[voiserPlayer]
İstanbul Belediyesi görkemli bir Zafer Bayramı kutlaması gerçekleştirdi. Kutlamaya bilhassa gençler büyük ilgi gösterdi. Basına yansıyan fotoğraflardan, şenliğe katılan insanların oldukça eğlendiğini anlayabiliyoruz. Birçok konser ve temsilin sergilendiği kutlamalardan geriye ise sosyal medyada kopan fırtına kaldı. Zira, uzun zaman sonra kamusal alanda vals yapıldığını gören birçok insan ülkenin seküler kimliğine yeniden kavuştuğunu düşünerek mutlu oldular. Öte yandan, valsin tek parti dönemi cumhuriyet balolarını andırdığını ve aydınlanmacı bir dayatmaya işaret ettiğini düşünenler bu durumdan hoşnut kalmadılar. İşin enteresan tarafı, iktidar cenahının bu tartışmanın dışında kalması ve söz düellosunun kendisini muhalefette konumlandıran kişiler arasında cereyan etmesiydi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nden ayrılarak muhalefet yapmaya başlayan Deva ve Gelecek Partisi’ne mensup kişiler, vals karşısında yükselen seküler coşkunun muhafazakârları rahatsız ettiğini iddia ettiler. Hatta bu tip tepkilerin, AKP’den kopan kararsız seçmende rövanşizm alerjisini tetikleyeceğini ve onları yeniden hükümet etrafında kenetleyeceğinden bahsettiler. Kamusal alanda ve bir kamu kurumu tarafından düzenlenen etkinlikte vals yapılmasını sevinçle karşılayanlar ise bu dansın ve yarattığı coşkunun kimi tehdit ettiğini anlayamadıklarını söylediler.
Tipik bir sosyal medya tartışması olarak sönüp gidebilecekken, Ali Babacan geçtiğimiz günlerde bu konuyu yeniden gündeme getirdi. Babacan, milli bayramların arkasına gizlenen azgın azınlıktan bahsetti ve kuşatma altında hisseden muhafazakârlardan rövanş alınmasına izin vermeyeceğini söyledi. Sosyal medya atışması, bu sayede ana akım siyasetin gündemine taşındı. Kimlik meselelerini büyük sosyolojik okumalarla ele alan ve bu konuda konuşmanın ve haklı çıkmanın şehvetine direnemeyen aydınlarımız, siyasetçilerimiz ve sosyal medya kullanıcılarımız kendilerini sürekli olarak bu konudan bahsederken buldular. Babacan’ın kendisini, kafasında kurduğu iki radikalizm arasında konumlandırma hamlesi yeni bir fay hattı yarattı ve muhalefet cephesinin içinde bir karmaşa başladı.
Bu karmaşanın çözümlenmesine katkı sunmak için radikalizm, kutuplaşma ve merkez siyaset kavramları çerçevesinde Babacan’ın çıkışını ele almak gerekiyor. Zira, merkez siyasetin talibi çok ve kutuplaşma neredeyse her gün taşlanan bir şeytan. Ancak kendini merkez ile tanımlama arzusu ve bunu kutuplaşma karşıtlığı söylemlerini kullanarak yapmak çoğu zaman beklenenin aksi bir sonuç verebiliyor. Yani kendisini karşıt iki kutbun arasında konumlandıran aktörleri merkeze taşımak yerine marjinalize edebiliyor. Dolayısıyla, bu kavramları netleştirmek lazım. Bununla birlikte, Babacan’ın ileri sürdüğü muhafazakâr çevrelerdeki tedirginlik olgusuna da temas etmek gerekiyor. Bu tedirginlik acaba bir gerçeğin dile getirilmesi mi yoksa siyasetçi ve entelektüeller tarafından inşa edilmiş, kurgulanmış bir illüzyon mu? Ezber cümlelerle siyaseti okuma ve yorumlama meselesi ülkemizde yeteri kadar küçük düşürülmediği ve hala kamusal tartışmanın omurgasını oluşturduğu için işimin zor olduğunun farkındayım.
Babacan ve Merkezdeki Boşluk
Kutuplaşma ile merkez siyaset arasında haklı bir gerilim vardır. İdeolojik gruplar merkez siyaseti omurgasız olmakla itham eder ve onun ilkeden yoksun karakterine vurgu yapar. Onlara göre, merkezde konumlanan partiler normatif bir gündemi ve köklü bir değişimi arzulamadıkları için mevcut sistemi sorunlarından arındırarak devam ettiren idare-i maslahatçılardır. Dolayısıyla, merkez siyasetin ideolojik skalada bir yer işgal etmediğini, sadece merkezde siyaset yapan oportünist siyasetçilerin karakteri ile tanımlanabilecek bir ekol olduğunu düşünürler. Bu tanımlama ahlaki olan ile gayri ahlaki olan arasındaki ayrıma işaret eder. Merkez siyaset çıkarların nasıl maksimize edileceğiyle ve mevcut somut problemlerin kısa vadeli çözümü ile alakadar olan pragmatizmi temsil ederken ideolojik partiler ahlaki bir mertebeden seslenir ve merkez siyaseti ahlaken yargılama hakkını kendilerinde görürler.
Aslında merkez siyasete vurulan bu damga onu karikatürleştirmeyi ve karşısına ahlaki idealizm ile seferber edilebilecek bir kalabalık dikerek onun eksiklerini gediklerini onarmaya çalıştığı sistemi alaşağı etmeyi amaçlar. Mevcut düzenin devamını sağlamakla itham edilen merkez siyaset aslında kendisini bir kurallar bütünüyle denetime tabi tutmayı kabul etmiştir. Bu uysal ve konformist bir tavır gibi gözükse de siyasetin merkezinde konumlanan aktörlerin kişisel ve keyfi bir sistem kurmayacaklarının ve öngörülebilir olacaklarının teminatıdır aynı zamanda. Öte yandan kendisini bir ahlaki misyonu tamamlamak amacıyla meşrulaştıran ve mevcut düzenin köklü bir değişime uğramasını savunan aktörlerin iktidarı ele almaları durumunda ne yöne savrulacakları ise muammadır.
Omurgasızlık diye tarif edilen özellik ise ideolojik tutumundan taviz vermeyen bir radikalliğin reddidir aslında. Bu reddiye, merkeze hamle yapan partinin sistem içerisindeki diğer aktörler ile müzakere etmekte ahlaki bir sakınca görmediğini söyler. Giddens’ın üzerinde ısrarla durduğu gibi müzakere sürecinin kendisi müzakerenin sonucundan daha önemli bir hal alır. Dolayısıyla muhatapların meşruluğunu kabul etmek merkez siyasetin aktörü olmanın alameti farikasıdır. Bu durum aslında günümüz toplumlarının dayattığı bir durumdur çünkü, toplumlar yekpare bir bütün olarak ele alınamayacak kadar karmaşıklaşmış, sınıf tanımı muğlaklaşmış ve bireyler daha atomize hale gelmiştir. Yani, ahlaki yargılar ile siyaset yapmak veya muhatabın meşruluğunu sorgulayarak ilerlemek geniş bir siyasi cephe kurmayı neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Merkezin esneyebilme yeteneği ve önkoşulsuz müzakere yapma arzusu bu yüzden dışlayıcı değil kapsayıcıdır. Ancak burada belirtmemiz gereken asıl husus müzakere yönteminin hangi eksen üzerinde ilerleyeceğidir. Normatif gündemler veya ahlaki öncelikler sürekli olarak ayrışma ve karşıtlık yaratırken teknokratik önermeler ve bilimsel veriler ışığında ilerleyen tartışma toplumdaki farklı kesimlerin birbirine yakın noktalarda konumlanmalarını sağlar. Bunun anlamı, merkez siyasetin kullanacağı dilin kaçınılmaz olarak hamasetten, duygulardan, ahlaki önermelerden, soyut korkulardan arınmasıdır.
Mouffe bu durumu siyasetin ölümü olarak tanımlar ve karşıtlıklardan arınmış, merkezde toplanmış bir siyasi yapının temsil gücünü kaybettiğini söyler. Son dönemde yükselen popülist hareketler göz önünde bulundurulduğunda haklı olduğunu kabul etmemiz gerekir çünkü, sınırları belli bir grup bürokrat tarafından yönetiliyor olmak birçok toplumu kendileriyle duygusal bağ kurabilen karizmatik liderlerin etrafında toplamıştır. Merkez siyaset yozlaşmış bir kurum olarak görülmüş ve kendisini halkın avukatı olarak gören liderler merkez siyasete, onun bağlı olduğu kurallar bütününe, hükümet için çalışan teknokratların özerkliklerine ve kamusal tartışmanın uzmanlar tarafından domine edilmesine karşı adeta bir cihat başlatmışlardır. Mouffe için sağ popülizmin yükselmesi problemlidir ancak bir fırsat penceresi de aralamıştır. Siyaset geri dönmüştür ve ortaya çıkan kutuplaşma sol popülizm tarafından örgütlenecek geniş bir cephe kurma ihtimalini güçlendirmektedir.
Ne var ki hem Avrupa ve ABD’de ortaya çıkan sağ popülist iktidarlar hem de Venezuella’da yaşanan sol popülist tecrübe politikanın geri dönüşünün bedelinin ağır olduğunu gösterdi. Siyasi karşıtlık toplumsal kutuplaşmaya, ulusun birlik duygusunun kaybolmasına ve birbirine düşmanlaşmasına, devlet aygıtının ve bürokrasinin ise gayri şahsilik ilkesinden sapmasına sebep oldu. Dolayısıyla merkez siyaset, özellikle popülist rejimler için hem bir ihtiyaç hem de Türkiye’deki son yerel seçimlerde görüldüğü üzere etkili bir kazanma stratejisi olarak öne çıktı.
Ali Babacan ve arkadaşları tarafından kurulan Deva Partisi, kuruluş anından itibaren bahsettiğim merkez siyaset çizgisine riayet etmeye gayret gösterdiler. Partinin kurucuları arasında uzun yıllar boyunca Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinde görev yapmış isimler olmasına rağmen Deva kendisini bu geleneğin devamı olarak nitelendirmedi. Hatta bu isimler, AKP hikayesindeki yanlışlıklara değinmeden, kritik eşiklerde aldıkları tutumlara dair bir özeleştiri vermeden ve bir yüzleşme içine girmeden sıfırdan bir siyasi kariyer inşa etme çabası içine girdiler. O döneme dair ortaya sunulan tek önerme, Deva Partisi’ni kuran kadroların dışlanmasıyla birlikte ülke ekonomisinin kötüye gidişi oldu. Partinin teşkilatlanma ve kurucular kurulunun belirlenme süreçleri de bu ruha uygun yürütüldü. AKP’den kopan bir parti görüntüsü vermemek için, AKP içinde siyaset yapmış olmak bir imtiyaz olarak görülmedi ve Deva’da siyaset yapmak isteyenler gayet objektif bir süreç işletilerek, özgeçmişleri üzerinden değerlendirilerek partiye kabul edildiler. Günün sonunda, özellikle ekonomi konusunda iddialı bir ekip kuruldu ve parti ısrarla sağ-muhafazakâr kimliğini vurgulamadan teknik ve rasyonel bir dille siyaset yapmaya başladı.
Mamafih, parti kuruluşunun üzerinden 1,5 sene geçmesine rağmen, araştırmalar Deva Partisi’nin beklenen çıkışı yapamadığını gösteriyor. Parti bir çekim merkezi haline gelemedi ve AKP’den koptuğu düşünülen kararsız seçmenin ikinci adresi olamadı. Bunun sebebi Deva’nın, merkez siyaseti bir yöntem olarak değil başlı başına bir ideoloji olarak benimsemesi olabilir. Babacan ve arkadaşları, sağ muhafazakâr kimliklerini neredeyse hiç vurgulamadıkları için çözüm önerileri bir think-tank’in profesyonellerce hazırlanmış politika önerileri gibi görüldü. 20 yıldır AKP’nin kutuplaştırdığı toplum için Deva Partisi kendisini siyasi skalada konumlandıracak bir yer bulamadı. AKP kontrolündeki medya, muhafazakâr seçmene Babacan ve arkadaşlarının davaya ihanet ettiği propagandasını yaparken yıllardır cepheden cepheye koşan, yediği dayaklardan sonra oldukça hırpalanmış olan muhalefet ise AKP kariyerine dair bir özeleştiri vermediği için Babacan’ın liderliğine şüpheyle yaklaştılar. Yani her grubun ılımlılarını cezbetmek için çıkılan yolda ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilen izole bir merkez parti kaldı.
Halbuki Babacan için merkez siyaseti bir yöntem olarak benimseme ve aynı zamanda sağ-muhafazakâr kimliğini de koruyarak kitleleri cezbetmek elbette ki mümkündü. Bunun için yapması gereken muhafazakârlık kavramından utanmamak ve yeni bir muhafazakârlık tanımı yapmaktı. Bu tanım onun AKP hikayesine dair bir okuma yapmasına ve AKP’nin muhafazakârlık kavramını temsil etme yetkinliğine haiz olmadığını göstermesine yardımcı olabilirdi. Yani Babacan ve arkadaşları, AKP kariyerlerini sadece başarılardan ibaret bürokratik bir katkı olarak sunmak yerine, muhafazakârlığın temsiline katkıda bulunduklarını vurgulamalı ve bu kavramı AKP elitlerinin elinden almalıydılar. Muhafazakârlığın AKP’nin elinde, sıkıcı diyanet bürokrasisine, kamusal alanı dini sembollere boğulmasına ve kamu kaynaklarına ulaşmak için yapmacık bir dindarlığa indirgendiğini iddia ederek bu alanın gerçek sahibi olduğunu iddia ederek işe başlamalıydı. Bu hamle, onun AKP’den niçin ayrıldığına dair de bir hikâye yaratabilirdi. Seküler muhalefetin sabırsızlıkla beklediği özeleştiri olmazdı bu belki ama en azından yeni bir siyasi hareketin karakteri konusunda zihinlerde oluşan şaibeyi silebilirdi.
Merkez siyaset tarzı ancak bu hamleden sonra ortaya çıkabilirdi. Babacan, önce muhafazakârlığını ilan etmeli, ardından da topluma muhafazakârları kendisi gibi müzakereye açık ve somut sorunlara ciddiyetle eğilen bir siyasetçinin mi yoksa Erdoğan gibi kutuplaştırıcı ve soyut korkular veya hayaller üzerinden politika yapan bir liderin mi temsil etmesini istediklerini sorabilirdi. Bu soruya, Babacan’ın muhalefet partileriyle yürüteceği aktif diplomasinin de eşlik ettiğini düşündüğümüz zaman, bugün muhalif seçmen gözünde pastasına ortak olmaya çalışan ve itimat etmediği bir Babacan yerine kendi mahallesindeki savaşını kazanmak için destek arayan bir siyasetçi figürü canlanabilirdi. Bu tavır muhtemelen daha etkili olacak ve AKP’den kopan kararsız seçmenin gözünde Deva Partisi’ni güvenli bir liman olarak konumlandırabilecek, muhalif seçmen Deva Partisi’nin diğer muhalefet partileriyle yapacağı olası iş birliklerine de alerjik yaklaşmayacaktı.
Sanıyorum Babacan ve etrafındakiler geç de olsa hedeflemeleri gereken kitlenin muhafazakârlar olduğunu anladılar. Bu nişan almak için doğru bir hedefti. Ancak yanlış tetiği çektiler ve kendi muhafazakârlıklarını kanıtlamak için karşılarına yarı kurgu yarı gerçek bir toplumsal grubu almayı seçtiler. Zafer Bayramı gösterilerinde yapılan Valsi, büyük bir coşkuyla karşılayan sosyal medya ahalisini karşısına alarak, yani buradan bir siyaset hattı oluşturarak Babacan, muhafazakârlara hâlâ onlardan birisi olduğunu göstermeye çalıştı. Öte yandan kendisini seküler radikalizmin karşısında ılımlı bir noktada olduğunu söyleyerek merkezdeki pozisyonunu da muhafaza etmek istedi. Bu pek ikna edici olmadı çünkü pandoranın kutusu açıldıktan sonra, yani soyut bir kimlik siyaseti devreye girdikten sonra, benzer bir eleştirinin muhafazakâr radikalizme karşı yapılması da icap ediyor. Babacan bu tavrı gösteremediği için yaptığı eleştiri seçici bir radikalizm karşıtlığı olarak algılandı. Neticede iyi kötü her mahalle kendi fanatiğini içinde barındırıyor. Muhafazakâr fanatizmi es geçip seküler fanatizm ile uğraşmak insanlara asıl derdin ilkesel bir fanatizm karşıtlığı yerine sekülerlik olduğunu düşündürdü.
Bu olay üzerine benim çıkarttığım Z raporu şöyle söylüyor: muhafazakâr mahallenin sahipliği iddiasıyla yola çıkıp, bütün toplum kesimlerinin ılımlılarıyla iş birliği yapma potansiyeline sahip bir liderken muhalefetin ılımlılarından bile tepki almayı başaran ve muhafazakâr mahallenin alelade bir aktörüne dönüşen bir Deva Partisi var.
Peki Azgın Azınlık Yok mu?
Elbette var. Yazının başında da söylediğim gibi her siyasi ideolojiyi, kimliği veya tercihi radikal ve taviz vermez bir şekilde savunan, savunduğu değerleri müzakereye açmayı ahlaki bir zayıflık olarak gören dolayısıyla kendisi gibi düşünmeyenleri, kendisi gibi olmayanları ve kendisi gibi yaşamayanları yargılamayı, aşağılamayı ve cezalandırmayı kendisinde hak gören bir toplum kesimi var. Ancak bu aşırı ve radikal tutumları, aynı merkez siyasette olduğu gibi, bir ideolojiden çok yöntem olarak ele almak gerekiyor. Bobio, 90lı yıllarda sağın ve solun nereye kaybolduğu sorusunu sormuş ve ideolojik karşıtlığın yerini yeni yöntemsel karşıtlıklara bıraktığını, böylece sağ-sol karşıtlığının radikalizm ile ılımlılık arasındaki karşıtlık ile ikame edilebileceğini iddia etmişti. Bu argüman bize güvenli bir sığınak sağlar. “Azgınlığı” ve “makullüğü” bir ideoloji ile özdeşleştirmeden bir metot meselesi olarak ele alabilir, bu sayede ılımlılardan oluşan geniş bir cepheyi radikalizme karşı kurmayı başarabiliriz.
Elimizde AKP’nin 20 yıllık iktidarından bize kalan tecrübeler var. Kendi siyasi muhaliflerini olabildiğince radikal figür ve sıfatlarla eşleştiren bunun karşısına kendi makul ve sağduyulu destekçilerini koyan bir kültür uzun zamandır hayatımızda. Kaynakları paylaşma konusunda bencil, ötekini küçümseyen ve imtiyazlı seküler Beyaz Türklere karşı mütevazi, feraset sahibi ve mütedeyyin Anadolu insanı dikotomisi tam olarak böyle bir ikilemdi. Yıllarca Gülen Cemaati’ne bağlı medya ve Melih Gökçek ile iltisaklı kanallar muhalefetin temsilcisi olarak militarist paşaları, militan aydınları ve marjinal figürleri toplumun önüne sürdüler. Taraf Gazetesi yazarlarının Anadolu vilayetlerini ziyaret ettiklerini ve Şerif Mardin’in mahalle baskısı argümanını yanlışlamak için taşra insanının ne denli hoşgörülü olduğunu ispatlamaya çalıştıklarını ise çoğumuz hatırlıyoruz. Bunlar sinsi teşebbüslerdi ve azgınlık ile feraseti siyasi tercihlerle özdeşleştirmek için yapılıyordu.
Toplumsal kesimleri karakterize etme ve buradan bir söylem üretme gayretlerine muhalefet partilerinin o dönemki politikalarının da epeyi yardımcı olduğunu kabul etmek gerek. 2000li yılların ilk 10 senesini Türkiye Deniz Baykal ve ekibinin, dönemin ulusalcı aydınlarının dışlayıcı ve sırtını orduya yaslamaktan imtina etmeyen muhalefeti altında geçirdi. AKP’nin iktidarını pekiştirme süreci kampların kusursuz bir şekilde tanımlandığı bu atmosferde gerçekleşti. Ancak bu dönem artık geride kaldı. 2021 senesine geldiğimizde muhalefetin iki ana sütunu var ve her ikisi de devlet kurumsallığı, medeni toplum ve kişi hak ve hürriyetleri konusunda tereddüt etmeden tavır alabilen liderler tarafından yönetiliyor. Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’yi toplumun diğer aktörleriyle konuşabilen, üstenci tavrını terk etmiş, siyasi pragmatizme sahip ve ittifak kurabilen bir partiye dönüştürdü. Öte yandan, MHP’den kopmuş bir parti olmasına rağmen, Meral Akşener demokrat ve kalkınmacı bir milliyetçilik vurgusu yaparak merkez sağ siyasetin bütün karakteristik özelliklerini sergilemeye gayret ediyor. Öyle ki, bu iki liderin partilerini ideolojik aşırılıklardan arındırması ve somut sorunları teknik bir dille ele almaları Millet İttifakı’nın tabanını bir yandan genişletirken öte yandan kendi partilerindeki ittifak kurmayı ve pragmatik olmayı ahlaki bir sorun olarak gören bazı figürleri öfkelendiriyor. Muharrem İnce ve Ümit Özdağ gibi isimler partilerini ağır şekilde eleştirdikten sonra kendi partilerini kurdular ve siyasi muhalefetin taviz vermeyen, radikal unsurları kurumsal muhalefetten bir şekilde kopmuş oldu. Dolayısıyla, iktidara gelmesi durumunda muhafazakârlara hayatı zindan etmesinden endişe edilen muhalefet partileri son 20 senenin en ılımlı, aklı selim ve merkezde politika yapan liderleri tarafından yönetiliyor.
Bununla birlikte araştırmalar toplumun farklı kimliklerin, ideolojilerin ve tercihlerin bir arada yaşamaya karşı eski yıllara göre daha toleranslı olduğuna işaret ediyor. Mesela, bırakın öğrencilerin başörtüsü yüzünden üniversiteye alınmamasını, başörtülülerin kamuda çalışmalarından rahatsız olmadıklarını söyleyenlerin oranı %85 civarında. Kısacası, radikalizm aslında bu konular dışında kurulan siyaset dili sayesinde ve muhalefet partileri kimlik siyaseti yerine somut sorunlara odaklanan vatandaşlık temelli siyaset yaptıkça zayıflıyor.
Buna karşı sosyal medya platformları eriyen radikalizmin son kalesi. İnsanların birbirlerine ahlak sinyalledikleri, gri alanlara müsamaha göstermeyen, insani durumları önemsemeyen, hakikatin ne olduğuyla ilgilenmeyen ve kullanıcıları aynı anda hem anonimleşmeye hem de narsizme iten bir olgu ile karşı karşıyayız. Açıkçası hepimiz sosyal medyayı hala anlamaya çalışıyoruz ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki tecrübe edilen hayat ile bu sanal platformlar arasında büyük bir uçurum var. Bu uçurum kendisini en çok, toplumsal karşılığı zayıf olan grupların örgütlenerek Twitter’da seslerini çok fazla çıkarttıkları an hissettiriyor. Twitter’da Stalinistler ile, Mao savunucularıyla, Enver Paşa’ya tek kelime ettirmeyenlerle, Atsız sevdalılarıyla, anarko-kapitalist ergen lise öğrencileriyle, vegan olmayanları katillikle itham edenlerle, sosyal adalet savaşçılığını trans aktivizm ile özdeşleştirenlerle ve bunlar gibi binlerce toplumsal temsili düşük insanla karşılaşabilirsiniz. Bu sanal kalabalığa hayatın kendisiymiş gibi muamele etmek maalesef artık var olmayan bir olguyu gerçek kabul edip zayıf bir karşıtlık kurgulamayı ve karşısına dikildiğiniz radikalizmi de bir ideolojiyle eş tutma hatasını beraberinde getirebilir.
Umutsuz Olmaya Gerek Yok
Gezi Protestoları yaşandığı sırada Ali Babacan’ın yurtdışında bir toplantıya katıldığı haberleri basına yansımış, verdiği bir beyanat oldukça ilgi uyandırmıştı. Babacan, protestolara katılan gençlerin görmezden gelindiğini belirtmiş, çevre aktivistleri ile marjinal gruplar arasında kalan binlerce genç olduğunu, onların taleplerini yok saymanın yanlış olacağını söylemişti. O dönemin kutuplaşma atmosferi içerisindeki en aklı başındaki çıkışlardan biriydi bu. Benzer bir tutumu Babacan yeniden gösterebilir ve toplum kesimlerinin en “azgın” olan azınlığı yerine makul olan çoğunluğunu cezbetmeyi başarabilir. Ancak bunu yapması artık daha zor. Kendisine yepyeni bir cephe açtı ve iş yükü iki katına çıktı. Artık sadece AKP’ye oy vermiş muhafazakârları değil, aynı zamanda muhalefette yer alan aktörleri de kazanmak gibi bir gündemi var.
Bunu başarmak için, merkez siyasetin normatif olmayan karakterini benimsemeli ve kendisini bu tip ahlaki çıkış baskılarından kurtarmalı. Soyut karşıtlıklar yerine en iyi bildiği işi yapmalı ve somut sorunlara yönelik çözüm önerilerini ısrarla gündemde tutmalı. Muhafazakâr karakterini vurgulamayı da ihmal etmemeli ve kendisinin AKP dönemini nasıl okuduğunu, kırılma noktalarının ne olduğunu ve bu tarihi dönemeçlerde neleri düşündüğünü, niçin hareket edemediğini kamuoyuyla bütün dürüstlüğüyle paylaşmalı. Son olarak, Türk sağının aslında bir iktidar ve kazanma ideolojisi olduğunu unutmadan muhalefette oluşan cepheye, yani bir sonraki seçimi kazanması en muhtemel ittifak sistemine daha yakın hareket etmeli. Sorulması gereken soru şu: ortalama bir muhafazakâr seçmen, vals yapan gençleri gördükten sonra sosyal medyada coşkulu mesajlar paylaşan seküler anonim hesaplarla çatışan Babacan’a mı yoksa Zafer Bayramı kutlamalarında Kılıçdaroğlu veya Akşener’in yanında oturan iktidar namzeti Babacan’a mı daha fazla teveccüh gösterir?