden uzaklaşıyor, diğerine yaklaştığında öteki taraftan uzaklaşıyor. Türkiye hem Batı hem Rusya ile olan ilişkilerini hep bir denge düzeyinde onlarca senedir götürdü. Ülkemiz açısından sıkıntı, aynı anda hem Batı’ya hem Rusya’ya olumlu-yakın ilişkiler geliştirememesidir. Belki, 1920-30’ları istisnai bir dönem olarak alırsak, 1700’lerden günümüze kadar getirdiğimizde, iki tarafla da aynı iyi ilişkilere sahip olamadığımızı görüyoruz.
Ben bu krizde de bu kuralın geçerli olduğunu düşünüyorum. Türkiye Batı’dan destek bulabildiği oranda Rusya’dan uzaklaşacaktır. Batı’dan destek bulamadığı oranda Rusya’ya taviz verme çizgisinden tam olarak çıkamayacaktır. Bazı ulusalcı çevrelerin önerdiği tam bağımsız iki taraflı köprüleri atacak bir çizginin de 21. yüzyıl dünya siyasetiyle uzlaşmadığını düşünüyorum. Tabii ki, Türkiye’nin bağımsız bir politika izlemesi gerekiyor ama bağımsız politika iki tarafla da köprüleri atmak demek değildir. Ben bu son krizin aslında Osmanlı’nın 19. yüzyılda Rusya’ya karşı olan yürüttüğü politikayla belli oranda parallelik gösterdiğini görüyorum. İçinde yaşadığımız krize 19.yüzyıldan iki tane farklı örnek verebiliriz. Bunlardan bir tanesi 1856 Kırım Savaşı, diğeri 1877-78 Osmanlı Rus Harbi’dir. Bu üçgensel ilişkinin aslında iki savaşta da geçerli olduğunu görüyoruz. Osmanlı, 19. Yüzyıl boyunca özellikle İngiltere’den Rusya karşısında ciddi destek alıyordu ve buna güvenerek Rusya karşısında sınırlarını korumaya çalışıyordu. 1856 Kırım Savaşı, temelinde Osmanlı – Rus savaşıdır. Fakat, Osmanlı o savaşı kaybetmesin diye savaş başladıktan hemen sonra İngiltere – Fransa Osmanlı Hükümeti’ne destek vermiştir. Bu sayede Osmanlı çok daha zayıf güçlere sahip olmasına rağmen Rusya’yı yenmiştir. Ardından savaş sonrası Osmanlı tarafından imzalanan Paris Anlaşması, Osmanlı’nın Batı ile olan ilişkilerindeki en tepe noktadır.
Bugün bahsettiğiniz üçgen kırıldı mı?
Bugün bu üçgen kırılmadı. Sadece, ne yazık ki Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin 1856 değil, 1877-78 seviyesinde olduğumuzu düşünüyorum. Osmanlı Hükümeti geçmiş tecrübelerden yola çıkarak, nasıl olsa İngiltere’den destek gelecek düşüncesinin rahatlığı ile Rusya savaşa girdi 1877’de. İngiltere, Osmanlı’yı yalnız bıraktığı için de Osmanlı bu savaşı kaybetti ve bu kayıp ciddi bir toprak kaybına gerilemeye neden oldu.
Devamında ise İngiltere ve Fransa’nın yüz çevirdiği bir ortamda kapalı bir rejime sahip olan Prusya’ya yaklaştık ve iç siyasette buna paralel olarak Abdülhamid’in otokratik yönetimine girdik. 1877-78 savaşında İngiltere’nin desteğini geri çekmesinin çeşitli nedenleri vardı bunun bir tanesi Ortadoğu’da artık Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Osmanlı’yı Rusya karşısında ayakta tutma politikası önemini yitirmişti. Ben, Amerika’nın Ortadoğu’dan çekilmesinin buna paralel bir durum olduğunu düşünüyorum. ABD, Ortadoğu’dan çekilmeseydi Türkiye’den bu kadar kolay vazgeçemezdi. Daha da önemlisi, 1876 yılında Balkanlarda Osmanlı Yönetimine karşı çıkan isyanı Osmanlı’nın çok sert bastırması sonrası İngiltere’de iktidar olan Gladstone önderliğindeki liberallerin çok güçlü bir Anti-Osmanlı çizgiye girdiğini ve bunun sonrasında kamuoyu baskısı nedeniyle Osmanlı’ya destek vermek istemediğini görüyoruz. Ben, Suriyeli Kürtler ve Türk Hükümeti’nin yaşadığı bu kriz sonrası Amerikan ve Batı kamuoyunun benzer şekilde sadece Anti-Erdoğan-AKP değil, ciddi bir Türkiye nefreti çizgisine girdiğini düşünüyorum. Türkiye Batı’dan bu krizde açık bir destek alamayacak ve Batı ülkeleriyle AKP arasındaki köprüler çok uzun süredir atılmış duruma geldi. Türkiye’nin bunu değiştirmesi için çok sağlam bir patinaj yapması gerekiyor. Bunun için de Rusya ile ciddi anlamda köprüleri atması lazım. En azından S-400’leri geri göndererek özellikle Türkiye-ABD arasında belli bir güven ortamı yaratılabilir. AB ülkeleriyle anlaşma için de Suriyeli mülteciler konusunda karşılıklı adımlar atılması beklenecektir. Bunun sonucunda da TSK’nın bu sıkıntılı durumdan belli oranda kurtaracak adımların atılmasının mümkün olacağını düşünüyorum. Çünkü şu son krizde 36 askerin şehit edilmesi gerçekten içimizi yaraladı. Umarım devamı gelmez.