[voiserPlayer]
Hatipzade Raif… On dokuzuncu yüzyılın son yıllarında (Balıkesir’e bağlı) Havran ilçesinde doğar. Ailesi varlıklıdır, babasının zeytinlikleri ve iki sabun imalathanesi vardır. Lise eğitimine Havran’a bir saat mesafedeki Edremit’te devam eder, ancak bitiremeden askere alınır. Talihlidir. Zira cepheye gönderilmeden Birinci Dünya Savaşı sona erer ve terhis edilir. Mütareke-sonrası dönemin, işgalin ve çetelerin yarattığı kargaşa ortamında oğlunu muhtemel bir ölümden korumak isteyen babası tarafından eğitimine devam etmek üzere İstanbul’a gönderilir. Resim yapmak hevesi ile Sanayi-i Nefise Mektebi’ne (Güzel Sanatlar Okulu) kaydolur, ancak devam edemez. Havran’a dönmek isterken babası tarafından bu sefer mis sabun imalatında kendini geliştirmek üzere Berlin’e gönderilir.
Çocukluğundan beri utangaç bir çocuktur, insanlarla içli dışlı olmayı, samimiyet geliştirmeyi sevmez, beceremez de. İçine kapanıktır. Hayal dünyasında yaşar. En büyük zevki macera romanları okumak ve o romanlardaki maceraları kendi yaşıyor gibi hayal etmektir. İçine kapanıklığı, hayalcilik olarak tezahür ettiği gibi, kendini, duygularını ve düşüncelerini, tamamen kendine saklamak olarak da tezahür eder. Öyle ki şiir yazmaktan da, resim çizmekten de bu yüzden vazgeçer. Şiir ve resim yoluyla kendini, iç dünyasını; dışa, başkalarına açma korkusu engeller onu. Hiç bir inisiyatif almayan pasif bir karakterdir aynı zamanda. Ne İstanbul’a gitmek onun fikridir, ne Berlin’e. Bir hırsı da yoktur. Nitekim ne İstanbul’da ne de Berlin’de gidiş amacına uygun davranır, ne resim yapmayı, ne sabunculuğu öğrenir.
Berlin’de bir pansiyona yerleşir. Günlerini pansiyonda kalanların sohbetlerini dinlemekle, odasına kapanıp roman okumakla, müzeleri ve resim galerilerini gezmekle geçirir. Bir sabun imalatçısında çalışmayı da dener, ancak devamını getiremez. Almanya’ya geldikten yaklaşık bir yıl sonra, bir gün düzenli olarak yaptığı yürüyüşlerinden birisinde bir resim sergisine rast gelir. Sergi hakkında o günkü gazetede bir tanıtım yazısına rast gelmiş ama yazıyı okumamıştır. Tesadüf diyerek sergiyi gezmeye koyulur. Sergiyi dolaşırken bir kadın portresine rastlar ve portre karşısında “mıhlanmış gibi” kalakalır. Gözlerini portredeki kürk mantolu kadından alamaz. Şaşırtıcı olan resimdeki kadın tanıdık gelir, çocukluğundan beri okuduğu kitaplardan, kurduğu hayallerden.
“Onda Halit Ziya’nın Nihal’inden, Vecihi Bey’in Mehcure’sinden, Şövalye Büridan’m sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğum Kleopatra’dan, hatta mevlit dinlerken tasavvur ettiğim, Muhammed’in annesi Âmine Hatun’dan birer parça vardı. O, benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı.”
Sergilenen resimler kataloğundan ressamın adının Maria Puder ve resmin de ressamın kendi portresi olduğunu öğrenir. Raif’in sergi hakkında rastladığı yazı, resimdeki kadını Rönesans dönemi ressamlarından İtalyan Andreas del Sarto’nun Madonna delle Artie isimli tablosundaki Meryem’le olan benzerliğine dikkat çeker ve kadın kürk giydiği için de resmi “Kürk Mantolu Madonna” olarak isimlendirir. Raif daha sonraki günlerde de sergiyi ziyaret eder, hem de defalarca ve her defasında bütün vaktini o resme bakarak geçirir.
Karakteri bu gezilerinde bile kendini gösterir. Dikkat çekmemek, bir resme sürekli takılmış görünmemek için diğer resimlere de bakar gibi yapar ama döner dolaşır yine aynı resmi seyre koyulur. Ancak bütün çabasına rağmen Kürk Mantolu Madonna’ya takıntısı dikkat çeker. Bir gün bir kadın yanına gelir ve resim hakkında Raif ile konuşmaya başlar. İfşa olduğu düşüncesiyle Raif sergiyi terk eder ve bir daha dönmez. Kendisi ile konuşmaya çalışan kadına bakamamıştır. Halbuki dikkatli baksaydı Kürk Mantolu Madonna’nın kendisi olduğunu görecektir.
Neyse ki onunla bir kez daha karşılaşacak ve bu sefer onu tanıyacaktır. Ancak pek uygun olmayan bir halde. Raif’le aynı pansiyonda kalan, aynı zamanda Maria Puder’in dayısının kızı, Frau van Tiedemann’la sokak ortasında, sarhoş ve sarmaş dolaş bir halde. Ertesi gece aynı yerde Maria Puder’i tekrar görmek arzusuyla bekler. Aynı vakitlerde, aynı yerde ona tekrar rastlar, peşinden gizli gizli takip eder ve Atlantis isimli bir kulübe girdiğini ve orada şarkı söylediğini öğrenir. Sonrasında garip bir olay olur. Maria Puder icrası sonrasında Raif’in yanına gelir ve masasına oturur. Raif’i sergiden hatırlıyordur ve elbette dayısının kızı ile sarmaş dolaş halini de görmüştür. Neyse ki büyütmez. Raif kulüp çıkışı Maria Puder’e evine kadar eşlik eder ve ertesi gün tekrar buluşma kararı alırlar.
Böylece başlar Maria Puder’le arkadaşlığı. Takip eden günlerde Raif her gün Maria Puder’le buluşur, onunla Berlin’i yeniden keşfeder. Raif, Maria’ya ilk görüş aşkıyla aşıktır. Bu görüşmeler onun sadece aşkını daha da derinleştirmiş ve Maria’yı onun için hayatının vazgeçilmezi yapmıştır. Maria Puder onun ruhunu açığa çıkaran, dirilten kadındır. Ancak Raif daha en başında sert bir uyarı alır. Maria Puder’le alakalı herhangi bir beklentiye girmemelidir. İkili sadece arkadaştır. Arkadaş kalacaklardır.
Maria Puder… Baba Yahudi, ancak daha sonra Katolik olmuş. Anne ise Alman bir Protestan. Ancak ikisi için de din daha çok bir kimlik. Maria Puder’in ise hiçbir dinle alakası yok. Babası o küçükken ölmüş. Annesi, “tabi olmaya, itaat etmeye alışmış” kadınlığın bir timsali. “Hayatta yalnız yürümek itiyadını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla kazanmamış…” Bu yüzden Maria henüz yedi yaşında bir çocukken annesine de bakmak ve büyümek zorunda kalmış. Neticede ise herhangi bir “erkek tahakkümü görmeden,” kendi ayakları üzerinde durabilen, güçlü bir karakter olmuş. Ancak bu süreçte, geleneksel cinsiyet kalıplarında kalan yaşıtlarından uzaklaşmış, erkeklere karşı da güçlü inançlar geliştirmiş ve o inançlarla uyumlu bir mesafe koymuş.
“Hiçbir mahluk,” der bir keresinde Raif’e, “bir erkek kadar hodbin [bencil], kendini beğenmiş ve nahvetli [kibirli], fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları fark ettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkansızdı.”
Ancak Raif, Maria’nın karşılaştığı ve bilegeldiği erkeklerden değildir. Raif aslında Maria’nın gözünde erkek bile değildir. Nitekim Maria bunu çekinmeden de söyler Raif’e, hatta daha ağırını:
“… muhakkak bir erkeği sevmem lazım geldiğine inanıyorum… Ama sahiden bir erkek… Hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek… Benden bir şey istemeden, bana hâkim olmadan, beni tezlil etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek… Yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek… Şimdi anlıyor musunuz, sizi neden sevmiyorum. Zaten sevecek kadar da zaman geçmedi, fakat siz de benim aradığım değilsiniz… Gerçi biraz evvel bahsettiğim o manasız nahvet sizde yok… Fakat pek çocuk, daha doğrusu pek kadın gibisiniz…”
Sarsılır Raif, ancak yine de vazgeçemez ve görüşmeye devam eder Maria’yla. Raif’in aşkı ve herhalde daha önemlisi peygamber sabrı, bir kaç ayda Maria’yı da değiştirir ve Raif’e olan arkadaşça-dostça duygularını sevgiye dönüştürür. İkili yılbaşını birlikte geçirir ve o gece birlikte olur. Ertesi gün Maria, son bir kez erkeklerle arasına koyduğu mesafeyi koruma çabasını gösterir. Bir süre uzak kalmak ister. Takip eden günler Raif için tam bir cehennem azabıdır. Maria’ya ulaşmaya çalışır, bir kez daha onu görmeye ve onunla konuşmaya. En son evine kadar gider ve karşı komşudan Maria’nın hastaneye kaldırıldığını öğrenir. Hastanede kaldığı 25 gün boyunca ve sonrasında taburcu edildiği evinde Maria’ya Raif refakatçilik yapar. Maria, bu süre içinde Raif’in sevgisinin samimiyetine inanır ve sonunda o da karşı sevgisini itiraf eder.
“Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!” der. “Bu eksik sana değil, bana ait… Bende inanmak noksanmış… Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için sana âşık olmadığımı zannediyormuşum… Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar… Ama şimdi inanıyorum… Sen beni inandırdın… Seni seviyorum…”
Raif için hayatının en saadet dolu günleri başlamıştır. Ancak bu kısa sürecektir. Bir gün kaldığı pansiyona uğrar ve eniştesinden telgraf geldiğini öğrenir. Eniştesi babasının öldüğünü ve acilen Havran’a gelmesini tembihler.
Güçlü karakter. Maria bunu sorun etmez, hatta Raif’i memleketine geri dönmesi için teşvik eder. Onun gidişini kolaylaştırmak için de ilk önce kendisi Berlin’den ayrılır. Prag’a giden trene binerken de son sözünü söyler: “Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim…” Ve ekler: “Nereye çağırırsan gelirim!” Raif’in cevabı pek tabii “Çağıracağım… Muhakkak çağıracağım!” olur.
İkili böylece ayrılır. Raif memleketine döner. Babasından kendine miras kalan işi çevirip, en kısa sürede Maria’yı yanına çağırma niyetindedir. Hatta evine büyük bir masrafla Avrupai tarzda bir banyo bile yaptırır. Bu süre içinde de Maria’yla sık sık mektuplaşır, hatta onu çağırma tarihi verir. Maria’nın ise ona büyük bir sürprizi vardır. Ancak sürprizi onunla buluştuğunda söyleyecektir.
Ancak bu buluşma hiç gerçekleşmez. Zira Maria’dan gelen mektuplar bıçak gibi kesilir. Raif kafasında bin bir türlü senaryo ile ne olmuş olabileceğine dair senaryolar kurarken hayatının gayesini de yitirir, neşesini ve kendini bir hayalete, içine kapanık, pısırık bir zavallıya dönüştürecek sürece girer. Veya aslına döner. Ancak bu sefer önemli bir fark vardır. Artık başka bir hayatın mümkün olduğunun farkındadır.
Raif, Maria’nın sürprizini yaklaşık 10 yıl sonra öğrenir. Artık Ankara’da bir şirketin tercümanı olarak çalışıyordur ve karısı, iki kızı, baldızı, baldızının kocası, çocukları ve iki kayın biraderi ile aynı evde acınacak bir hayat yaşamaktadır. Bir gün Ankara’da Maria’nın dayısının kızı Frau van Tiedemann’la karşılaşır. Frau’nun yanında küçük bir kız çocuğu vardır. Kız, Maria’nın yaklaşık on yıl önce Berlin’de tanıştığı bir Türk öğrenciden olan çocuğudur. Ancak Maria hamileliğinin sonuna doğru hastalanmış, hastalığı atlatamamış ve ölmüştür. Doktorlar tarafından kurtarılabilen çocuk dört yaşına kadar hastane ve bakımevlerinde sonra da büyükannesinin yanında kalmıştır.
* * *
Kürk Mantolu Madonna hüzünlü bir aşk hikayesi. Destansı bir yönü olmayan cinsten. Hikayede ne dağları delen bir Ferhat var, ne çöllere düşen Mecnun. Bu haliyle de gayet insani. Bu aşkı “güzel” bir aşk yapan, Hollywood filmlerinin klişe tabiri ile iki tarafın da birbirini tamamlaması ve dönüştürmesi, neticede ikisini de daha iyi insanlar yapması. Bu aşkı “güzel” bir aşk yapan daha önemli bir özelliği daha var. Raif’in bir kadın nasıl güzel sevilir’in dersini vermesi.
Kürk Mantolu Madonna’da anlatılan aşk, ne stratejisi yapılan bir savaş, ne de alınan ve verilenlerin hesabının yapıldığı bir ticaret. Tarafların içlerinden geldiği gibi davrandığı, duygularını gizlemediği, üzüldükleri zaman da, sevindikleri zaman da, bunu olanca berraklığıyla dışa vurdukları. Yapmacıksız. Abartısız. Çarpıtmasız. Kibarlığın, düşünceliliğin, kibirsizliğin, hatta yer yer gurursuzluğun ve en önemlisi de fedakarlığın ilişkiyi alttan ve derinden şekillendirdiği… Ancak Raif nihayetinde bir insan. Ve ölümcül bir zaafla malul; kendisine olan güvensizlikle, ancak daha da önemlisi karşısındakine. İşte bu zaaf, ona hayatının en dramatik hatasını yaptıran… Ve yaşadığı hayat da o hatanın bedeli, kendi kendine ağır ödettiği.
Kürk Mantolu Madonna hüzünlü bir aşk hikayesi. Peki ötesi var mı? Hikayeye, yazarının kastettiği veya kastetmediği bir sembolizm atfedilebilir mi? Sorular üst üste geliyor. Hikayenin aşk objesi bir kadın. Kadının Alman/Avrupalı olması sadece tesadüf mü? Kadın Türk olsaydı da aynı aşk hikayesi anlatılamaz mıydı? Berlin’de değil de, aynı aşk İstanbul’da yaşanamaz mıydı? Hikayede cinsiyet rollerinin ters yüz edilmiş olmasının bir anlamı var mı? Hikaye için bu gerekli miydi? Peki, ya Raif’in en nihayetinde dönüştüğü karakter? Kişiler ve olaylar karşısında pasifliği… Neme lazımcılığı… Batı oryantalist yazınının resmettiği haliyle tam bir Şarklı gibi değil mi? Bir türlü bey unvanına layık görülmemesi, efendi olarak kalması da bu Şarklılığın devamlılığına gönderme mi?
Kürk Mantolu Madonna hüzünlü bir aşk hikayesi. Ancak sadece bir kadın ve erkek arasında olabilecek bir aşk değil. Sanki Doğu ile Batı arasındaki sonu güzel olmayan ilişkiyi de anlatıyor. Doğu’yu da Batı’yı da değiştirebilecek ve dönüştürebilecek cinsten. Ancak nihayetinde bitmeye mahkum bir ilişki. Doğu’nun kendi zaafı ile batırdığı ve nihayetinde daha da Doğulaştığı bir aşk hikayesi.
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, Yapı Kredi Yayınları, 1998.
Fotoğraf: Алекке Блажин