[voiserPlayer]
“Bir gün birileri sokağa çıktı ve her şey değişti’, diyenler bir masala inanıyor”. Bu cümleyi geçenlerde bir Fransız arkadaşımın ağzından duydum. Paris’in kimi sokak başlarında karşıma çıkan isimliklerin, 68’de o sokakları doldurup bir devrim hayali görürken hayatını kaybedenler olduklarını öğrendiğimde hissettiklerimi tarif etmeye çalışırken söyledi bunu. Ve o günlerde Fransa’da hükümet deviren gençlik eylemlerine katılımın aslında epeyi düşük ama örgütlü olduğunu anlattı. Belli bir amaca özgülenmiş, kendi hiyerarşik yapıları olan, sistematik eylemlerin sonucunda dünya beklemediği bir 70’ler -ve hatta on yıllar- yaşadı. Sokakları dolduran gençler, tarihin hikâyesinde keskin bir rol oynadı.
Bu, bir geçmiş zaman masalıydı. Zamanın engel tanımadan, frenleri boşalmışçasına ilerleyişi, bu masalların da tarihinin geçmesine vesile oldu. Toplumsal hareketler, yüzyıllar boyunca yaşamadıkları oranda bir dönüşümü, yalnızca birkaç yıl içinde yaşadı. Örgütlerin yerini hashtagler, siyasi ocakların binalarını ise teknoloji şirketleri doldurdu. Devrimcilik, Twitter ile tabana indi. Bir gün birileri internete bağlandı ve her şey değişti.
Bu değişimi gözlemlemek isteyenler ise 2010’ların başında tonla örnekle baş başa kaldı: Arap Baharı’nda ülkelerin geleceklerini tahmin etmeye çalışan analistler, ülkelerin Twitter “feed”lerini takip etti; küresel krizin ardından devletin sırt çevirdiği gençlerin biriktirdikleri öfke Occupy tag’inin altında, Wall Street’te karşılık buldu; özgürlük alanlarının gittikçe tehlikeye girdiğini hisseden ve iktidarın hesap verebilirliğini yitirdiğini düşünen gençlerin örgütsüz eylemleri, Gezi Parkı’nın etrafında kendini var etti. Eskinin işlevini yitirdiğini düşünenler, küresel bir çığlık attı. Birçokları da o çığlığı retweet etti.
Hemen hemen kimsenin takip etmediği prestijli toplantılarda, büyük ekonomik ve sosyal çıkarımlar yapmaya çalışılırken kullanılan “küreselleşme” fenomeni, tabana yayılmıştı. Clay Shirky’nin tanımladığı gibi, insanlar organizasyonlara ihtiyaç duymadan organize olmuş, değişim talep etmişti. Dünya değişmişti ama bu değişime direnmeye çalışan muktedirler, karşılarında kendi vatandaşlarını buluyordu. Gezi, bu değişim çığlığının en güçlü kalelerinden biriydi.
Doğrusu, yeni toplumsal hareketlerin alışılmış dışı doğalarını da temsil ediyordu Taksim’de başlayıp Türkiye’ye dağılan bu hareket. Örneğin ne o Haziran’da ne de sonrasında herhangi bir siyasi parti Gezi’yi üstlenemedi; o gençlerin “lideri” olmayı beceremedi. Zira o partilerin de çağı yakalayamayan, liderci ve hantal yapılarına karşı bir duruş sergileniyordu Gezi’de. Gençlerin itiraz ettiği nizamın bir parçasıydılar; dolayısıyla da Gezi’nin bir parçası olamadılar. Türkiye’de hemen her şey gibi, bu fenomen de zamanla değişmedi; aynı nizam karşıtı siyasi akımı yakalayabilecek “yeni” bir söz ortaya çıkmadı. Bu yüzden de Gezi bugün hâlâ yaşıyor. Sokakta değil belki ama üniversiteyi bırakıp sanayi sektöründe çalışmak zorunda kalan gençlerin vicdanında; aile evinden 20”lerinin ortasına geldiği hâlde hâlâ taşınamayanların öfkesinde; alışveriş merkezlerinin yemek katlarında -bedava diye- oturup, boş zamanlarında yapacak hiçbir şey bulamayan çocukların sesinde; küçücük odasındaki tek kişilik yatakta #SUSAMAM dinleyip, Ezhel’in canlı performanslarını Youtube’dan izleyenlerin reflekslerinde yaşıyor Gezi. Çünkü onlar, kendi işine bakan devlet tarafından unutulduklarını biliyorlar; kendilerini siyasete çağırmayan, seslerini duyurmayan, hâlâ genel merkezden derebeylik usulüyle yönetilen partileri samimi bulmuyorlar. Türkiye’nin en prestijli araştırma şirketlerinden KONDAnın Genel Müdürü Bekir Ağırdır, 15-18 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 70’inin, 18-24 yaş arasındakilerin ise yüzde 60”ının “Bu siyasetçi ve partilerle olmaz” dediğini belirtiyor. Gezi’nin siyasi akımı, hâlâ yaşıyor.
Eski toplumsal hareketlerin aksine, Gezi gibi yeni nesil hareketlenmelerin ise sonuç almak konusunda henüz acemilik yaşadığı ise aşikâr. Bu noktada da elbette, Zeynep Tüfekçi’nin de Twitter and Tear Gas: The Power and Fragility of Networked Protest kitabında da belirttiği gibi, “sonuç” beklentisinin geçmişin kitle eylemlerinden beklenenlerle bir tutulması da Gezi ve Occupy gibi protestoların hakkını yiyor. Zira Martin Luther King zamanında “I Have A Dream” konuşmasını tekrar tekrar yaparak ve kitleleri yürümeye ikna ederek hükümetle bir pazarlık masası kurmayı hedefliyordu. O masaya da kimin, kimden, ne isteyeceği bilinerek oturuluyordu. Şimdiyse bir hashtag ile ortalık toz duman olurken itiraz, masanın kendisine yöneltiliyor; değişim talebini dillendirecek biri de “hayal”inden bahsetmiyor. Dolayısıyla Gezi gibi bugünün kitlesel eylemlerini dünün “başarı” ya da “başarısızlık” kriterleriyle değerlendirmek sonuç getirmiyor.
Geçmişin ezberlerinin ötesinde, toplumsal bir “mesaj” idi aslında Gezi. Tıpkı çağdaşlarınınki gibi: Otoriterliğe karşı -her- bireyin özgürlüğünü savunan, köhnemiş kurumlara karşı değişim talep eden ve vatandaşın, hükümetin üzerinde tutulduğu bir sistem arayışını temsil eden bir siyasal akımdı. Bu mesajı nizam beğenmedi; değişmek yerine daha da merkeziyetçi bir hâl aldı; kurumlarına reform uygulamak yerine onları daha da denetlenemez hâle getirdi; vatandaşı güçlendirmek yerine hükümeti Meclis’in üzerine çıkardı. Mesaj alındı ama içeriği nizama uymadı. Gezi’yle dönemdaşlık yapan kimi toplumsal hadiselerin de -Ortadoğu’da olduğu gibi- ideallerine ulaşamadığını gördük. Ama öte yandan karşı çıkılan nizamı karşısına alarak siyaset yapan Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn gibi figürlerin de yükselişine tanıklık ettik. Faylar hâlâ sıcak, yani.
Bu fayları soğutmak için başvurulan “Gezi Davası” gibi yöntemlerin ise gerçeklikten kopuşun bir parçası olduğunu ısrarla vurgulamak lazım. 850’ye yakın gündür tutuklu bulunan, Gezi’yi planlamak ve “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek” ithamlarıyla ağırlaştırılmış müebbet hapsi istenen Osman Kavala da aynı suçları işledikleri iddiasıyla Salı günü mahkemeye çıkacak olan Yiğit Aksakoğlu ve Mücella Yapıcı da erkin yaşadığı yönetim krizinin kurbanlarıymış gibi gözüküyor. Zira Kavala’nın telefonundan çıkan arıcılık haritası “Türkiye’yi bölme planı” olarak gösterilmeye çalışılıyor; Aksakoğlu’nun katıldığı Rosa Luxemburg’a dair bir toplantının ise Lüksemburg’da gerçekleştirilmiş bir toplantı olduğu zannediliyor; “Off the record” sözü, sivil direniş örgütleyen Sırp örgüt “OTPOR” olarak anlaşılıp kanıt olarak sunuluyor. Yinelemeye gerek yok, birçok insan bu ithamları lime lime etti zaten; ama neresinden bakılırsa bakılsın “gerçek ötesi” bir iddianameyle lidersiz Gezi, birilerine boca edilmeye çalışılıyor. “Biz oradaydık” diyenler ise, kederli bir tebessümle yapılmaya çalışılanları izliyor.
Şunu unutmamak lazım: İlerleme, düz bir çizgi hâlinde gerçekleşmek zorunda değildir. Tersine, bazen özgürlüğün değerini kavramak için tutsaklığın yalnızlığını çekmek gerekir. Hele de Türkiye gibi siyaseti uzun süre boyunca radikalizmle zarar görmüş, toplumu kutuplaştırılarak yönetilen ülkelerde geleceği inşa etmenin göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşmesini beklemek, oldukça naif bir bakış açısı olacaktır. Ancak Gezi’de, muhafazakâr eylemciler rahatsız edilmeden ibadet edebilsin diye etrafını saran sosyalistlerin fotoğrafı düşünülünce bugün AKP’nin kemik seçmenindeki erime de daha iyi anlaşılabiliyor. KONDA’nın raporları, AKP’yle bağını kaybetmiş ama başka bir partinin de ikna edemediği seçmenin yüzde 20’lere yaklaştığını gösteriyor. Her ne kadar muhafazakâr Twitter trolleri düzenli aralıklarla modernler ile muhafazakârların ortak bir masanın etrafında oturmalarını engellemek için saldırılarda bulunsa da o masa kurulalı epeyi zaman geçti aslında.
Zira Gezi, yeni, özgür ve kimliklerin bireylere yüklediği mahallelerden muaf bir hayatın çağrısıydı. İnsanca ve hep beraber yaşamak umuduyla alev alev yanan bir toplumun sesiydi. Mehmet Ali Alabora, “Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı?” derken, Türkiye’nin dört bir yanında vicdanları da akılları da yarınlara ulaşmış bir Türkiye’nin hayalini kurmaktan çekinmeyenlerin ruh dünyalarından bahsediyordu aslında. Hoş, şimdi onu da içeri atmak isteyen bu absürt davadan sonuç bekliyoruz işte.
Ne kimliklerimizden sıyrılabildik ne de o “özgür Türkiye”deyiz bugün. Bu yazı da Londra’da, yeni taşındığım evin camlarına şehrin meşhur yağmuru çarpıp dururken yazıldı. Ama bunca kırılmışlığa, bunca hoyratça aşağılamaya, akıllarımızla alay edilmesine rağmen biliyorum: 2013’ün Haziran’ında özgürlüğün, kardeşliğin, bir arada insanca yaşamanın umuduyla bağırıp çağıran o çocuklar, ömürleri boyunca da özgürlüğün, kardeşliğin ve insanca bir yaşamın savunucuları olacaklar. Eski nizama boyun eğmeyecekler.
Arı haritalarından ya da hayali Lüksemburg toplantılarından devşirilmeye çalışılan davalar, Gezi’nin ortaya koyduğu değerler dünyasını yaralayamaz bile. O dünyada kazanan, hep meydanları dolduran gençler olacak. Çünkü bir gün birilerinin sokağa çıkmasından ibaret değildi Gezi. Talep ettikleri de o Haziran’a özgü değildi. Ama devletin ve nizamın eskimiş, hantal ve vatandaşın sesini duymayan kurumlarına karşı -dünyanın her yanında olduğu gibi- değişim mesajı verdi. O mesaj hâlâ ortada duruyor; onu sahiplenecek yeni seslerini arıyor. O yüzden de salı günü hakim karşısına çıkacak Kavala’nın eşi, Profesör Ayşe Buğra’nın, Ezgi Başaran’a verdiği röportajda Kavala’nın bahçede ilgilendiği erguvan ağacına dair söylediği şu cümleler, benim zihnimde ve vicdanımda tekrar ediyor:
“Erguvan kurudu, Ezgi. Maalesef evet. Mor salkım dadandı. Mor salkım çok agresiftir, sardı erguvanı ve kuruttu.
Erguvanlar yine dikilir, ne yapalım, öyle diyeceğiz. Mevsimin gelmesini bekleyeceğiz.”
Fotoğraf: Jordon Conner