[voiserPlayer]
Hatırlayalım. Dönemin hükümetinin dış politika danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye’nin dış politikası için belirlediği prensipler şunlardı: komşularla sıfır sorun, güvenlik ve özgürlük arasında ideal denge, çok boyutlu dış politika, pro-aktif bölgesel politika, yepyeni bir diplomatik tarz ve ritmik diplomasi…
Bunlara kim itiraz edebilirdi ki? Başarılıp başarılamayacağına dair burun kıvrılabilirdi belki. Ama ortaya konan hedefler arzulanır hedeflerdi. O hedefleri hayata geçirmek için çabalamakla kaybedilecek pek bir şey de yoktu.
Belki bu yüzden olsa gerek AKP dönemi Türkiye’nin dış politikasını ve o politikanın entelektüel mimarı Ahmet Davutoğlu’nu uzun süre eleştiren çıkmadı. Ancak çok sonra Davutoğlu ismi etrafındaki entellektüel-akademik mistik hava değişti. Özellikle Türkiye’nin Arap Baharı ile Suriye’ye yönelik politikasının değişmesi ile birlikte; yani iş işten geçtikten sonra.
Davutoğlu bu değişimin mimarı idi. Dönemin dışişleri bakanıydı. Davutoğlu’na yönelik değişen bakışın en çarpıcı göstergesi 2012 yılının Mayıs ayında verilen gensoruydu. Gensoru Davutoğlu’na ateş püskürdü. Onu “ilkesiz, tutarsız ve hayalci” olmakla, Türkiye’nin “güvenliğini tehlikeye” atmak ve “çıkarlarına zarar” vermekle suçladı.
Bu eleştiriler haksız sayılmazdı. Davutoğlu’nun Arap Baharı boyunca Türk dış politikasının belirlenmesinde yaptığı en vahim hata, Türkiye’nin olduğundan daha güçlü bir ülke olduğu söylemini tutturması ve o söylem doğrultusunda politika yürütmesiydi. Nihai hedefin bütün Orta Doğu’yu tabandan dönüştürme olduğu bir politika…
Çok güçlü Türkiye söylemi hem Arap dünyasında hem de Türkiye’de yüksek beklentiler yarattı. Ancak Türkiye, varolan askeri ve ekonomik gücü ile o beklentileri karşılayabilecek bir durumda değildi. Netice ise tam bir hayal kırıklığı oldu. Türkiye, Davutoğlu’nun başbakanlık yaptığı dönemde tam bölgesel bir tecride maruz kaldı. Takip eden sekiz yıl ise o tecritten çıkmakla geçecekti.
Diğer bir deyişle, Arap Baharı ile başlayan süreçte Türkiye’nin takip ettiği dış politika fazlasıyla “hayalci” bir dış politika idi.
Pan-İslamcının Macera Kılavuzu işte bu hayalciliğin kapsamlı bir resmini çiziyor. Kitap bunu, Davutoğlu’nun ilk baskısı 2001 yılında yayınlanan Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu isimli kitabı üzerinden yapıyor.
Evet, acı ama gerçek. Davutoğlu ismi etrafında 2000’li yıllar boyunca yaratılan mistik akademik-entellektüel koruma alanı sağlanmadan, methiyeler düzülmeden evvel Stratejik Derinlik dikkatlice okunsa imiş, Türkiye’nin dış politikasının nasıl hayalperestlere emanet edildiği görülecekmiş meğer!
Pan-İslamcının Macera Kılavuzu giriş ve sonuç bölümleri dahil on üç bölümden oluşuyor. Her bir bölüm Stratejik Derinlik’in farklı yönlerini ele alıyor, irdeliyor. Bu bölümlerde Ümit Kıvanç, Stratejik Derinlik’i lime lime ediyor ve kitabın yazarının kafa yapısından ruh dünyasına detaylı bir resmini çiziyor. Ne Davutoğlu’nun üslubu, ne kendini gördüğü dev aynası, ne de çelişkileri, Kıvanç’ın analizinden ve bazen alaycılığa varan eleştirilerinden kaçabiliyor.
Ya “hayalcilik” marazı? Kıvanç’ın Davutoğlu analizinin en hayati kısmı. Kıvanç’ın tasviri kabaca şöyle: Davutoğlu’na göre uluslararası siyasette Türkiye hakettiği bir konumda değildi. Halbuki Türkiye’nin iki hazinesi vardı. Bunlar coğrafi konumu ve tarihiydi. Türkiye’nin siyasi elitleri Cumhuriyet dönemi boyunca, kimliksizliklerinden ötürü, Türkiye’nin büyüklük potansiyelinin farkında olmadılar. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, siyasal elitlerin kimliksizlik sorununun üstesinden gelmesiydi. Bunun için de yeni bir liderlik, yeni bir stratejik akıl gerekliydi. Bu yeni liderlik Türkiye’nin söz konusu iki hazinesinin farkında olmalıydı, kendine güvenmeliydi ve stratejik bir vizyonla Türkiye’yi layık olduğu konuma götürmeliydi. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’teki temel iddiası ve okuyucusunu ikna etmeye çalıştığı argüman buydu.
Peki, bu iddianın veya argümanın ne sorunu olabilirdi ki? Sanki, en azından görünüşte, masum bir iddiaydı. Ancak iddianın ciddi bir sorunu vardı. O da şuydu: Davutoğlu için Türkiye’nin askeri ve ekonomik gücünün, bilim ve teknolojiye katkısının ne olduğunun aslında hiçbir önemi yoktu. Hatta tarih ve coğrafyasının, kültürünün de bir önemi yoktu.
Nasıl? Davutoğlu’na göre bir devletin gerçek gücünü belirleyecek olan şey, bahsi geçen varlıkların kendisi değil, onları harekete geçirecek, yönlendirecek bir aklın varlığıydı. Belirli bir strateji belirleyebilecek bir aklın. Stratejik bir aklın. Tabir diğerle, stratejik akıl olmadan Türkiye’nin güç kaynaklarının ne çapta ve boyutta olduğunun bir önemi yoktu. Zira stratejik aklın, ekonomiden apartma bir tabirle, çarpan etkisi vardı ve varolan kaynakların çapını ve boyutunu büyütebilirdi de, küçültebilirdi de. Stratejik akıl ile bir (1) bin (1000) olurdu. Stratejik akılsız, bin ise bir.
Türkiye’de böyle bir stratejik akıl var mıydı? Cumhuriyet döneminin siyasal elitlerinin yoktu. Çünkü kimliksizlerdi. Ancak artık vardı: Açıktan söylemese de Davutoğlu’nun kendisi. Kıvanç, stratejik aklın tarif edildiği yerlerde, Davutoğlu’nun kendini kastettiğini iddia ediyor. Bana da öyle gelmişti.
Ümit Kıvanç bu akıl yürütmenin tamamına eleştiri ve kuşku ile yaklaşıyor. Stratejik Derinlik, Kıvanç’a göre, “bir sürü cafcaflı lakırdı”dan ibaret ve “yöntemsel ve mantıksal arızalar” ile malul bir kitap. Davutoğlu’nun yaptığı ise tam olarak hamaset… Yok hayır, tam olarak, “Hamaseti bilimsellik kisvesine büründürmek.” Yapılan kabaca şu: Niyetleri örtmek; istekleri, tutkuları, duygu yüklü öznelliği nesnellik ambalajında sunmak. Hamaseti bilimsellik kisvesine büründürmek. Söylenen kısaca şu: “İnandık mı kazanırız.” Davutoğlu ise “bilimadamı etiketli ajitatör, bir ideolog, yerine göre vaiz…”
Kıvanç’ın Davutoğlu eleştirisi öylesine kapsamlı ki… Ancak metoda dair eleştirisi ayrıca kayda değer. Daha iyi kelimelere dökemeyeceğim için, sözü Kıvanç’a bırakıyorum:
“Davutoğlu’nun yönteminde öyle bir genel sorun var ki, bunu barındıran bir metnin bilimselliği üzerine konuşmak mümkün müdür, tartışılır; hatta beyhude bir çaba olarak bile görülebilir. ‘Bilim insanı’ etiketli hemen bütün Türkçü, İslamcı, ikisinin sentezcisi vs. yazar ve düşünürlerde rastlanan bir araz, keyfilik… Olguları, fikirleri, kurulan bağlantıları, çıkarsamaları… ideolojik saplantıların, siyasi tercihlerin, oluşmasını istedikleri manzaranın, çıkmasını istedikleri sonuçların hizmetine koşma, koşulamıyorsa ihmal etme.. Tarihten kök, sebep, başlangıç aşaması vs. aranırken, yüz sene atlanabiliyor, iki yüz sene hesaba katılmayabiliyor, bize gereken şey neredeyse, hop!, oraya uçulabiliyor, alakasız oluşumlar, süreçler, sonuçlar, birbirini destekler, hatta doğurur-yaratır konumlara sokulup olmayan ilişkiler içerisinde sunulabiliyor. Birçok farklı, çelişik özelliği barındıran özneler, oluşumlar, bunlardan sadece biriyle nitelenip ona göre denklemlere sokulabiliyor. Olgular, özneler, süreçler, ideolojik amaçla onlara yüklediğimiz anlamları ve işlevleriyle varolup iş görüyor, onlara başkalarının yüklediği anlam ve işlevler yok sayılarak davranılıyor, bu durum gerçekliğe nesnel bir yaklaşımmış gibi, üstüne binalar kuruluyor.”
Davutoğlu, zamanında Cumhuriyet elitlerini ve akademisini Ortadoğu’ya uzak kalmakla ve bölgeyi bilmemekle suçlamıştı. Belki haklıydı, belki haksız. Ancak hal o ki kendisinin de bu bölgeyi çok iyi bildiğini artık söylemek çok zor. Bilgi sandığı şey, aslında bölgeye ve insanına dair keskin inançlarıydı sanki.
Davutoğlu örneğinin önümüze koyduğu başka bir soru daha var. Daha esaslı bir soru. Christopher Nolan’ın son filmi Oppenheimer’da da deşilen bir soru. Ve her bilim insanı için, her dönem geçerli bir soru. Bilim insanlarının siyasetle ve güç odaklarıyla ilişkilerde araya koyması gereken mesafe sorusu. Filmde Manhattan Projesi’ni yöneten Robert Oppenheimer’a arkadaşı İsodor Rabi’nin yönelttiği o can acıtıcı soru. “Fizik biliminin üç yüz yıllık birikimi ile kitle imha silahı yapmak mı?” Edward Said’ın Batı’da serpilen Orientalism çalışmalarına yönelttiği en esaslı eleştiri de aslında benzerdir. Metoda ilişkin eleştirisi değil, ahlaka ilişkin eleştirisi. Orientalism çalışmalarının neticelerini emperyalizmin emrine sunması. O kadar dramatik ve çarpıcı değil elbette. Ancak Davutoğlu örneğinde de yapılan aynı: bilgiyi siyasetin emrine sunmak.
Ümit Kıvanç, Pan-İslamcının Macera Kılavuzu, İletişim, 2015.