[voiserPlayer]
Geçtiğimiz hafta Doğan Gürpınar önemli bir yazı yazdı ve son zamanlarda revaçta olan merkez kavramını irdeledi. Yazı, birbirinden farklı yorumlanan merkezleri sunarak başlıyor ve merkez kelimesine eşlik eden makul kavramının öznelliğini vurgulayarak devam ediyor. Gürpınar yazısını, sayısı gittikçe artan dijital karşılaşma alanlarının, etkileşimi, müzakere fırsatlarını ve tahammül edilmesi zor nefret dilini aynı anda içinde barındırdığını ancak bunun bir karmaşadan ziyade yeni bir merkez inşası için aşılması gereken bir merhale olduğunu söyleyerek bitiriyor. Zira, ona göre yeni merkez tam olarak bu karmaşanın getirdiği huzursuzluğa tahammül ederek kurulabilir.
Bu yazıyı biraz tartışmak istiyorum. Mesela, niçin merkez siyaset alanından bu kadar farklı şeyler anlıyoruz? Gürpınar’ın yaptığı kategorizasyona göre aslında her biri ideolojik bir amaç taşıyan üç farklı merkez var. Bunlardan ilki, bütün demokratik sızıntılara karşı alerji duyan ve eski rejimin (AKP öncesi dönemin) yeniden tesisi ile huzur bulacak olan merkez tasavvurudur. İkincisi, ülkenin doğal merkezi olarak Avrupa Birliği normlarını kabul eden liberal demokrat görüştür. Üçüncüsü ise özellikle popülizmin panzehiri olarak gözüken teknokrasi gibi gözükse de bu tip bir merkez siyasetsizliğin arkasına gizlenmiş olan, her daim siyaset üstü tanımlanmaya eğilimli Atatürk, vatan, bayrak ve milliyetçi kavramların belirli bir yorumunun hegemonyasını besler.
Tanımlanan merkezlerin ortak özelliği, ideolojik saldırılardan korunma ihtiyacı duyan ve siyaset dışı bir noktada konumlanmaya niyetli olan bir kavram olma iddiasıdır. Ancak bu mümkün değildir zira tanımlanan içerikler aslında siyasal olanın ta kendisidir ve merkez, siyaset dışında bir yerlerde değil bizzat bu alanın içindedir. Dolayısıyla, diğer ideolojilerle adil ve eşit bir rekabete girmeyi reddeder ve kendisine koruma talep eder. Gürpınar da haklı olarak üzerinde uzlaşılamayan bir merkezin meşruluğunu sorguluyor. Üstelik, makul olanın sınırlarını çizen merkezin toplumu rahatlatmak yerine birbirine karşı daha da hırçınlaştıracağını çünkü bir kesimin makulünün diğer kesimin cehennemi olabileceğini söylüyor.
Burada D’entreves’nin yıllar önce devleti tanımlarken yaptığı ayrımı yeniden ziyaret etmekte fayda var. O devletin üç farklı yorumundan bahsediyor. Bunlardan birincisi, devleti güç ile eşitleyen ve Machiavelli ile özdeşleşen yaklaşım. Özellikle modern devlet öncesi, kiliseyi siyasi hayattan kovan ve otoritesini arttıran hükümdarlarda tecessüm eden bir devlet yorumu bu. En müstehcen hali “devlet benim” diyen XIV. Louis de kendini ifşa ediyor. Yani güç ile devleti özdeş gören bir yaklaşım. Dolayısıyla, gücün sahibine de devlet muamelesi yapmaktan imtina etmiyor. Bu yüzden hükümdar, devletin tüzel kişiliği ile kendi özel kişiliği arasında bir fark görmüyor. Böylece gücün, nasıl kullanıldığına göre meşruluk kazanmadığı aksine gücün kullanım biçiminin meşruluk ölçütüne dönüştüğü bir durum ortaya çıkıyor. Her ne kadar modern devlet öncesi zamanları açıkladığı düşünülse de aslında devletin bu yorumunu bizler hayatımızda bizzat yaşıyoruz. Zira Türkiye’de de gücün kendisi bir meşruluk kaynağıdır ve onu dizginleyebilecek tutarlı bir çerçeve, kurallar bütünü ve bu kuralları hatırlatacak yargı bağımsızlığı yoktur. Erdoğan=AKP=Türkiye denklemi aslında devletin nasıl yorumlandığını açıkça gösterir.
Devletin ikinci yorumu ise iktidarın kendisinden çok onun süreçleriyle ilgilidir. Bu ise bizi, yöneticinin biyolojik varlığının ötesinde tanımlayabileceğimiz daha soyut bir egemenlik ve devlet tanımına götürür. Artık egemenlikten anlaşılan hükümdarın siyasi ikbali değil, iktidarın belirli bir saha üzerinde belirli kurallara uyularak icra edilmesidir. Dolayısıyla, iktidarın icrasını şekillendiren kanunların belirlenmesi ve uygulanması kişisel tercihlerin konusu olmaktan çıkar. Zira artık daha soyut bir şekilde tanımlanan egemenliğin sahibi de tek bir kişi değil, vatandaşların tamamı, onların ortak iyisidir. Yani meşruluk zemini ortak iyinin üzerine oturur. Böylece iktidarı icra edenler bir hükümdarın şahsına değil onu aşan bir egemene karşı sorumlu olurlar. Hobbes ve Bodin ile başlayan Weber ile belki de zirveye ulaşan bu devlet anlayışı, devletin biçimsel yanına odaklanır ve süreçlerin varlığını bu süreçleri şekillendiren kanuni içerikten daha fazla önemser. Bu yüzden devletin üçüncü yorumu onlar için tamamen sübjektif bir ideolojik tartılmanın konusudur.
Bu üçüncü yorum, devletin meşruluğunu salt iktidardan veya iktidarın süreçlerinden almadığını, bu süreçlerin içeriğine göre bir meşruluk tanımı yapılması gerektiğini iddia eder. Bu bir bakıma, kilisenin Ortaçağ krallıkları üzerindeki denetimini meşrulaştırdığı adil hükümdar çağrısına denk düşer çünkü egemenliğin işareti olarak görülen pozitif hukukun tek başına meşruluk üretmeye yeterli olmadığını, doğal hukuk gibi normatif bir çerçeveye ihtiyaç duyulduğunu iddia eder. Böylece, ortak iyinin otoriter bir yönetim tarafından belirlenmesinin yol açacağı krizler önlenebilir ve sübjektif bir ortak iyi tanımlamasının sırf biçimsel olarak tatmin edici olduğu için objektif bir karaktere dönüşmesi önlenebilir.
Günümüz Türkiye’sinde aslında hararetle tartışılmak istenen merkez siyaset meselesi tam olarak devletin ikinci ve üçüncü yorumu arasındaki çatışma ile ilgilidir. Ve aslında Gürpınar’ın haklı bir şekilde işaret ettiği gibi merkezden anlaşılan iktidarın süreçlerine odaklanan ve yasaların içeriğini tali bir mesele olarak gören bir alan değildir. Bu yüzden merkez sağ veya merkez sol denildiğinde bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır. Bir Deva Partili için merkez sağ, liberal ve kimlik grupları arası bir sözleşmeyi içeren bir söyleme işaret ederken, İYİ Partili için cumhuriyetin temel değerleri ile barışık bir demokrasi talebine tekabül etmektedir. Benzer şekilde liberal sol için merkez, hak mücadelesi verilirken dayanışma içinde olmayı gerektirirken, seküler ve Kemalist CHP seçmeni için yanlış veya eksik anlaşılmış cumhuriyetin aydınlanma misyonuna geri dönmek ve onu yeniden yorumlamak şeklinde anlaşılır.
Belki de bu yüzden blok halinde hareket etmesi beklenen sağ ve sol gruplar hem kendi içlerinde bölünmüş hem de birbirleriyle karmaşık bir ilişki kurmuşlardır. Deva ve CHP içindeki sol liberallerin oluşturmaya çalıştığı merkez ile İYİ Parti ile CHP tabanının ağırlık bir kısmının yaptığı merkez tanımı birbirine yakınlaşmaktadır. Burada asıl mesele, AKP’nin kurduğu rejimin illüzyonuna kapılmamaktır. İçinde bulunduğumuz durum, her iki yaklaşımın da hali hazırda varolmayan, normatif bir gelecek vaat ettiğini düşündürebilir. Meseleyi daha içinden çıkılmaz kılan ise farklı merkezlerin birbirlerinin normlarını bir kabus olarak düşünmeleridir.
Halbuki bu böyle olmak zorunda değil. Ne iktidarın keyfileşmesini önlemek için kurumsal bir devlet önermek temel insan haklarına duyulan bir mesafeye işaret eder ne de yasaların içeriğini tartışmak bu yasaların yapılma ve uygulanma tarzının kurumsallıktan azade olması gerektiğini söyler. Cumhuriyeti bir yöntem olarak kabul etmek ve onu toplumsal taleplere göre değişebilecek esnek bir yapı olarak tanımlamak hem kanun önünde eşitlik ülküsünü hem de türdeş olmayan toplum hayalini aynı anda besleyebilir. Bunun koşulu ise kanunun üstünlüğü prensibini değişime cevaz verecek şekilde pratiğe dökmek olabilir. Yani, siyasi otoriteden ve yasa yapıcıdan sübjektif bir tavır almasını beklemek yerine, alınabilecek bütün sübjektif tavırları objektif bir şekilde güvenceye alması bizim için bir çıkış yolu olabilir. Bunun yolu ise ifade hürriyetini muğlak sınırlandırmalarla zayıflatmamak ve siyasi rekabetin kendisini, aktörlerin kişiliğini yorumlama ve onları yaftalayarak kriminalleştirme işini bir tarafa bırakarak yaşatmaya gayret etmektir. Böylece bireyler ve toplum kesimleri, kendilerine göre tanımladıkları özgürlük kavramını, diğer kesimlerin hilafına bile olsa, onların itirazlarına kulaklarını tıkayarak hayata geçirebilecek kudretli ve kutsal bir mesih beklemek zorunda kalmazlar. Böylece türdeşliği kıran çoğulculuğun bizzat cumhuriyet kanunlarıyla teminat altına alınması cumhuriyet kavramının eleştirisine kadar varan türdeşlik karşıtı aşırılığı sınırlandırabilir.
Türkiye’de demokratikleşmenin kendisinden çok onun göstergeleri ve görüntüleri daha çok tartışılmış ve ezbere yapılan birçok yorumun kapısını aralamıştır. Göstergeler ve görüntüler kendisini sorunlar şeklinde ortaya koyduğu için, bu sorunların çözümünün de kendiliğinden demokrasi üreteceği varsayılmıştır. AKP iktidarı sağolsun, bu sorunları çözme iradesini göstererek aldığı entellektüel desteği ziyadesiyle istismar etmekle kalmamış aynı zamanda bu sorunları çözerek demokratikleşme yerine otoriterleşmeyi başararak tarihi bir ders vermiştir. Bu ders, iktidarın süreçlerini ve hukukun üstünlüğünü cenneti getirmek için ihlal eden ve bu sebepten ötürü tolere eden liderlerin (ve aslında mesihlerin) hayatlarımızı cehenneme çevirdiğini anlatır. Dolayısıyla, baştan çıkartıcı söylemlere sahip siyasetçiler bizi ayartmaya her daim hazırdır ve oradadır. Bunu başarması için onlara kanun üstü bir yetki vermek ve bunu nurlu bir geleceğe giden yolda geçici bir aşama olarak görmek sorunun bizzat kendisine işaret eder. Belki de toplumu kendi haline bırakmak ve onların bir uyum yaratmasına müsade edecek kurumlarla yetinmek en güvenli yoldur.
Öte yandan, kurumsal bir devleti denetimsiz bırakmanın tehlikesinin de farkında olmalıyız. Kurumsallığın önemli olması yasal düzenlemelerin ve uygulamaların içeriğini anlamsız kılmaz. İyi olanın da kötü olanın da sadece daha öngörülebilir bir şekilde hayatımızda var olmasını beraberinde getirir. Ve denetimsiz kalan devlet aygıtının mutlaka kendi iyisine doğru meyletmesi ve bunu dayatması her zaman mümkündür. Bu yüzden, iyi ve kötüyü tanımlama hakkı elinden alınmış, sınırlandırılmış ancak kurumsal mekanizmasını ayakta tutmayı başaran bir devlete sahip olmak için uğraşmak zorundayız.
Bu tartışma bizi merkezin teorik bir karşılığının olmak zorunda olmadığı onun yönteme ilişkin bir kavram olarak ele alınması gerekliliğine götürüyor. Bunun da ilk şartı, iktidarın bir kurallar bütünü ile sınırlandırılmış olması ve iktidarı icrasının öngörülebilir süreçler üzerinden ilerlemesi. Bu süreçlerin içeriği ise siyasal alan ile sivil toplumun hem kendi arasında hem birbirleriyle kurduğu dinamik ilişkinin olabildiğince barışçıl ilerlemesini temin etmek. Bunun ismine ise ister helalleşme diyelim ister eşit vatandaşlık kavramının hukuki garantilerle ilerlemesi…
Fotoğraf: Serge Kutuzov