Türetilmiş bir sözcük olan ütopya denildiğinde Thomas More’un 1516 tarihinde yazdığı eser ilk akla gelir. Bu da şaşırtıcı değil, zira More bu kitabıyla bir anlamda alanı tanımlar. Kavram; hayali, cennetvari yerleri, arzulanan bir yeniyi tanımlamak üzere doğmuş olsa da kısa süre içinde belirli tür bir anlatıya atfen kullanılmaya başlanmıştır. Esasen ideal toplum arayışı Platon’un Devlet’ine kadar gider. Sokrates ile Glaukon’un diyaloglarında, ancak ideal bir toplumda yozlaşma olmadan toplumsal ve siyasal anlamda faal olunabileceği vurgulanır.
Baktığımız zaman sosyalizmden liberalizme kadar bütün siyasi oluşumların kendine içkin bir ütopya tarifi ve bu ütopyaya ulaşmak için bir yol haritaları vardır. Marx kendinden önceki sosyalist yaklaşımları ütopik sosyalizm diyerek küçümsese de özünde bütün ideolojilerin bir cennet ada tasviri vardır. Herkes kendi adasının cennetin merkezi olduğunu iddia eder. Ancak ütopya en somut şeklini kurgusal metinlerde alır.
Dolayısıyla ütopya edebiyatı dediğimizde More’un betimlediği adaya verdiği isimden çok daha fazlasını işaret ederiz bugün. Altın Çağ ve kayıp dünya idealleri olarak tanımlayabileceğimiz kavram, klasik mitolojiden fantastik seyahatlere kadar bir dizi türü içerir. More kavramı türetmeden önce, hayali adası için Latince Nusquama sözcüğünü düşünür. “Hiçbir yer” ve “hiçbir yerde” anlamına gelen bu sözcükten, belki de Aydınlanma düşüncesinin hümanist mantığına, insana duyulan iyimser umuda ters geleceğinden çabuk vazgeçer ama. Belki de böyle bir yerin varlık olasılığını anlaşılır nedenlerle tamamen inkâr etmek istemez. Ne de olsa dönem, insanın isterse yazgısının dışına çıkabileceğine, geleceğin akılla inşa edileceğine, insanın yapabileceklerinin sonsuzluğuna içtenlikle inanılan bir dönem.
Kuşkusuz ütopyacılığı More icat etmemişti. Aslında geleceği imleyen kavram bir yanıyla geçmişle de bütünleşmektedir. Antik Yunan’dan dinsel arketiplere kadar, Altın Çağ söylencesinden öte dünya inancına büyük bir çemberi içine almaktadır. Ancak More’un başardığı şey, zihinlerdeki mutluluk yurdunu uhrevi bir boyuttan seküler bir çerçeveye oturtabilmesidir. Böylece Batı’da büyüyüp yayılan bir edebi geleneğin bir anlamda temeli oluşur.
Burada üç aşağı beş yukarı tekrar eden bir anlatı çatısı vardır. Anlatı hikâyenin kahramanının bilinmeyen bir yere yaptığı seyahatle başlar. Bu; deniz, kara veya hava yolculuğuyla gidilen bir ada da olabilir, ülke ya da kıta da. Kahramanımız orada yeni toplumun sosyal, siyasi, ekonomik ya da dinsel örgütlenmesiyle karşılaşır. Burada ütopya okuyucusuna sunulan, toplumu örgütlemenin alternatif ve elbette “daha iyi” yöntemlerinin olduğu gerçeğidir.
Ütopya edebiyatının ya da alternatif bir örgütlenme arayışının yolunun bir yerde bilimkurguyla kesişmesi ise sanırım kaçınılmazdı. Toplumsal kaygılar, başta bilimsel ve teknolojik ilerlemenin hayal gücünü tetiklediği bu anlatı türüne sirayet etmeye başladığında, ütopya kavramı karşıtıyla bitlikte bu alana bambaşka pencereler açmakta gecikmez. Bunlardan belki de en önemlisi, Aydınlanmaya inat, geleceğe duyulan ümidin karanlık yüzüdür.
Distopya kavramını ilk olarak İngiliz filozof John Stuart Mill parlamentoda yaptığı bir konuşmada kullanır. Ütopya yaşama geçirilemeyecek kadar iyi bir yeri anlatıyorsa, distopya da yaşama geçirilemeyecek kadar kötünün anlatısı olmalıdır. Cehennemin yeryüzündeki yansıması. Bu tabii bütün ideolojiler için karşı ideolojinin yönetimidir.
Bugün hepimize daha ilginç gelen edebi distopya, edebi ütopyanın anlatısal araçlarını kullanarak, insanın mükemmelliğe erişebileceği düşüncesini reddedip en temel korkularımıza seslenmektedir. Ancak burada bir ahlaki yaklaşım da yok değildir. Toplumsal ve siyasi mutluluk kusurlu bireylerin çabasından gelmeyecektir, bireyselden ziyade bir program eşliğinde kolektif bir hareketle geleceğin daha iyi bir versiyonuna ulaşılabilir. Zira okura tasvir edilen gelecek bir gerçeklik değil, kaçınılması gereken bir olasılıktır. Kaçınılması gereken olasılığın karşısında da her zaman için görece daha iyi bir olasılık vardır. Bundan dolayıdır ki distopyalar apokaliptik metinlerden farklıdırlar. Yani distopyalar da sonunda bir umuda seslenir. Bu nedenle ütopyacı edebiyatı çeşitlendiren ona yeni bir ivme kazandıran toplumsal bir tahayyül biçimi olarak değerlendirilebilirler.
Peki distopya edebiyatı dediğimiz zaman ne anlıyoruz. Distopya edebiyatı dediğimiz zaman aklımıza iki klasik metin geliyor önce. Bunlar, George Orwell’in “1984” ve Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” romanları. Bu romanlar, birey özgürlüğünün kısıtlanması, manipülasyon, gözetim ve toplumsal kontrol gibi temaları işleyerek ve geleceğin olası tehlikeleri, insan doğasının karanlık yönlerini anlatarak distopyanın temel özelliklerini yansıtırlar.
1984 romanıyla Cesur Yeni Dünya’yı karşılaştırdığımız zaman farklı kontrol mekanizmalarının kullanıldığını görürüz. Orwell’in romanında, toplum totaliter bir devlet tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmektedir. Yaşayıp yaşamadığını hiç bilmediğimiz Büyük Birader ve kendine içkin bir örgütlenme biçimi olan Parti, bireylerin düşüncelerini, davranışlarını ve hatta dilini yoğun bir baskıyla kontrol altında tutarak makbul vatandaşı yaratmaya çalışır. Propaganda, gözetim ve zihinsel manipülasyon kontrol mekanizmasının önemli araçlarıdır.
Huxley’in eserinde ise toplum, istikrar ve mutluluğu sağlamak için bilimsel yöntemlerle kontrol edilmektedir. Bilimsel ilerlemenin nihai amaç olması durumunda neler yaşanacağı fütüristik bir çerçevede anlatılır. Burada tüm hayata bir plan ve program dâhilinde biçim verme, hakikati kendi bakışına göre doğa bilimlerinin işleyişi üzerinden yeniden üretme çabası vardır. İnsanlar, kast sistemine göre sınıflandırılmış ve biyolojik olarak üretilmiştir. Duygusal bağlar zayıf, cinsel özgürlükler geniştir ve dakikalar içinde etki gösteren ve her türlü hoşnutsuzluğu ortadan kaldıran mutluluk ilacı (soma) gibi araçlarla halkın memnuniyeti sağlanmaktadır.
1984’ün dünyasında karakterler tamamen Parti için vardır. Bireysel bir özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Bu yönüyle denilebilir ki, 1984’ün dünyası Cesur Yeni Dünya’ya nazaran hedeflerini açık etmede daha dürüsttür. Zira Huxley’nin evreninde bireyler daha çok toplumsal uyum ve mutluluk için programlanmıştır. Özgürlük kavramı, kişisel arzuların karşılanmasına dayalıdır. Ancak burada gerçek bir özgürlükten çok manipülasyon ve kontrol altında sunulan bir rahatlama söz konusudur.
Bu iki romandaki toplumsal örgütlenmenin cinselliğe yaklaşımı da elbet farklı. Orwell’ın 1984 romanında cinsellik, devletin ve Parti’nin önemli kontrol mekanizmalarından biridir. Parti bedeni kontrol ederek zihni kontrol edebileceğinin farkındadır. Toplumda cinsellik, bireyler arasında duygusal bağlar kurulmasını sağladığı ve devlete olan bağlılığı zayıflattığı gerekçesiyle bastırılmaktadır. Kitapta Winston Smith’in aşk yaşadığı Julia ile olan ilişkisi, devlete karşı bir direnişin sembolü olarak ortaya çıkar ve bu ilişki, kişisel özgürlük arayışının bir ifadesi olarak önemli bir rol oynar. Ancak sonunda korku aşkı alt eder, dolayısıyla özgürlüğü de.
Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında ise cinsellik, toplumsal mühendislik aracı olarak kullanılır. Cinsellik, mutluluğu artırmak ve sosyal uyumu sağlamak için serbest bırakılmıştır. Bireylerin duygusal bağları zayıftır ve cinsel ilişkiler daha çok fiziksel tatmin ve eğlence odaklıdır. Kast sistemine göre üretilen insanlar, cinsel özgürlüklerini rahatça yaşarlar ve bu, toplumsal istikrarın bir parçası olarak görülür.
Her dönemde 1984 romanı distopik bir roman olarak değerlendirilirken, Huxley’nin eseri kimi eleştirmenlerce ütopik bir gelecek dünya öngörüsü olarak da okunmuştur. Hatta Huxley’nin bu başarılı topluma ulaşmak için ortaya belirli bir metodoloji koyduğu bile söylenmiştir. Örneğin romanın bilim, teknoloji, ekonomi ve siyaset gibi alanlara yaptığı isabetli öngörülere vurgu yapılarak, eserin distopik bir uyarıdan daha ziyade ileride genetik, endokrinoloji, davranışçılık ve farmakoloji alanlarında ortaya çıkabilecek uygulamaların iyi ellerde toplumsal sorunların çözümüne katkı sağlayabileceğinin altını çizdiği iddia edilmiştir. Bunun yanında bazı okuyucular, şu an daha şiddetli bir şekilde deneyimlediğimiz hızlı ve kontrolsüz nüfus artışının sonucunda ortaya çıkan kültürel, ekonomik ve siyasal eşitsizliklerin, bireysel özgürlük talebinden kaynaklanan kaotik durum gibi sorunların, kurgulanan yenidünyada toplumun kontrolünü ele geçirmiş iyi niyetli bir otorite ile çözüme kavuşturulmuş olmasını, Huxley’in veya bir toplumun ütopyası olarak değerlendirmektedir. Bu birbirine zıt bakış açısı, romanın kompleks yapısını ortaya koyması bakımından ilginç. Ancak salt romanla da ilgili değil. Bu farklı okumalar bakılan yere göre ütopya ve distopya kavramının ne kadar geçişken olduğunu da göstermektedir. Tıpkı farklı ideolojiler gibi.
Bugün pek çoğumuz hayatımızdan şikâyet ederken, aynı zamanda geçmişte kralların bile görmediği bir bolluk ve refah içinde yaşıyoruz. Evrensel bolluk ve istikrarlı demokrasi, ulaşılabilir bir teknoloji, ütopyacı bir ideal olarak yorumlanabileceği gibi bunun yanında iktisadi bölüşüm sorunları ve çevresel felaketler hikâyeyi distopik bir zemine de çekebilir. Tıpkı bir kişinin terörist dediğine bir diğerinin özgürlük savaşçısı demesi gibi bir kişinin ya da toplumun ütopyası bir diğerinin distopyası olabilir.
Siyaset bilimi ve felsefesinde ütopya ve distopya olguları, ideal ve karanlık gelecekleri resmeden iki ayrı kavram olarak düşünülse de her ütopya kendi içinde bir distopya barındırmaktadır. Tarih ve edebiyat bize bunu göstermiştir. Bu iki yönlü bir önermedir aslında. Bir ütopya tasarımı, içindeki potansiyel riskler ve olumsuzluklar nedeniyle kendi içinde bir distopyaya dönüşebilir. Ama aynı zamanda büyük çoğunluk için bir siyasi ya da dini organizasyon ütopya olarak yorumlansa da, her zaman sesi duyulmayan bir azınlık için distopya tanımının içine zorlanmadan girecektir.