
Yerel Seçim Sonrası Süreçte Erdoğan ve AKP’nin Açmazları Üzerine
İster muhalifi ister destekçisi olun, hemen herkes bir parti olarak AKP’nin ve onun lideri Erdoğan’ın Türk siyasal tarihinde derin bir iz bıraktığını ve en azından bir süre daha bırakmaya devam edeceğini kabul edecektir. 2002 yılında iktidara ilk geldiğinde kimse AKP’nin ve Erdoğan’ın bu derece uzun süre iktidarda kalacağını tahmin etmiyordu, zaten etmesi mümkün de değildi. Bu süreç boyunca çok çeşitli siyasal hareket ve ideolojilerden oluşan, hatta “muhalif” olma niteliği bile konjonktüre göre değişen “muhalefet”, her seçim döneminde “AKP/Erdoğan bu defa gidiyor” beklentisi içerisinde oldu. 2007, 2011, 2015 genel seçimlerinde ve hatta aralardaki yerel seçimlerde kutuplaşmanın etkisiyle gittikçe büyüyen bu beklentiyi gözlemlemek mümkündü. Son olarak, 2018 Genel Seçimlerinde Muharrem İnce’nin estirdiği rüzgar, sağ siyasetten bir rakip olarak İYİ Parti’nin ortaya çıkması ve ekonomik krizin ilk emarelerini göstermesiyle birleşince Erdoğan ve AKP’nin seçimlerde ciddi güç kaybına uğrayacağı öngörüldü. Ancak seçim sonuçları öngörülerin büyük oranda yanlış olduğunu bize gösterdi. Bu durum AKP’de işlerin yolunda gittiği (zira bunca yıl sonra hala net seçim zaferi kazanılabiliyordu) algısının, muhalefette ise “artık siyasette pek bir şey değişmez, böyle geldi böyle gider” duygusunun yerleşmesine ve kanıksanmasına yol açtı. Tam o anda, ne iktidarın ne de muhalefetin beklemediği bir şekilde 31 Mart Yerel Seçimlerinde AKP ciddi bir yenilgi aldı.
31 Mart Yerel Seçimlerinde AKP ve Cumhur İttifakı, Ankara, Antalya, Mersin gibi büyük şehirleri ve bazı küçük şehirleri CHP’ye kaptırdı. CHP’nin kalesi İzmir’i almanın yanından bile geçemedi. Az farkla Bursa’yı korumayı başardı. Buna ek olarak AKP, Cumhur İttifakı kapsamında aday çıkarmadığı Kütahya, Kastamonu, Erzincan gibi birçok orta ölçekli ili MHP’ye bıraktı. Ancak en kötüsü İstanbul’da yaşandı. Erdoğan’ın “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” ifadesiyle önemine işaret ettiği İstanbul, hemen hemen kimsenin hiç beklemediği bir şekilde, daha kamuoyunu birkaç ay önce tanıdığı Ekrem İmamoğlu’na çok az bir farkla da olsa kaybedildi. Sonrasında, “hile yapıldı” yalanıyla devlet aygıtı ve YSK üzerinde baskı kurularak seçimler yenilettirildi ancak bu defa da 800 bin gibi daha büyük bir oy farkıyla kaybedildi. AKP’nin yerel seçimlerdeki tek tesellisi, Cumhur İttifakı’nın Türkiye geneli İl Genel Meclisi oy oranında % 51.6 ile çoğunluğunu koruması ve önceden HDP’de olan birkaç belediyeyi kazanması oldu. Ancak bunlar, kaybedilen iller ve özellikle İstanbul’daki hezimet için teselli olmaktan çok uzaktı.
Seçimin AKP tarafından bir yenilgiyle sonuçlanmasındaki en büyük faktör şüphesiz artık etkisi oldukça hissedilmeye başlanan ekonomik krizdi. 2018 yazında TL’nin büyük değer kaybının etkisiyle özellikle aşırı artan gıda fiyatlarıyla yükselen enflasyon ve artan işsizlik, toplum tarafından ağır bir şekilde hissedilmeye başlandı. Biraz da yapay bir devlet desteğiyle sürdürülen önceki yıllardaki ekonomik büyüme yerini önce durgunluğa sonra da küçülmeye bıraktı. Özellikle devlet desteğiyle gelişen inşaat sektörü ciddi yara aldı. Erdoğan ve AKP, bu durumu uzun süre “dış güçlerin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlar” olarak göstermek istedi. Komplo teorilerine yatkın olan Türkiye toplumunda bu propaganda kısmen başarılı oldu da. Ancak özellikle büyük şehirlerde ekonomik kriz yoğun hissediliyordu. Bu bakımdan AKP’nin yerel seçimlerde esas kaybının büyük şehirlerde yaşanmış olması bir tesadüf değildir. Öyle anlaşılıyor ki, büyük şehirlerde yükselen gıda fiyatlarına karşı “krize karşı sizi koruyoruz” mesajı vermek için organize edilen “tanzim satışlar” da AKP’ye fayda getirmedi.
Eğer sorun sadece ekonomik krizden ibaret olsa, kutuplaşma ortamında güçlü bir aidiyet bağı olan AKP seçmeni, gene de AKP’ye sırtını dönmeyebilirdi. Ancak ortada, seçim dönemine de etki eden ve halen devam eden çok güçlü bir yozlaşma durumu da söz konusu. AKP’ye destek olsa bile doğrudan maddi gelir elde etmeyen, sadece “gönül” üzerinden bağlı olan AKP seçmeni ekonomik krizle boğuşurken, diğer tarafta AKP içerisindeki lüksü ve zenginleşmeyi gözlemliyordu. Bu durum aslında uzun süredir AKP seçmeninin dikkatinde olmasına rağmen, her seçimde “hadi bir defalık daha verelim” duygusu ağır basıyordu. Bu ağır basma durumunda Erdoğan’ın ve AKP’nin çok ustaca kullandığı “kutuplaştırma” stratejisi önemlidir. Toplumu kutuplara ayrılmaya zorlayan ve kendi tarafını karşı tarafa çeşitli gerekçeler üzerinden kinlendiren Erdoğan/AKP, bugüne kadar kendi seçmeninde hep “evet bazı sorunlar var ama kritik bir süreçten geçiyoruz, dolayısıyla karşı tarafın eline koz vermeyelim şimdi” duygusunun ağır basmasını sağlayabilmiş ve bu şekilde belirli oy oranlarını koruyabilmişti. Ne var ki her şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu vardı. Ekonomik krizle birleşen AKP-içi yozlaşma durumu, bu defa seçmenin “kritik eşikteyiz, bir defa daha verelim” propagandasına eskisi kadar inanmadığını gösteriyor.
Bu noktada “AKP-içi yozlaşma”ya ek olarak “AKP-içi kurumsallık kaybı”nı da eklememiz gerekiyor. 2011 yılından beri ama özellikle 2015’ten itibaren güçlü bir şekilde kendini hissettiren Erdoğan’ın “tek adamlaşması” süreci, hem ülkedeki hem de AKP’nin kendi içerisindeki sorunların çözülebilmesini oldukça zorlaştırdı. AKP-içi yozlaşma da bu kurumsallık kaybı da rol ciddi bir rol oynadı ya da birbirlerini besledi. Artık parti yönetiminde, ilk baştaki “dava” misyonuna bağlı kişilerden çok en önemli özelliği Erdoğan’a sadakati olan insanlar söz sahibi olmaya başladı. Erdoğan ile bu tür insanlar arasında, halen devam eden bir tür adı konmamış anlaşma olduğunu söylemek mümkündür. Bu kişiler, Erdoğan’a mutlak bağlılık içerisinde ve onun iktidarının koşulsuz destekçisiler. Karşılığında aldıkları ise kendi mikro-iktidar alanlarda yaptıkları her türlü yolsuzluğa ve haksız maddi kazanca karşı Erdoğan’ın korunması altında olmaları ve bu şekilde hiçbir yargı soruşturmasına maruz kalmamaları. Nitekim üst üste elde edilen seçim başarıları, AKP’nin bu “yiyici” kesiminde “nasıl olsa her türlü seçimi biz kazanıyoruz” şeklinde arsız bir duyguya da yol açmış gözüküyor. Ancak son seçim sonucu aslında AKP seçmeninin “bu durumu daha fazla tolere etmek istemiyorum” mesajı olarak yorumlanabilir.
Tek adamlık ve kurumsallığın ortadan kalkması, sorunların çözümünü zorlaştırmasına ek olarak, aynı zamanda ülke yönetimine dair tüm sorumluluğun Erdoğan’ın omuzlarına yıkılması anlamına da gelmekte. Tabii bu, Erdoğan tarafından arzulanan bir durum. Erdoğan, Başkanlık Referandumunda eğer başkanlık sistemi kabul edilirse “Türkiye’nin uçacağını” vaat etmişti. Ne var ki ondan sonraki süreç Türkiye’de yaşam koşullarının daha da kötüleşmesini, alım gücünün düşüşünü ve artan işsizliği beraberinde getirdi. Daha kötüsü Erdoğan’ın artık bu kötü durumun sorumluluğunu paylaşabileceği bir kurumsal yapı yok. Tüm sorumluluk onda. Bu da ülkede kötü giden her şeyde onun sorumlu tutulmasını beraberinde getiriyor. Kendisi “dış güçler” vs. gibi söylemlerle sorumluluğu üzerinden atmaya çalışsa da, bunlar ancak bir noktaya kadar işe yarayabilliyor. Ülkenin yönetimindeki tek söz sahibinin o olduğu biliniyor.
AKP içerisinde uzun zamandır bir iktidar mücadelesi ve çatışma zaten mevcuttu. Ne var ki Erdoğan liderliğindeki seçim başarıları bu çatışmaların ertelenmesini veya gündeme alınmamasını beraberinde getiriyordu. Ancak şimdi durum değişti. Özellikle tekrarlanan İstanbul seçimindeki yenilgiyle beraber Erdoğan’a olan halk desteğinde bir azalma olduğu ve Erdoğan’ın yenilebileceği algısı güçlendi. Bu durum AKP içerisinde, bu zamana değin oldukça rahatsız olan ama seçim başarılarından ötürü sesini yükseltmeyen kesimlerin de cesaret bulmalarına yol açtı. Nitekim bugünlerde siyaset gündemi Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun kuracağı partiler ve bu süreçle ilgili gelişmelerle oldukça meşgul. Erdoğan ise, bazı beklentilerin aksine, bu seçim sonuçlarından ders çıkartıp otoriterliğinin dozajını azaltmak yerine, aksine bildiği yönden ilerlemeye devam ediyor. Ancak, buradaki çıkmaz, zaten AKP’ye ilk etapta kaybettirenin gidilen bu yol olmasıdır ve bu otoriter-milliyetçi-şefçi yoldan devam edildikçe, kurumsallığın zaten ortadan kalktığı AKP’de parti-içi yozlaşma da devam edecektir. Hatta ekonomik krizin, doğrudan ekonomiyle ilişkili sebepleri olduğu kadar otoriterleşmeden, hukukun üstünlüğünün, istikrar ve öngörülebilirliğin ortadan kalkmasından kaynaklı sebepleri de olduğu oldukça açık. Dolayısıyla ekonominin tam olarak düzeltilmesi ve örneğin 2000’li yıllardaki büyüme trendinin tekrar yakalanması bu iktidarla artık zor görünüyor.
Bu süreç Erdoğan açısından tam bir iktidar kaybına yol açar mı? Bunu şimdiden kestirmek güç. Ancak tüm bu irdelediğimiz problemler göz önüne alındığında Erdoğan ve AKP’nin bundan sonra işi hiç kolay olmayacak gibi.
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Tarihte Salgınlar, Nüfus Artışı ve Malthusçuluk
Bugünlerde içinden geçtiğimiz koronavirüs (covid-19) salgını, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan ama modern tıbbın gelişmesiyle beraber büyük oranda unutulan salgınları tekrardan gündemimize getirdi. Koronavirüs pandemisi, ölen sayısı üzerinden değerlendirirsek tarihteki muadillerine göre aslında etkisi düşük bir salgın. Toplamda ne kadar kişinin yaşamını yitireceğini şu anda kestirmek güç olsa

Türkiye’de Devlet Bürokrasisi ve “FETÖ”
Türkiye’nin tarihsel olarak bakıldığında temelde bir Asya ülkesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlı’dan beri Türkiye’de de “devlet”, başta iktidar ilişkileri olmak üzere toplumsal hayatın her daim merkezinde olageldi. Osmanlı’da toplumsal sınıflar devlet politikalarını etkileme gücüne sahip değildi. Padişah çevresinde örgütlenmiş bir merkezi bürokratik aygıt iktidara

Rant, İhale, Bağış: Dünyada ve Türkiye’de “Yandaş Kapitalizmi”
Sovyetler Birliği’nin 1991’deki çözülüşünden sonra, kapitalizm dünyada tek geçerli sosyo-ekonomik sistem haline geldi. Çin, Vietnam, Laos gibi ülkeler sembolik olarak “komünist” niteliklerini korusalar da fiilî olarak kapitalist ekonomiye geçtiler. Günümüzde sadece Küba, bir noktaya kadar, komünist sisteme sahip bir ülke olarak varlığını sürdürmekte. Genel özellikleriyle, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve
Türkiye ve İran’da Modernleşme ve “Devlet Geleneği”
Türkiye ve İran birbirine birçok yönden benzeyen iki ülke. İlk etapta bunu iddia etmek biraz zor gözükebilir çünkü her şeyden önce İran’da teokratik, yani din adamları sınıfının temel karar alıcı pozisyonunda olduğu, bir siyasal rejim var. Bu rejim oldukça otoriter, baskıcı ve toplumsal açıdan muhafazakar ve bu günlerde bu yüzünü

Yerli Otomobil, Milliyetçi Popülizm ve Kalkın(ama)ma Sorunu
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz haftalarda görkemli bir törenle Türkiye’nin kendi “yerli ve milli” otomobilini üreteceğini duyurdu. Bu duyuru, iktidar destekçilerini olduğu kadar muhalefetin de çoğunluğunu heyecanlandırdı. Milliyetçi duygularla gelen heyecanın sebebi, bir prestij göstergesi sayılabilecek, Türkiye’nin dünyada “otomobil üretebilen ülkeler” sınıfına dahil olacak olmasıydı. Örneğin CHP’nin İstanbul ve Ankara’daki belediye başkanları

Daron Acemoğlu ve Politik Ekonomi Alanına Katkıları
Daron Acemoğlu, dünyanın en önde gelen ekonomistlerinden birisi. “En çok alıntı yapılan 10 ekonomist” arasında gösterilen Acemoğlu, Türkiye Ermenisi bir aileden geliyor. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra York Üniversitesi’nden lisans, Londra Ekonomi Okulu’ndan (LSE) yüksek lisans ve (25 yaşında) gene aynı üniversiteden doktora derecesini aldı. Bir süre LSE’de çalıştıktan sonra

Atatürk Sağcı mıydı Solcu mu?
Türkiye’nin “kurucu babası” Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye toplumunun neredeyse tüm kesimlerinin sahiplendiği ve hatta idealize ettiği bir tarihsel şahsiyet. Bu durum, çoğu zaman Atatürk’ün kendi dünya görüşünün, yani Kemalizmin, tam olarak neleri içerip neleri içermediği konusunu son derece tartışmalı hale getiriyor. Çünkü her siyasal hareket, idealize edilen bir şahsiyet olarak

Türkiye’de Devlet, İş Dünyası ve Yeni Muhafazakar Zenginler
Türkiye, devletin toplum hayatında son derece belirleyici olduğu bir ülke. Kendiliğinden örgütlenme kabiliyetinin, rekabet gibi serbest piyasa değerlerinin ve dolayısıyla sivil toplum güçlerinin yeterince gelişmediği ülkemizde, hayatın hemen her alanı gibi iş dünyası da çoğu zaman devlet güdümünde şekilleniyor. Bu durumun ülkemizde doğurduğu sonuçlar, aslında uzun zamandır var olan ama

Türkler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve Cumhuriyet
Türkiye, kuruluş sürecinde çözüme kavuşmamış problemlerinin sancılarını çekmeye devam ediyor. Haftalardır, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine, silahlı Kürt unsurları sınırından uzaklaştırmak için gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı’nı ve bu harekâtın nasıl Türkiye – ABD ilişkilerini (yine) gerdiğini konuştuk. Nitekim bugünlerde ABD Temsilciler Meclisi’nde, Türkiye’yi operasyon nedeniyle cezalandırabilmek için, 1915 Ermeni “Tehciri”ni “Soykırım” olarak

Kürt Meselesinin Kökenleri Üzerine Tarihsel Bir Arka Plan: Müslüman Milliyetçiliğinin Yükselişi, Düşüşü ve İsyanlar
Türk Silahlı Kuvvetleri, bundan yaklaşık bir hafta önce kendisine “Suriye Ulusal Ordusu” adını veren silahlı güçlerle beraber, Kürt silahlı milislerin kontrolü altındaki Kuzey Suriye bölgesine, teröristlerle mücadele etmek, “güvenli bölge” oluşturmak ve Türkiye’deki Suriyeli mültecileri bu bölgeye yerleştirmek gerekçeleriyle bir askeri harekat başlattı. Türkiye bunun böyle olmadığını söylese de askeri