[voiserPlayer]
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde genç bir padişah varmış. Kendini halkının mutluluğuna adamış ve bu uğurda servetini harcamaktan çekinmeyen bir padişah. Nazarlık kabilinden. Bu padişahın küçük bir kusuru varmış. Halkı için yaptığı iyilikler için övünmek. Ve tabi övülmek. Öyle ki sarayında bir dalkavuklar sürüsü besler olmuş. Bu hal tek bir kişiyi rahatsız edermiş koca sarayda. Padişahın çocukluk arkadaşı veziri.
Yine bir gün padişah yaptığı iyilikleri anlatıp dünyanın en cömert insanı olmakla övünür, dalkavuklar sürüsü tarafından da övülürken, vezir kendine hakim olamamış ve padişaha ondan daha cömert bir adamın var olduğunu söyleyivermiş. Padişah vezirinin bu çıkışından rahatsız olmuş, ancak merak da etmiş. Kimmiş o padişahtan daha cömert kişi? Kör bir adam. Yaşadığı şehrin meydanına her gün gidip, ensesine sert bir tokat atan herkese bir kese altın veren bir adam.
Padişah bu adamı görmek istemiş, hikayesini öğrenmek. Vezirle tebdili kıyafet edip düşmüşler yola. Yolculuk boyunca padişah ve vezir sadece kör adamın hikayesini değil, farklı şehirlerde yaşayan dört farklı kişinin hikayelerini daha öğrenmiş. Kuyumcunun, demircinin, müezzinin ve şapkacının hikayelerini.
Kör adam eskiden kırk deve sahibi bir kervancı imiş. Bir gün ak sakallı bir adam belirmiş evinin kapısında ve büyük bir iş teklif etmiş. O da kabul. Çıkmışlar yola. Tam yedi gün yedi gece yol gitmişler ve kızıl bir dağın kenarına varmışlar. Yaşlı adam dağa yaklaşmış, ilk önce bir şeyler mırıldanmış, sonra dağa üç kere dokunmuş ve yeri üç kere öpmüş. Dağ zelzele olur gibi titremiş ve ihtiyarın dokunduğu yerde bir geçit açılmış. İhtiyarın tavsiyesi üzerine, kervancı geçitten içeri girmiş, gözünün önünde beliren hayaletleri göz ardı etmiş, yolun sonuna vardığında yerde yatan insan cesetinin içindeki kutuyu almış. Böylece dağın içi aydınlanmış ve dağın bağrındaki hazineye kavuşmuş. Kervancı hazineyi dışarı taşımış ve develere yüklemiş, insan cesedinin içinde bulduğu kutucuğu da ihtiyara vermiş.
Kervancı pay olarak ilk önce tek bir deve yükü hazineye razı olmuş. Ancak dönüş yolunda daha fazlasını istemeye başlamış. İlk önce on deve yükü hazine. Sonra hazinenin yarısını. En sonunda tamamı. İhtiyar her defasında onun isteğini kabul etmiş. Kervancı en son ihtiyara verdiği kutunun ne olduğunu öğrenmek istemiş. İhtiyar, kervancının ısrarına dayanamamış ve kutudaki tozu onun sol gözüne sürmüş. Kervancı artık dağların içini görmeye başlamış. Bu da yetmemiş. İhtiyardan kutuyu zorla almış ve kutu içindeki tozu sağ gözüne de sürmüş. Ancak bu sefer gözleri tamamen kör olmuş. Kervancı o günden beri şehrin meydanına gider ve ensesine tokat indirene, “hak yerini buldu” diyerek bir kese altın dağıtır olmuş.
Kuyumcuya gelince. Babası da, dedesi de, dedesinin babası da aynı meslektenmiş. Ondan da beklenen babasından ailenin işini devralmasıymış. Bunun için de babası ile birlikte çalışması, ondan mesleğin inceliklerini öğrenmesi gerekmiş. Ancak o tek evlat. Hep el bebek gül bebek büyütülmüş. Gözü de kuyumculuğu öğrenmekte olmamış. Bilakis bütün vaktini arkadaşları ile hoşça, boşça vakit geçirerek harcamış. Babasının bütün ısrarlarına rağmen bu serseri hayatından da vazgeçmemiş. Derken bir gün babası ölmüş. İş tamamen ona kalmış. Ancak yine hayatında değişen bir şey olmamış. Ve kaçınılmaz son. Bütün aile servetini arkadaşları ile onların yoluna heba etmiş. Arkadaşları onun cömertliği ile zenginleşirken o fakirleştikçe fakirleşmiş. Zora düştüğünde ise yanında hiç bir arkadaşını bulamamış.
İntihar etmeye karar vermiş. Babasına verdiği sözü hatırlamış. Bir gün intihar etmeye karar verirse, kendini babasının odasınının tavanındaki demire asma sözünü. İntihar ederken o demirin aslında evin tavanına açılan bir kapak olduğunu farketmiş. Meğer babası oğlunun gidişatını önceden görmüş ve evin tavanına yumurta büyüklüğünde onlarca altın yumurta koymuş. Babasının tavan arasında bıraktığı altın yumurtalar sayesinde kuyumcu oğlu hayatını yeniden kurmuş, mesleği öğrenmiş ve ailesine yakışır bir kuyumcu olmuş. Ancak arkadaşlarının ona yaptıklarını da unutmamış. Bu yüzden yaşadığı şehrin pazarının toplandığı gün, yaptığı tavuk yumurtası büyüklüğünde göz kamaştırıcı bir altını ilk önce açık artırma ile satışa çıkarır, ancak ne kadar yüksek fiyat verilirse verilsin altını satmaz, onu yanında getirdiği havanda oracıkta öğütüp tozunu halkın üzerine üfler olmuş.
Demirciye gelince. Çocukluğundan beri bu mesleği icra etmiş, saçlarını bu meslekte ağartmış ve yöresinin en namlı demircisi olmuş. Bir gün eşi ona öğle yemeğine tavuklu pilav yollamış. O işini göredursun, yemeğin çevreye yayılan mis gibi kokusu siyah bir kediyi demirci dükkanına çekmiş. Yemeği kediye kaptırmamak için demirci işini yarıda bırakmış ve kediyi dikkatle takip etmeye başlamış. Ancak nafile. Demirci ne yaparsa yapsın kediyi uzaklaştıramamış ve her defasında kediye olan öfkesi daha da artmış. Derken yemeğini yemeye koyulmuş. Kedi ise hala etrafta dolanıyormuş, demirciye rahatsız edici bakışlar atıyor, bir fırsatını bulup yemeğini kapmaya çalışıyormuş. Demircinin aklına bir fikir gelmiş. Kediye bir parça tavuk eti atmış. Sonra bir parça daha. Böylece kedinin güvenini kazanmış ve onu örsün yanına kadar çekebilmiş. Kediye bir parça daha tavuk eti atmış. Kedi eti yemeye koyula dursun, demirci örsü eline aldığı gibi kedinin kafasına indirmiş. Dükkanın içi acı bir miyavlama ile dolmuş.
Ancak öldü sandığı kedi ayaklarıyla kendini yerde süründürmeye devam etmiş. Demirci büyük bir pişmanlık duymuş, ama nafile. Kedi yerde sürünürken hırıltılar çıkarmış. Hırıltılar bir süre sonra insan sesine dönüşmüş. Can yakıcı “bunu niye yaptın?” sorusunu sora sora kedi en sonunda duvara kadar varabilmiş. Kedinin kafası duvara değince siyah saçlı sağlıklı bir kıza dönüşüvermiş. Kız eliyle duvara dokunmuş, bir kapı açılmış, yemyeşil bir bahçeye açılan bir kapı. Kız kapıdan içeri girmiş, demirci arkasından bağırmış, “beni bağışla.” Kız cevap vermiş, “Paylaşmayı bilmeyenlerle zalimler bu kapıdan giremezler” ve gözden kaybolmuş. O gün bugün bu yetenekli ve çalışma şevki ile dolu demirci her sabah eline örsü ve sıcak demiri alır, ancak karşısındaki duvara bakınca kilitlenir, elindekilerini bırakıp o duvara koşar ve çarpıp kanlar içinde yere yığılır olmuş.
Müezzine gelince. Bir cuma günü ezan okumak üzere minarenin şerefesine çıkmış ve şerefeyi dolaşırken zümrüdüanka kuşunu görmüş. Şaşkınlıktan ezanı da unutmuş, cemaati de. Kuşun kaçıp gitmesinden korkarken, kuş onu omuzlarından yakalamış ve havalanmış. Pençelerinde müezzinle uçmuş da uçmuş, dev bir ormanın içinde bir saraya varmış ve müezzini orada bırakmış. Müezzin sarayın merdivenlerinde güzeller güzeli bir kız farketmiş. Perilerin padişahının kızını. Meğer bu kız insanların dünyasına yaptığı bir yolculukta müezzini görmüş ve aşık olmuş. Padişah babası müezzinin bir insan olduğunu ve perilerle insanlar arasında bir sevdanın mümkün olmadığını iddia etmiş. Ancak yine de ikiliye bir fırsat vermiş ve müezzini perilerin dünyasına kırk günlüğüne getirmeyi kabul etmiş. Bir şartla. Müezzin o kırk gün boyunca peri kızına hiç bir surette dokunmamalıdır.
Müezzin bu şartı bilerek günlerini peri kızı ile geçirmeye başlamış. Ancak masallarda mümkün bir mutluluk. Ancak yine de içinde her geçen gün büyüyen bir arzu. Peri kızına dokunma arzusu. Bu arzu öylesine güçlenmiş ki bir süre peri kızından uzak kalmak istemiş. Peri kızı da kabul etmiş. Ancak bu sefer de günler geçmek bilmemiş. Otuz sekizinci gün. Peri kızı ile büyüleyici güzellikte bir göle gitmişler. Her şey güzel giderken içinde yine o arzu belirmiş. Onun içinden geçenden habersiz peri kızı güle dursun, müezzin elini usulca uzatmış ve saçlarına dokunmuş. Peri kızı farketmemiş. Elini bir kez daha uzatmış, bu kez peri kızının yanağına dokunmuş. O an peri kızı farketmiş. “Ne yaptın sen?”, “Kimse görmedi” dese de faydası olmamış. Gök gürültüsünü andıran bir ses duymuş, üç kez. “Aldığın yere götür.” Peri kızı, göl ve çevreleyen orman yavaş yavaş karanlığa boğulmuş, ortalık yeniden aydınlandığında ise kendini minarenin şerefesinde bulmuş. Yaptığı hatanın pişmanlığı onu bırakmamış. O gün bugündür, camiye yaklaştığında gözleri minareye dikilir, minarenin orada zümrüdüanka kuşunu gördüğünü sanarak sevinçle minareye girer, merdivenleri koşarak çıkar, ancak kuşu göremeyince büyük bir hayal kırıklığı ile dışarı çıkar olmuş.
Ve en acı hikaye. Şapkacının hikayesi. Pek varlıklı olmayan bir ailede doğmuş. Babası marangozmuş, ancak o bir terzinin yanına çırak olmuş. Atölyenin karşısında şehrin en güzel kızı yaşarmış. Yaşıtları gibi o da aşık olmuş kıza. Ümitsiz bir aşkmış onunkisi. O fakir bir aileden. Kız ise zengin. Olmaz bu iş diye düşünürken ustasının teşviki ile ailesi kızı istemiş. Olmaz denen olmuş. Kız ile evlenmiş. Ancak bu saadet kısa sürmüş. Evlendikten sadece iki ay sonra savaş çıkmış, şapkacı askere alınmış. Daha beteri olmuş. Savaşta esir edilmiş ve büyük bir toprak sahibine satılmış. Kaçmaya çalışmış, ancak yakalanmış. Geçen yıllar boyunca sevdiğine dönme hayali ile tutunmuş hayata.
17 yıl geçmiş ve şapkacı ancak toprak sahibinin ölmesiyle hürriyetine kavuşmuş. Hemen yola koyulmuş. Şehrine vardığında vakit gece yarısı imiş. Şehir ahalisi de uykuda. Yaz ayları. Yataklar evlerin çatılarında. Kendi evinin çatısında bir yatak görmüş. Ancak yatakta bir değil, iki kişiyi yan yana uzanır görmüş. Endişeyle çatıya çıkmış. Ve korktuğu başına gelmiş. Yatağın bir tarafında karısını görmüş, diğer tarafında genç bir adam. Öfkeyle bıçağını çıkarmış, ancak tam saplayacakken bıçağı karısı açmış gözlerini. Yapamamış. Koşarak uzaklaşmış oradan. Irmağın kenarına vardığında yorgunluktan uyuyakalmış. Şapkacı fark etmemiş. Ancak karısı da peşinden ırmağa kadar gelmiş, kocasının ırmağa atladığını düşünüp, o da ırmağa girmiş, ancak akıntıya kapılmış. Genç adam da ardından. İkisi de boğularak can vermiş. Şapkacı olan biteni ertesi gün öğrenmiş ve o genç adamın hiç görmediği oğlu olduğunu. Her şey için çok geçtir. İntihar onun için kurtuluştur. O bu acı ile yaşamalıdır. O gün bugündür de yaptığı şapkayı pazarda mezata çıkarır, ancak mezat sürerken kalabalık içinde birilerini görür, onların ardından mezarlığa kadar koşar ve bir mezarın üzerine kapanarak kendinden geçene kadar ağlar olmuş. O mezar şapkacının ölen karısının ve oğlunun mezarları imiş.
Kör adamdan açgözlülüğün, demirciden cimriliğin, kuyumcudan savurganlığın, müezzinden sabırsızlığın, şapkacıdan kıskançlığın. Padişah bu beş kişinin hikayelerinde kötü huyların insanın başına ne işler açabileceğinin canlı örneklerini görmüş ve hikayelerini unutmamak, benzer hatalar yapmamak için hepsine danışmanlık teklif etmiş. Böylece ülkesini daha iyi yönetmiş, halkı da onu daha çok sevmiş, daha çok saygı duymuş.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten de üç elma düşmüş…
Ahmet Ümit, Masal Masal İçinde, Cem Yayınevi. 1995.
Fotoğraf: Frank Cone