Sedat TÜRKER, ODTÜ Tarih, PhD
[voiserPlayer]
1882 yılında bugün Sidon olarak bilinen, Osmanlı’nın Safed sancağına Romanya’dan az sayıda Yahudi göç etti. Arap köyü el-Jouna ile ilişkiler kurup toprak satın aldılar ve Arap köylülerin yardımıyla 1948’de kurulacak olan İsrail’in ilk yerleşimi Rosh Pina’yı kurdular. Bunu kutlamak için de bir düğünde toplanıp Arap komşularını da törene davet ettiler. Eski bir Orta Doğu geleneği olan havaya ateş açma burada da sürüyordu. Yanında silahı olmayan Arap köylülerden biri yerleşimcilerden birinin silahını kapıp havaya ateş açarak kutlamaya dahil olmak istedi. Ancak çıkan kargaşada yanlışlıkla vurularak öldü. Her ne kadar bazı kabile liderlerinin araya girmesiyle taraflar yatışsa da bu sonu gelmeyecek olan İsrail-Filistin çatışmasında dökülen ilk kan oldu. Ayrıca 1948 Savaşı sonrası el-Jouna köyü İsrail kuvvetleri tarafından boşaltılan ilk yerlerden biriydi.[1] 1948’den itibaren yaşanan dört büyük savaş sonrasında da İsrail’in bölgede kalıcı olduğu kesinleşti ve çatışma daha da derinleşti. Bugün gelinen nokta itibariyle İsrail ile Filistin arasında gelecekte bir gün gerçekleşmesi umulan barış imkansız bir hal aldı.
Bu yazıda, özellikle 1993 Oslo süreci sonrasında hız kazanan ve bugün de Trump yönetimi eliyle sürdürülen barış görüşmelerinin barışa hizmet etmekten ziyade İsrail’in domine ettiği bir statüko oluşturmaya katkı sağladığını iddia ederken, iki ulus arasında barışın imkansız bir hal almasının nedenlerini ortaya koymayı amaçlıyorum.
1948’den itibaren İsrail-Filistin çatışmasını sona erdirmek için pek çok barış planı sunuldu. Sonuncusu da geçtiğimiz yıl Trump yönetimi tarafından yayımlandı. ABD Başkanı Donald Trump İsrail ile Filistin arasındaki çatışmayı sonlandırma vaadiyle bir plan hazırladığını duyurdu. İki parçadan oluşacak bu plan ekonomik ve politik aşamalardan ibaretti. Haziran 2019’da ekonomik plan yayınlandı. Yılın sonunda politik planın yayınlanmasıyla sürecin başlaması gerekiyordu. Ancak sürecin bahar ayına ertelendiği henüz açıklandı. Barış İçin Refah (Peace to Prosperity) başlığıyla yayınlanan ekonomik plan tamamen Filistin’in yeniden inşası ve ekonomik kalkınmasına odaklanmış durumdadır. Filistin’e yaklaşık 50 milyar dolarlık bir yatırım yapılması ve Filistinlilerin mevcut kötü yaşam koşullarının iyileştirilmesini hedefleyen plan ekonomik hayatın canlandırılıp refah düzeyinin artırılması üzerine bir katkı yapmayı hedefliyor.[2]
Bu doğal olarak Filistin’in maddi tavizler karşılığında mevcut durumu kabullenmesinin istendiği şeklinde algılandı ve Filistin otoriteleri tarafından doğrudan reddedildi. Bu tepki karşısında Trump’ın danışmanı statüsüyle planı yürütmekle sorumlu Jared Kushner politik planın beklenmesi gerektiğini, tarafların planı mantık çerçevesinde bir bütün olarak olumlu karşılayacağını umduğunu açıkladı. Her ne kadar ABD yönetimi umutlu olsa da planın başarız olacağını öngörmek zor değil. Bunun nedenleri ise tarihsel süreç eşliğinde tarafların arzuları ve bu arzuların fizibilitesi dikkate alındığında açıkça karşımızda durmaktadır.
İsrail ile Filistin arasında gerçekçi bir barışın sağlanması için temel fay hatlarına dokunmadan bir uzlaşmaya varmak imkansızdır. Bunlar mülteciler, sınırlar, Yahudi yerleşimleri, Kudüs’ün statüsü ve Filistin’in devlet olma idealidir. Bu temel hatlara çözüm üretemeyen herhangi bir planın başarı şansı oldukça düşüktür. Filistin’in ekonomik problemlerine çözüm üretirken bu hayati öneme sahip noktalara değinmeden barışa ulaşma çabası gerçekçilikten uzak bir yaklaşımdır.
Çatışmanın başlangıcından itibaren çözüm önerilerinin başını bölgedeki idari yapılanma sorunu çekti. Öyle ki, tüm çatışma Filistin’in bir devlet olup olamamasına kilitlenmiş gibi davranıldı ve çözümün burada yattığına dair bir illüzyon yaratıldı. Bu amaçla tek ya da iki devletli çözüm olmak üzere iki ayrı görüş ortaya kondu. Kısaca bahsetmek gerekirse, tek devletli çözüm bölgede Filistin hakimiyetinde İsrailileri kapsayan bir Filistin devleti ya da Yahudilerin domine ettiği Filistinlileri içinde barındıran bir İsrail devletinin kurulması şeklindeydi. İlk seçenek gerçekçi olmasa da ikinci seçenek bugün büyük ölçüde de facto uygulanmakta.
İki devletli çözüm ise bölgede birbirinden bağımsız iki ayrı İsrail ve Filistin devletinin kurulmasını öngörüyordu. Her ne kadar makul bir çözüm önerisi gibi görünse de mevcut İsrail devletinin yanında bağımsız bir Filistin devletinin kurulması bugün itibariyle imkansızdır. Bunun nedenlerini sorgulamak bizi barışın neden imkansızlaştığına götürecektir.
1948 ve 1967 Savaşları sonrasında yaklaşık bir milyon Filistinli evlerini terketmek zorunda kaldı. 1967’deki Altı Gün savaşından sonra ise İsrail’in Batı Şeria’yı ele geçirmesiyle, üç yüz bin kadar Filistinlinin ayrılmasıyla bu bölge yeni Yahudi yerleşimleri yaratmak için kullanıldı ve bugüne varan süreç içerisinde 622 bin kadar Yahudi yerleştirildi.[3] Filistin devletinin kurulması bu bölgedeki Yahudi yerleşimcilerin tahliye edilip mülteci statüsündeki Filistinlilerin buraya yerleştirilmesini gerekli kılıyor. Bu da aynı zamanda İsrail’in 1967’den beri elinde tuttuğu ve “vatanlaştırdığı” Batı Şeria’yı Filistin devletine devretmesini beraberinde getiriyor. Çünkü gelecek mültecilerin Gazze’nin nüfus yoğunluğu göz önüne alındığında bu bölge dışında yerleşebileceği başka bir alternatif alan söz konusu değil.
Mülteci ve sınır değişimi problemini bypass etmek için Filistin’e Mısır’ın Sina Yarımadası’ndan toprak verilmesi gibi söylentiler söz konusu olsa da henüz resmi bir karşılığı yok ve Mısır, “bir kum tanesinden bile vazgeçmeyeceklerini” söylerek böyle bir ihtimali ortadan kaldırdı. [4]
Bunun yanı sıra 2010’da Knesset’ten İsrail ile Filistin arasında yapılacak olası bir barış anlaşmasının parçası olmak üzere 1948 sonrasında İran, Suriye ve Libya gibi Arap ülkelerinden sınırdışı edilen Yahudilerin el konulan ve arkalarında bıraktıkları varlıklarının tazmin edilmesini zorunlu kılan bir yasa geçti. 2019 itibariyle bu varlıkların 1.5 trilyon dolara ulaştığı hesaplanırken bu miktarın tazmin edilmesi barışın bir şartı olarak koşulmaktadır.[5] Ayrıca Netanyahu’nun Batı Şeria’nın önemli bir kısmını topraklarına katıp yerleşimlere açma fikrini seçim vaadi olarak sunması da süreci tıkayan bir başka unsurdur.[6] İsrail’de hala sürmekte olan seçimlerde Netanyahu’nun en güçlü rakibi Benny Grantz da aynı vaadi seçmenlerine sundu. Dolayısıyla İsrail’in Batı Şeria üzerinde uzlaşmaya gitmesini destekleyecek bir lider figürü mevcut değil.
Her ne kadar barış planının siyasi aşaması henüz yayınlamasa da içerisinde iki devletli çözüm ve mülteciler konusunun geçmeyeceğini biliyoruz.[7] Bu da bizi planın İsrail’in desteğini alırken Filistin tarafından kabul görmeyeceği gerçeğine götürüyor.
Son olarak varsayımlarımızda yanıldığımız düşünülse ve yukarıda üzerinde durduğumuz noktalar üzerinden bir barış planı hazırlansa bile bu planı uygulayacak bir başat aktör gerekmektedir. Bu başat aktörün de ABD olduğu açıkça ortadadır. ABD dışında İsrail üzerinde diplomatik baskı kurabilecek başka bir güç görünmemektedir. Ancak ABD’nin İsrail politikasına bakıldığında Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul edilmesi, Birleşmiş Milletler’in illegal olduğuna hükmettiği yerleşimlerin legal kabul edilmesi, yine BM tarafından işgal altında kabul edilen Golan Tepeleri’ndeki İsrail ilhakının meşru kabul edilmesi gibi politikaları da makul herhangi bir planın gerçekleşmesini yine imkansız kılmaktadır.
Tüm bu ana hatları hasır altı ederek çözümü Filistinlilerin bir devleti olup olmaması ikilemine sıkıştırmak, bu bağlamda Kudüs’ten koparılmış ve büyük oranda Gazze’ye ve Batı Şeria’nın bazı kısımlarına hapsedilmiş bir devlet fikri sunmak barış için çaba harcandığı yönünde bir ilüzyon yaratmaktan öteye gitmemektedir ve gitmeyecektir de.
Vardığımız bu nokta, bizi “eğer içinde bulunduğumuz süreç barışa hizmet etmiyorsa hangi amacı taşıyor?” sorusuna götürmektedir. Geçtiğimiz hafta Wall Street Journal’da Amerika’nın Orta Doğu’daki varlığının temel amacının Körfez petrolünün Batı’ya akışı ve İsrail’in varlığının güvence altında tutulması olduğunu ve artık misyonunu başardığını iddia eden bir yazı yayımlandı. Buna göre, ABD’nin son zamanlarda yeni bulunan enerji kaynakları ve artan temiz enerjiye yönelik yatırımlar ile körfeze bağlılığı oldukça azaldı. Bunun yanı sıra İsrail’in hayatta kalma mücadelesi artık bir problem olmaktan çıktı. Amerika’nın askeri ve ekonomik yatırımları ve güvenlik iş birlikleri ile İsrail materyal kapasitesi kendini tamamiyle koruyabilecek düzeye ulaştı. Bugün bölgede İsrail’e en büyük tehditin İran olduğu varsayılmasına rağmen İsrail’in çok daha üst düzey bir nükleer kapasiteye sahip olduğu öngörülüyor.[8]
Bu değerlendirmeden yola çıkıldığında 1973 Yom Kippur Savaşı sırasında OPEC ülkelerinin Batı’ya uyguladığı petrol ambargosu Amerikan ekonomisini resesyona sokacak kadar etkiliydi. Ancak bu çapta bir etkinin gerçekleşmesi artık söz konusu değil. Bunu rakamlarla desteklemek gerekirse ABD’nin 2018 günlük petrol üretimi İran, Irak ve BAE’nin günlük üretiminin toplamından daha fazladır.[9] 1970’lerde ABD petrol ithalatının %70’inin OPEC ülkelerinden sağlarken bu oran 2018’de %29’a düştü.[10]
1979 Camp David sonrasında İsrail ve Mısır arasında yapılan antlaşma ile İsrail’e karşı sıkça kurulan Arap koalisyonlarının en güçlü askeri aktörü Mısır artık İsrail’e tehdit oluşturmaktan çıktı. 1994’te ise Oslo süreci sonrasında Mısır’ın ardından Ürdün de İsrail’i tanıyan ve ilişkilerini normalleştiren ikinci bölge ülkesi oldu. Bu süreç, bölge üzerinde doğrudan İsrail’e ciddi tehdit oluşturacak veya oluşturmak isteyen bir aktör kalmadığını gösterirken (İran’ı ayrı bir noktaya koyarak), Filistin ile barışı da büyük oranda İsrail’in insiyatifine bırakan statükonun oluşmasına neden oldu.
İsrail’in domine ettiği bir statüko oluşturmanın diğer ayağı da bizi tekrar mevcut barış anlaşmasına götürmektedir. Yukarıda ısrarla vurguladığım bizi makul bir barışa götürecek ana hatlara sahip olmayan bir barış planı sunmanın yani Filistin’i tatmin etmeyen ve İsrail’in taviz vermesini de gerektirmeyen bir sürecin Filistin otoriteleri tarafından reddedileceği barizdir. Bu da günün sonunda barış çabalarına karşı kayıtsız kalan ve bu yöndeki süreçleri tıkayan tarafın Filistin olduğu şeklinde bir illüzyon yaratılma çabası olduğuna işaret ediyor.
Sonuç olarak İsrail ile Filistin arasında arzu edilen barışa en çok yaklaşılan süreç şüphesiz ki 1993 Oslo Görüşmeleri’ydi. Her iki taraf da ortak bir zeminde buluşmuş, bugün imkansız olarak değerlendirdiğim Kudüs’ün statüsü, Batı Şeria’daki yerleşimler gibi kritik noktalarda uzlaşma sağlanmıştı. Ancak 1994 ve 95’te Filistin’de Hamas’ın muhalefeti ve terör saldırıları, İsrail içinde de ekstremist grupların anlaşmayı yürüten Yitzhak Rabin’i suikast düzenleyerek öldürmesi gibi faktörler süreci sona erdirdi. Bundan sonraki süreç bölgede Filistin üzerinde İsrail’in domine ettiği bir statüko oluşmasını beraberinde getirdi ve bugün ne İsrail’in barışı sağlamak için taviz vermek zorunda olduğu ne de ABD’nin bölgedeki çıkarlarını korumak için makul bir süreç yürütmek ihtiyacında hissettiği bir noktaya gelindi.
Fotoğraf: Dan Meyers
[1] Benny Moritz, Righteous Victims: A History of the Zionist-Arab Conflict, 1881-1998, syf. 47
[2] Peace to Prosperity – Economic Plan, https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2019/06/MEP-narrative-document_FINAL.pdf
[3] https://www.btselem.org/settlements/statistics
[4] Middle East Monitor, https://www.middleeastmonitor.com/20190625-egypt-wont-give-up-one-grain-of-sand-from-sinai-insists-foreign-minister/
[5] https://www.timesofisrael.com/jewish-refugees-left-150-billion-in-middle-eastern-countries-israel-estimates/
[6] https://edition.cnn.com/2019/09/10/world/netanyahu-israel-west-bank-jordan-valley/index.html
[7] https://www.independentturkish.com/node/50851
[8] https://www.wsj.com/articles/the-middle-east-isnt-worth-it-anymore-11579277317
[9] https://www.forbes.com/sites/rrapier/2020/01/07/how-much-oil-do-we-import-from-the-middle-east/#6e17d4aa21c6
[10] U.S. Energy Information Administration, https://www.eia.gov/energyexplained/oil-and-petroleum-products/imports-and-exports.php