[voiserPlayer]
“Büyü, evrenle onun görmezden gelemeyeceği kelimelerle konuşmaktır.”
Neil Gaiman
Toplumsal dönüşümlerin tarihsel kırılma anlarında geçmişin değerlerine bağlı kalanlar, yükselen yeni düzenin zorlayıcı yönelimlerine doğru istemsizce çekilirler. Bu sürüklenişleri düşkün ve yoksun alt-sınıfların çaresiz savruluşlarına benzetmek mümkündür.
İktisadi ve politik imtiyazların el değiştirdiği, toplumsal statüleri korumanın imkânsızlaştığı bu süreçte nice servetlere el konulur, nice makamlar ilga olur. Dahası, itibar ve itibarsızlık yeniden tanımlanır. Anlam ve değerler dünyası yeniden kurulur. Boşa çıkan toplumsal güç yeni sahiplerine dağıtılırken, büyük oranda muhatabını yitiren kültürel miras da sahneyi sessizce terk etmiş olur.
Kültürel kimliğin tarihi bir süreklilik içinde anlaşılması ve yeni nesiller için yeni bir biçimde tekrar üretilmesi demek olan bu mirasın toplumsal hafızanın derinliklerinde gizlenmiş bir anlam arayışına karşılık geldiği söylenebilir. Eylemin anlama galebe çaldığı, kitlelerin irrasyonel heyecanlara teslim olduğu bu tarihi kırılma anlarında, kolektif aklın devreye girerek yaşanmakta olan dönüşüme makul bir sınır çizmesi gerekir. Ancak içinden geçilen toplumsal süreçlerin yapılan değil ama oluveren bir şey olması, bu makul beklentinin kolaylıkla karşılanamamasını doğurur. Bunun yerine, olan bitenin ardınca yetinilmesi beklenen, mümkünse insaflı bir özeleştiri, gerçekçi bir analiz veya süreçleri anlamlandırmaya yönelik samimi bir gayret olur.
Mihail Bulgakov’un ölümsüz eseri “Usta ve Margarita” edebiyatın tarihsel kırılmalara meydan okuyuşunu simgeleyen böylesi bir anlam arayışının izdüşümüdür. Eser, yaşadığı dönemin despotik yönetimine karşı sessiz bir direnişin dışavurumudur. Stalin Rusya’sında yazılan roman, toplumsal yapının ironik bir eleştirisi olurken ayrık katmanlar içeren zengin anlatımıyla okuyucusunu sınırsız bir hayal dünyasına sevk eder. Devrim sonrasında, toplumsal değerlerin altüst olduğu endişeli bir atmosferde yazılan eser, totaliter rejimin materyalist ideolojisine karşı duran ontolojik bir reddiyedir.
Tıp doktorluğunu bırakarak ıstırap dolu bir yazarlık serüvenine atılan Bulgakov’un edebi hayatı, nihayetinde “Usta ve Margarita” ile zirveye ulaşır. 1928-1940 yılları arasında yazılan eserin tam ve sansürsüz halinin yazarın ölümünden yaklaşık 30 yıl sonra tefrika edilebilmiş olması manidardır. Sovyet ideolojisindeki görece bir yumuşama ardından edebiyat çevreleriyle buluşabilen eserin, geniş bir okuyucu kitlesini etkisi altına alarak hızla modern bir klasiğe dönüşmesine de şaşılmamalıdır.
Uzlaşıyla 20. yüzyılın en iyi romanları arasında gösterilen çalışma, okuyucunun her dalışta farklı farklı inciler, mercanlar çıkarabildiği engin bir deniz gibidir. Bulgakov’un edebi şöleni, dönemin özgürlük arayışını yansıtırken hiciv, fantezi ve dini alegori unsurlarını maharetle bir araya getirerek rejimin masalsı bir eleştirisini çıkarır. Yazar nihayetinde 1930’ların Moskova’sıyla Nasıralı İsa’nın Kudüs’ündeki benzeşmez olayları ustaca harmanlayıp farklı dinamikler içinde akıveren zamanları tek bir hikâyede birleştirir.
Yazar renkli karakterleri ve fantastik anlatımıyla düşün hayatının derinliklerine böylece nüfuz ederken baskıcı bir ideoloji karşısında özgürlüğün değerini anlatır. Sovyet edebiyatının bu zamansız başyapıtı, bir taraftan masalsı ve mizahi anlatımı ile kasvet bulutlarını dağıtırken diğer taraftan otorite karşısında ezilen bireyin değerler dünyasını öne çıkarır.
Bulgakov romanına kendi değerler kümesine işaret ederek başlamaktadır: “Sıcak bir bahar günü güneşin batma vaktine yakın iki yurttaş belirdi Patrik Göletlerinde.” Görünen o ki yazarımız, Moskova patriğinin ikametgâhına yakınlığı sebebiyle Patrik Göletleri olarak bilinen gölet-parkın, Komünist Parti gençlik örgütlenmesi Piyonerya[1] onuruna artık Piyoner Göletleri olarak anılıyor olmasını kabul etmemektedir. Bu duruş, Ortodoks Kilisesinin toplumsal itibarını onaylarken, yeni rejimin öncü güçlerinin bu kuruma herhangi bir değer atfetmediği ortadadır. Ayrıca parkta beliren bu iki yurttaşın devrim sonrası kültürel dönüşümün taşlarını döşeyen birer Rus entelektüeli olmasına da şaşmamak gerekir. İlerleyen sayfalarda bu ikilinin başına gelmedik felaketin kalmamış olmasını da yine Bulgakov’un yaşanan kültürel kopuşa tepkisi olarak okumalıdır.
Mihail Aleksandroviç Berlioz bir sanat dergisinin yayın yönetmeni ve Moskova’nın en büyük edebiyat birliklerinden birinin başkanıdır. Şair İvan Nikolayeviç Ponıryof da onun edebi çevrelerde önünü açtığı genç yol arkadaşıdır. Sıcaktan neredeyse nefes almaya takatin kalmadığı, güneşin Moskova’yı bir kor haline getirerek ufuktan devrilmek üzere olduğu günün bu son saatlerinde parktaki iki yurttaşın yanına ateşin bir misafiri varır: Şeytan! Kendini bir profesör olarak tanıtan şeytanın akademiye duyduğu aidiyet düşündürücüdür! Uzmanı olduğu kara büyü üzerine antropolojik bir ders vermek üzere Moskova’ya geldiğini söyleyen bu gizemli Profesör’de -ne tesadüf- yalanın bini bir paradır. Ancak alışılagelmiş yöntemlerini değiştirdiği anlaşılan şeytanın, sıcaklardan mıdır bilinmez, şimdi ısrarla bir şeyleri ispatlamaya çalışması kafa karıştırır.
Nasıralı İsa’nın aslında hiç yaşamamış olduğu tezini işleyen yeni şiirleri üzerine konuşmakta olan bu tanrıtanımaz yurttaşlara, şeytanın binlerce yıllık ömründen süzülerek aktardığı zengin hatıralar, büyülü bir hikâyenin izlerini taşır. Ancak ne Tanrı’nın varlığına özgün bir mantıksal delil getiren yaşlı Immanuel ile Königsberg’te yaptığı kahvaltının detayları, ne de Kudüs’te yargılanışına tanık olduğu Nasıralı İsa’nın son sözleri muhataplarını etkilemeye yetmemektedir. Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı türlü türlü maharetler sergiliyor olmasına rağmen aldığı cevap yine aynıdır: Hayal! Ateizmin başkentinde, bu entelektüel elitler arasında, şeytan gerçekten de azaptadır!
Profesör’ün bilinmezleri bilen sıra dışı hali hayret yerine inkârı arttırırken, Berlioz için öngördüğü feci son bile ciddiye alınmamaktadır. Ta ki Profesör’ün haberini verdiği kaza aynen olana dek: “Tam bu esnada Berlioz’un beyninde umutsuzca bağırdı bir ses ‘Yoksa?..’ Ay son bir kere daha göründü ve bu kez parçalanarak kayboldu, ardından her yer karardı.” Makinist frene asılmış, vagonun burnu yere oturmuş olsa da olan olmuş, Mihail Aleksandroviç Berlioz’un kesik başı rayların üzerinde sekerek yuvarlanmıştır.
Berlioz’un genç dostu İvan Nikolayeviç olay yerine vardığında, bunun kaza değil ama bir cinayet olduğunu hemencecik kavramıştır! Bir suç örgütünün parçası olduğu anlaşılan bu sözde Profesör bir senaryo gibi kurguladığı cinayeti önce tüm detaylarıyla anlatmış sonrasında da mükemmelen sahneye koymuştur! Peki, Berlioz’un ayağı kayarak raylara kapaklanmasına sebep olan ayçiçek yağını da mı bu çete dökmüştür? Yağ şişesini düşürerek durağı buz pistine çeviren Annuşka da mı bu planın bir parçasıdır? Dahası, Profesör nasıl olup da bu sorumsuz kadının ismini önceden verebilmiştir? Ayrıca nasıl olup da yüzlerce kişinin gelip geçtiği o yerde tek kayıveren Berlioz oluvermiştir? Kördüğümler içinde kalan, çok güvendiği aklı donuveren genç şair İvan Nikolayeviç’in oradan oraya korku ve telaş dolu koşuşturmaları fayda vermemekte, aksine kamusal bir endişe yaratmaktadır. Soğukkanlı bir katilden öte, belki de gizli bir ajan olan bu gözbağcı şaklabanın şehirdeki varlığının yaratabileceği tehditleri resmi makamlara anlatıyor olmasına rağmen, genç şairi ciddiye alan olmamaktadır. Profesör’ün şehirdeki varlığına imkân veren resmi belgeleri bizzat görmüş olmasına rağmen, ortalarda şimdi ne bir kayıt ne de bir belge bulunmaktadır!
Bu bürokratik imparatorlukta, tevdi edilmemiş hiçbir vazifeyi umursamamak, kendine boş yere sorumluluk yüklememek bir yaşam biçimi olmuşken, genç şairin işi fazlasıyla zorlaşmaktadır. İvan Nikolayeviç gençliğin verdiği idealist cehalet ve yitirdiği dostunun üzüntüsüyle olsa gerek, heyecanını dizginleyemiyor, iddialarında ısrar ettikçe muhakemeden yoksun görülüyor ve nihayetinde şizofreni teşhisiyle kendisini bir akıl hastanesinde buluyordur. Bu noktada okuyucunun aklına gelen ilk şey, vaktiyle Profesör’ü biraz çatlak bulan İvan Nikolayeviç’in “ruh hastalıkları tedavi merkezinde bulunmuşluğunuz var mı, yurttaş?” sorusuna aldığı karşılık olmaktadır: “Bulunmadığım yer yok ki! Ne yazık ki, hocalara şizofreninin ne olduğunu sorma fırsatı bulamadım. Siz sorarsınız artık, İvan Nikolayeviç!”
“Usta ve Margarita” şeytan ayrıntıda gizlidir dedirten incelikli olay örgüsüyle okuyucusunu sıkça geçmiş sayfalara götürürken, kendisi de kurgu gereği sıkça geçmişe -Nasıralı İsa’nın Kudüs’üne- dönmektedir. Bu geri dönüşlerin birinde Pontius Pilatus, gönülsüzce Nasıralı İsa’yı yargılarken bir diğerinde ise sadık havari Matta Levi’nin kahır dolu iç çekişleri duyulmaktadır. Ve nihayetinde, aldatırken aldanan Kiryatlı hain Yahuda’nın ibretlik sonuna şahit olunur…
Olup bitenlere yakinen şahitlik etmiş olan Profesör’ün ağzından dökülen bu hikâyeyi Bulgakov’un ısrarla devam ettiriyor olmasının sebebi romanın bir diğer kahramanı “Usta”da gizlidir. Yazarın bu anlatıları iç içe geçirmedeki bireysel gayreti Nasıralı İsa’nın öğretisindeki merhamet, fedakârlık ve inancın gücü temalarını “Usta”nın merceğinden keşfetme arzusundan kaynaklanır. Zira Pontius Pilatus ve Nasıralı İsa’nın karşılaşmasını konu alan bir roman yazmış olan “Usta”nın Sovyet Edebiyat bürokrasisi tarafından yok edilen kariyeri, onun bir biçimde Bulgakov’un romandaki gölgesi olduğunu düşündürür.
Oyunlarının yasaklandığı, eşiyle birlikte neredeyse açlık sınırında yaşadığı o buhranlı günlerde yurt dışına gönüllü olarak sürülme talebini bir sinir krizi eşliğinde Stalin’e yazan Bulgakov’un, bir türlü cesaret edip de bu mektubu gönderememiş olmasının anlamı üzerine düşünmek gerekir. Bu noktada kariyerinin son bulması yetmezmiş gibi asılsız bir jurnal ardınca gizli polis tarafından aylarca alıkonulan “Usta”nın nihayetinde kendini bir psikiyatri koğuşunda buluyor olması da hiç şaşırtıcı kaçmamaktadır. Esas şaşırtıcı olay, vaktiyle Nasıralı İsa’yı yeren bir şiir yazmış olan İvan Nikolayeviç ile Nasıralı İsa’yı yargılayan Pontius Pilatius üzerine bir roman yazmış olan Usta’nın aynı koğuşta buluşuyor olmasıdır. 1930’lar Rusya’sında herhalde eşitlik bu olmasa gerektir.
Şefkatli, iyiliksever ve zeki bir insan olan Usta aynı zamanda cesur ve kararlıdır. Haksızlığa boyun eğmez, doğru olan neyse yapmaya devam eder. Bu sefer doğru olan herkesin anlattıklarından şüphe ettiği İvan Nikolayeviç’i anlayışla dinlemektir. Genç şairin yaşadıklarından yola çıkan Usta, hiç tereddüt etmeden Profesör’ün Şeytan olduğuna hükmeder: “Onu tanımamak imkansız dostum!… Tarif ettiğiniz farklı gözler, kaşlar! Pardon, Faust’u da mı okumadınız?” Yedi dil bilen, binlerce kitap devirmiş otodidakt bir entelektüel olarak Usta bu hususta haklıdır. Şeytan Moskova’dadır. Fagot ismindeki yardımcısı, Azazello ismindeki tetikçi iblis, dişi bir vampir olan Hella ve konuşabilen devasa kara kedi Behemot ile birlikte Şeytan, nam-ı diğer Profesör Woland işbaşındadır.
Lükse ve şatafata düşkün bürokratlar, döviz görünce ağzının suyu akan ahali, birbirini ispiyonlayarak merkez konumdaki konutlara çökmeye çalışan açgözlüler, şöhrete giden yolu yatak odasından geçiren sanat yönetmenleri, hepsi ve daha fazlası Moskova’dadır. Böylesi bir kitleyi Varyate Tiyatrosunda toplamış olan Profesör ve ekibinin gösterisi tam bir yanılsamalar kumpanyasıdır. Kitlelerin gözlerini perdelemekte fazlasıyla mahir olan Profesör savurduğu boş kâğıtları değerli birer banknotmuş gibi kapıştırıyor, sahneye çıkardığı kadınları soyarak güya şık bluzlar, kürkler ve mücevheratlarla donatıyordur.
Ama aslında yaptığı yegâne şey, kandırılmış çıplaklar olarak bu coşkulu kitleyi Moskova sokaklarına geri salmaktır. Ahlaken bozulmuş bu kalabalığın yüzüne büyülü bir biçimde vurulan gerçeklik hala anlaşılamamaktadır. Gösterideki keskin hiciv, kitlenin yüzeyselliği ve açgözlülüğünü zekice ortaya çıkarır. Bu gerçekçi eleştirinin fantastik aktör ve öğelerle süslenmiş olması kusurlarımızın masalsı bir anlatım içinde bile utanç verici kalabileceğini gösterir.
Profesör ve ekibi Moskova’nın altını üstüne getirirken, İvan Nikolayeviç ve Usta’nın hararetli sohbeti devam eder. Laf lafı açarken konu sonunda Usta’nın büyük aşkı Margarita’ya varır. Usta’nın hayatın anlamı olarak gördüğü Margarita’nın güzelliği tartışılmazdır. Ama esas güzelliği kalbinden süzülen saf duygularında gizlidir. Hissiyatının saflığı ölçüsünde Usta’nın yaşadığı haksızlıklara karşı ölesiye bir nefret duyan bu öfkeli kadının, sevgisi gibi adalet arzusu da sınırsızdır. Margarita’nın fiziksel güzelliği, ruhani safiyeti ve soydan gelen asaleti tüm gizemiyle bir araya gelirken, Fransız Kraliçesinin soyundan geldiğinden bihaber oluşu, kalbindeki saflığa ne de güzel yaraşır!
Moskova’daki kaos dolu yorucu günlerine görkemli bir balo ile veda etmeyi planlayan Profesör’ün, tarihin terör dolu sayfalarından kopup gelecek olan türlü türlü ziyaretçisini karşılarken kendisine Margarita’nın eşlik etmesini irade buyurması da zira bu sebeptendir. Profesör’ün ekibi bir yandan işbirliğine ikna ettikleri Margarita’yı cadılık güçleriyle donatırken, bir yandan da “kan mühim mesele” diyerek ona asil soyundan haber vermektedir. Bu beklenmedik haber ile beraber Fagot’un dilinden dökülen cümleler fazlasıyla anlamlıdır: “Ne sınıfsal ayrımların ne de devletler arasındaki sınırların en ufak bir etkide bulunabildiği şeyler var.” Bulgakov’un Sovyetlerin karşılaştığı milletler sorununa dair bir gönderim içerdiğini iddia edebileceğimiz bu hükmün, Stalin’in soykırıma dönüşen zorunlu göç politikalarıyla yok etmeye çalıştığı etnik kökene işaret etmesi olasıdır.
Nihayetinde balo başlamakta; katiller, caniler, ayyaşlar, hırsızlar, hainler, tecavüzcüler, sübyancılar, cadılar, mamalar, fahişeler, pezevenkler, zindancılar, cellatlar, muhbirler, hafiyeler, azatlılar, büyücüler, zehirciler… ve tüm diğerleri mezarlarından çıkıp hürmetle efendilerinin davetine icabet etmektedir. Kötülük, Margarita’nın önünden bir tören alayı gibi ihtişamla geçerken, Profesör de sanki yanında durmakta olan güzellik, safiyet ve asaletin zıtlık aynasında askerlerini seyretmektedir.
Kitabın en büyüleyici tasvirlerinin yapıldığı, edebi bir şölene dönüşen bu sayfalar arasında Bulgakov sözü yine hesaplaşmaya doyamadığı Mihail Aleksandroviç Berlioz’a vardırır. Elinde tuttuğu Berlioz’un kesik kafasına hitaben Profesör’ün dilinden şu sözler dökülür: “Söylediklerim çıktı, değil mi? Kafanın kesilmesiyle birlikte insanın içindeki hayatın sona erdiğini, insanın küle dönüşüp yokluğa karıştığını söyleyen o teorinin ateşli vaizlerindendiniz hep… Gerçi bütün teoriler aynı kıymettedir. Aralarında bir tanesi var ki, herkese inancına göre verileceğini söyler. [2] Öyle de olsun! Siz şimdi yokluğa kavuşuyorsunuz, bense dönüşeceğiniz tastan varlığın şerefine içmekten mutlu olacağım!”
Bulgakov, ilerleyen sayfalarda Şeytan’ın yaratılış amacını dualite temelinde açıklarken, kendi varlık felsefesini ortaya çıkarır.Efendisinin emriyle Profesör’ün yanına varmış olan Matta Levi’ye Bulgakov’un Profesör’ün dilinden yönelttiği soru anlamlıdır: “Bana bir iyilik yap da şu soru üzerine biraz düşün: Kötülük olmasa senin iyiliğin ne işe yarardı ve gölgeler kaybolsa dünya nasıl görünürdü? Gölgeler nesnelerden ve insanlardan oluşur ne de olsa. İşte kılıcımın gölgesi. Ama ağaçların ve canlı varlıkların da gölgeleri olur. Saf ışığın tadını çıkarma fantezin yüzünden, üzerindeki bütün ağaçları ve bütün canlıları söküp atarak bütün yerküreyi çırçıplak bırakmak mı istiyorsun yoksa? Aptalın tekisin.”
Bu sorunun -belki de- rejimin baskıcı politikalarından kurtulmak için elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen yine de kaderini yaşamak zorunda kalan Bulgakov’un kendi öz benliğine, nihayetinde yaşadıklarına anlam verebilmesi ardınca yönelttiği bir özeleştiri olduğunu belirtmek gerekir. Metinde saklı bu içsel diyalog kişisel özgürlük istenci ile toplumsal süreçlerin kaçınılmazlığını dengelemenin evrensel ikilemini dışa vurur. Sözün özü Stalinist rejimin kötücül politikaları altında yaşamak zorunda kalan Bulgakov’un, kötülük felsefesi üzerine düşünmek zorunda kalışına pek de şaşırmamak gerekir.
Bu sırada Matta Levi’nin Profesör’e ne için uğradığı da anlaşılır. Usta’nın yazdıklarından haberdar olan Efendisi’nin Profesör’den istediği Usta ve Margarita’nın ihtiyaçlarının giderilmesidir. Profesör’ün sorusu “bunu niye siz yapmıyorsunuz” olurken verilen cevap henüz ışığı değil ama mutluluğu hak ettikleri olmaktadır. Bulgakov’un bu cevapla fazlasıyla incelikli bir noktaya işaret ettiği ortadadır. Olmakta olanların niçin oluverdiğini anlamayı sağlayacak olan gerçek sebep-sonuç ilişkilerini çözmeye imkân veren mutlak ışığa, aydınlığa ulaşmak yerine, geçici ihtiyaçları karşılamanın bir sonucu olan mutluluğa kavuşmanın görece düşüklüğü ortadadır.
Bu düzlemde Usta ve Margarita’nın sorunlarının Profesör’e havale edilmesi anlam kazanır. Anlaşılan o ki, sebep- sonuç döngüsünden sıyrılıp, isteksizlik isteğinden bile kurtulmadıkça yani bir yokluk bilincine kavuşmadıkça ışığa ulaşmanın mümkün olamayacağıdır. Bu temelde, tüm sebeplerin aynı zamanda birer sonuç olduğu kavranmadıkça farkındalığın doğmayacağı, görünen faillere takılmadan olmakta olanın zorunlu olmaklığına rıza gösterilemeyeceği anlaşılmaktadır.
Metin ilerledikçe görülen bir diğer husus, şeytanla işbirliği yapmalarına rağmen Usta ve Margarita’nın ruhlarındaki temizliği koruyabilmiş olmalarıdır. Bu noktada, Bulgakov’un tüm bu fantastik anlatım içinde edebi bir şölene dönüşmüş olan eseriyle ortaya koymaya çalıştığı ince kavrayışın altını çizmek gerekir. Bulgakov, bir taraftan karakterlerinin irade güçleri aracılığıyla karmaşık ahlaki ve toplumsal ikilemlerin üstesinden gelme becerisini vurgularken, diğer taraftan da gerçek iyiliğin yalnızca dış koşullar ile belirlenmeyen, yaptığımız seçimler ve anlamlandırma gücümüzle de şekillenen bir değer olduğunu göstermektedir. Bu derinlikli anlayış ile romanın basit bir kötülüğe karşı iyilik söyleminin ötesine taşındığı, daha ziyade ahlaki bir manifestoya dönüştüğü söylenebilir.
Sovyet Rusya’nın kültürel tarihinde önemli bir iz bırakan “Usta ve Margarita”ya son bir kez daha bakıldığında Usta’nın kurtuluşu, rejim karşısında direnme ümidini gösterir. Margarita’nın aşk dolu adanmışlığı, ruhi safiyetin yok edilemez özünü gösterir. Bir daha şiir yazmamaya ahdetmiş eski tanrıtanımaz genç İvan Nikolayeviç’in uyanışı, meselelerin derinini bilmeden çevrenin dolduruşuna gelmemeyi öğretir. Profesör, ontolojik bir dualite temelinde, kötülüğün varlık alanına çıkmak mecburiyetinin dışavurumudur. Roman, rejim tarafından görmezden gelinen yaratıcı enerjinin ve özgürlüğün edebi kutlaması, sosyalist sistemin bürokratik hantallığının mizahi bir kritiğidir. Ancak tüm bunları yaparken kaba saba bir isyankârlık yerine uyanık bir teslimiyet sergiliyor olması, okuyucusunu kasvete boğmayan bir neşe içinde tutabilmesini sağlamaktadır. Şüphesiz ki metni değerli kılıp tekrar tekrar okunma isteğinin altında yatan da bu olgun tavırdır.
[1] Piyonerya, Rusça öncü anlamındaki Piyoner kelimesinden gelir. (İng. Pioneer)
[2] İncil’den bir ilke.