[voiserPlayer]
Her bireyin doğuştan sahip olduğu insan hakları evrenseldir ve bu hakları korumak için uluslararası ve ulusal mekanizmalar vardır. Ancak devletler, kağıt üstünde insan haklarına saygılı olduklarını iddia etseler de fiilen bu durumun aksi yaşandığı için hak savunucularının varlığı hayati önem taşıyor. Fakat devlet yetkilileri hak ihlallerinden utanmıyorsa, bu ihlalleri durdurmaya çalışanları baskı ve zulme tabi tutmaktan imtina eder mi?
İnsan haklarının doğuştan geldiği fikri yüzyıllardır tartışılsa da Amerikan ve Fransız devrimleri gibi insanların geri alınamayacak hakları olduğu savını somutlaştıran gelişmelerle insan hakları işlevsellik kazandı. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananlar, uluslararası insan hakları mekanizmalarının oluşumunu hızlandırdı. Bu andan sonra “insan hakları” kutsal bir değer olarak kabul edilmeye başlanmış ve tüm dünyada genellikle insan hakları lehine ilerlemeler sağlanmıştır. İnsan hakları 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra uluslarüstü geçerliliğe sahip olarak kabul edilmiş ve bu hakların ihlallerine karşı geliştirilen söylemler egemenliğe müdahale olarak kabul edilmemişti.
İnsan hakları savunucuları için belki de “altın çağ” buydu. Bir hak ihlaline dair yeterince gündem yaratabilirlerse tamamen insan hakları karşıtı ve baskıcı devletlere bile geri adım attırılabiliyordu. Bu süreçte insan hakları ihlallerine karşı mücadelenin en önemli aracı “adlandır ve utandır” stratejisiydi. Bu strateji kısaca, hak ihlalinin ifşa edilmesini ve ihlalden sorumlu olanların (genellikle hükümetlerin) bundan utanmasını, ayrıca bu ihlali ortadan kaldırmak, zararı tazmin etmek ve tekrarlanmasını önlemek amacıyla adım atmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Bu dönemde çoğu devlet yetkilisi yaptığı hak ihlallerini kabul etmiyordu. Hak savunucuları baskıyı artırdıkça hükümetler mecburen kendine çekidüzen veriyor, bir devlet politikası olarak uygulanan sistematik hak ihlalleri genellikle sadece uygulayıcıların üstüne yıkılıyor ve tekrar edilmemesi için bazı önlemler alınıyordu. Neredeyse tüm devletler, aslında öyle olmasalar bile, insan haklarına saygılı gözükmek istiyorlardı. 2000’li yıllara kadar her şey mükemmel olmasa da insan hakları açısından ileriye gidişler olduğu söylenebilirdi.
Adlandırılanlar Utanmıyor
2000’li yıllarda bu “altın çağ” son buldu gibi gözüküyor. Artık devletler insan haklarını ihlal etmiş olmaktan utanmıyor. Kendini dünya çapında insan haklarının koruyucusu ve kollayıcısı ilan eden AB, Yunanistan başta olmak üzere üye ülkelerinin, botlarını delmek de dahil olmak üzere mültecilerin canlarını yok sayan uygulamalarına dair bir adım atmıyor. İnsan haklarının ülkenin temel taşı olduğunu iddia eden ABD tüm ifşaatlara rağmen hala Guantanamo’yu açık tutuyor. Rusya ve Çin gibi ülkeler insan haklarını “Batı’nın dayatması” olarak yaftalayarak baskıcı rejimlerini meşrulaştırmaya çalışıyor.
Türkiye ise uzun zamandır ihlallerini gizleme ihtiyacı bile duymuyor. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere hükümet yetkilileri AYM ve AİHM kararlarının uygulanmamasını teşvik eden birden fazla aleni beyanda bulundu. Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, polise uyuşturucu satıcılarını hukuk önüne çıkartmayı değil “ayaklarını kırmayı” emretti. Anayasa Mahkemesi kararına rağmen Cumartesi Anneleri hala aylardır barışçıl oturma eylemi girişimleri nedeniyle hukuksuz şekilde düzenli olarak gözaltına alınıyor. LGBTİ+lar devlet yetkilileri tarafından açıkça hedef gösteriliyor, tüm LGBTİ+ hakları etkinlikleri, hatta LGBTİ+lardan sadece bahsedilen etkinlikler dahi yasaklanıyor.
“Adlandır ve utandır” stratejisinin eski etkisini kaybetmesi uzun zamandır tartışılıyor. Bazı çalışmalar[1] bu yöntemin zaten sadece bazı durumlarda işe yaradığını iddia ediyor. Bu stratejinin otokrasiler ve demokrasiler üzerinde farklı çalıştığını, bazı durumlarda ihlalleri artırdığını iddia edenler de var.
Her ne kadar belgelemenin hâlâ önemli olduğunu düşünsem de bu stratejinin etkisinin genel olarak azaldığını düşünüyorum. Bunun birden fazla nedeni olabilir, ama benim varsayımlarım şöyle:
- 11 Eylül saldırıları sonrası ABD’nin başlattığı “Terörizmle Savaş” sırasında ABD’nin insan haklarını umursamayan operasyonları ve bu operasyonlara diğer Batılı devletlerden neredeyse hiç itiraz gelmemesi, tüm dünyada insan haklarını “yok sayılabilir” gösterdi. Diğer devletler açısından bu durum, “insan haklarının hamisi rolüne bürünen devletlerin iki yüzlülüğü” olarak sunulabiliyordu.
- Başka bir neden de bu stratejinin çok sık kullanılması olabilir. Bu stratejinin işlevsel olması için konunun gündemde kalabilmesi gerekiyor. Bir konunun gündemde kalabilmesi için de devlet yetkilileri, siyasetçiler ve entelektüeller gibi gündem yapıcı aktörlerin veya bizzat basın mensuplarının aynı konuyu ısrarla hatırlatması gerekiyor. Fakat gündemde aynı anda yüzlerce hak ihlalini tutmak mümkün olmuyor.
- Diğer bir neden ise çeşitli ülkelerin hükümet yetkililerinin sadece ahlaki olarak üstün bir yerde duruyormuş gibi kınamalar yayınlayıp hiçbir yaptırım uygulamamalarıdır. İnsan haklarını ihlal sicili kabarık ülkeler, bunun aslında hiçbir sorun yaratmadığını sonunda fark etti.
Kısacası, devletlerin utancı kalmadı. Peki devlet yetkililerinin insan haklarını ihlal ediyor olmaktan utanmadığı bir çağda hak savunucuları nasıl faaliyet gösterecekler?
Utanmazlık Çağında Hak Savunuculuğu Nasıl Sürdürülebilir?
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi, insan hakları savunucularının korunması ve desteklenmesi konusunda uluslararası bir çerçeve sunuyor. Bu bildirgeye göre insan hakları ve temel özgürlükleri geliştirmek ve korumak amaçlarıyla herkesin; barışçıl şekilde toplanma, sivil toplum örgütleri oluşturma ve sivil toplum örgütleri ya da hükümetler arası örgütlerle haberleşme hakkı var.
Yine aynı bildirgede, hukuken veya fiilen insan hakları ve temel özgürlüklerin gözetilmesi hususunda çalışmalar yapma, tartışma, fikirler oluşturma ve muhafaza etme; insan haklarına ilişkin yeni fikirler ve ilkeler geliştirme, bunları tartışma ve kabul edilebilirliklerini savunma ve hükümet organları ile kamu kurum ve kuruluşlarını eleştirme hakları tanınıyor. Doğal olarak, insan hakları savunucularını korumak da bizzat devletlere atanmış bir sorumluluk. Fakat, kendilerine atanan hakları koruma sorumluluğunu yerine getirmeyen devletler, bu sorumluluğun yerine getirilmediğini söyleyen muarızlarını koruma sorumluluğunu yerine getirmiyor.
Türkiye’de de insan hakları savunucularının doğrudan devlet tarafından hedef alındığı birçok örnek yaşadık. Basın özgürlüğünün kısıtlandığı, ifade, örgütlenme ve toplanma özgürlüğünün baskılandığı ve hükümete yönelik eleştirel faaliyetlerin sıkı bir şekilde kontrol altına alınmaya çalışıldığı bir ülke olarak Türkiye’de insan hakları savunucuları; tehdit, fiziki saldırı ve tutuklama gibi ciddi risklerle karşı karşıya kalıyor.
Uluslararası toplumun insan haklarını koruma konusunda alması gereken rolleri almaması ve insan haklarını basit siyasi çıkarlara malzeme etmesi de aslında bu mekanizmaların hiç olmamasından daha tehlikeli bir durum yaratıyor. Yine Türkiye’deki en bilinen örneğe bakarsak, Osman Kavala hakkında verilen AİHM kararına rağmen serbest bırakılmayınca 18 Ekim 2021’de 10 büyükelçi Osman Kavala’ya dair açıklama yaptı. Bir hafta geçmeden diplomatik bir dil ile geri adım atan büyükelçiler, Osman Kavala’nın hukuksuz tutukluluğunun sonlanması için faydalı olmadıkları gibi Kavala’nın daha fazla karalanmasına katkı sundu.
Ne Yapabiliriz?
Geleneksel yöntemlerin işe yaramadığı, “uluslararası toplum” denilince akla gelen hükümetlerin ve hükümetlerarası örgütlerin insan haklarını o kadar da önemsemediği bu dönem, bize yeni stratejiler bulmayı şart koşuyor. FRONTEX’in suçlarını görmezden gelen, konsoloslukta gazeteci öldürülmesinden sorumlu olan devlet yetkilileriyle kolaylıkla samimiyet kuran hükümetlerin insan haklarından yana samimi bir tavır almasını beklemenin anlamsız olduğu aşikar.
Bizim asıl yapmamız gereken bu kurgusal uluslararası toplumdan aksiyon beklemek yerine, dünyanın her yerinde insanların haklarını her şeyin üzerinde tutup, ülkelerinin uluslararası ilişkilerini insan hakları odaklı olarak düzenlemeye zorlar hale getirmek üzere onları zorlayacak daha fazla insan olmasını sağlamak olacaktır.
İçinde bulunduğumuz bu süreçte insan haklarını yeniden ilgi çekici hale getirmek için öncelikle sıkıcı diskurdan uzaklaşmak, insan hakları savunuculuğunu bir loncaya üye olmayanların sürdüremeyeceği bir meslek gibi göstermemek ve samimi çabalar gösteren insanları yanlış bir kelime seçimi gibi ufak yanlışları nedeniyle “tekfir” etmemek gerekiyor.
İnsan haklarını savunmanın belirli ideolojilere ve partilere has olduğunu iddia eden dışlayıcı karakterleri umursamadan, her insanın başkalarının hakkını savunmasının kendi hakkını savunmak olduğunu anlamasını sağlamak için elimizden geleni yapmalıyız. Haklarını korumakla sorumlu “devletlûlar” yerine kendisi de başka ihlallere uğrayan insanlarla uğraşmayı, insan haklarını savunmak gibi göstermeye çalışanlara karşı da set olmalıyız. Bu söylediklerim de bizi eski dostumuz farkındalık kampanyalarına geri götürüyor. Daha efektif farkındalık kampanyalarını nasıl yapacağımız başka bir yazının konusu olsun.
[1] Hafner-Burton, E. M. (2008). Sticks and Stones: Naming and Shaming the Human Rights Enforcement Problem. International Organization, 62(04), 689. doi:10.1017/s0020818308080247
Fotoğraf: Hanna Zhyhar