[voiserPlayer]
Bin dokuz yüz otuz iki yılının sonlarına doğru henüz yirmili yaşlarının ortalarında olan iki sevgili, Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir, o sırada Berlin’de okuyan bir arkadaşları Raymond Aron ile Paris’te Bec-de-Gaz isimli bir barda buluşur. Aron ikiliye Almanya’da öğrendiği bir felsefe akımından bahseder: fenomenoloji. “Eğer bir fenomenolojist isen,” der Aron, o an içtikleri kayısı kokteylini elinde tutarak, “bu kokteyl hakkında konuşabilir ve ondan felsefe yapabilirsin.”
Modern bir felsefe akımı olarak ‘varoluşçuluk’ bu sohbette doğdu. Sarah Bakewell’in At the Existentialist Cafe’si, ‘varoluşçuluk’ akımını, ortaya çıkışına ve gelişimine etki eden ondokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki felsefi öncülleri ve akımı temsil eden en önemli iki isim, Sartre ve Beauvoir’ın hayat hikayeleri üzerinden, anlatıyor.
“Varoluşçuluk” akımının modern zamanlardaki en erken öncülleri Soren Kierkegaard ve Friedrich Nietzsche oldu. Kierkegaard, insanın varoluşunu herseyin başlangıç noktası olarak kabul ederek, Nietzche ise, varoluş realitesini örten bütün perdelere isyan ederek. “Varoluşçuluk” akımı üzerinde daha sistematik ve disipliner etkiyi ise “fenomenoloji” akımı yaptı. Edmund Husserl’in kurduğu fenomenoloji herşeyden önce bir felsefe metodu. Bu metoda göre öncelikle şeylerin tasvir edilmesi gerekir. Tasvirci, o şeye yönelik, o şeyle alakalı bütün alışkanlıklarını, klişelerini, varsayımlarını, inançlarını ve ön, öz veya öz olmayan fikirlerini bir tarafa koymalı ve sadece şeyin kendisine odaklanmalı. Ancak, tasvir ettiği şeylerin oldukları halleri veya objektif realiteleri ile değil, kendi deneyimlediği halleriyle veya subjektif realiteleri ile ilgilenmeli. Mesela, içilen bir kahvenin kokusu, rengi, tadı ile… Başkalarının aynı kahve ile alakalı deneyimleri veya ne kadar bilimsel olursa olsun kahve ile alakalı bilgiler ile değil. Husserl’ın fenomenolojisi özetle iki temel çağrı yapar. Bir; varolan bütün bilgilerin, ideolojilerin ve dogmaların paranteze alınması. İki; soyut kavram ve fikirlere değil, somut insan deneyimlerine odaklanma.
Husserl’in ardından “varoluşçuluk” akımına en kritik katkıyı Martin Heidegger yaptı. Husserl’in öğrencisi ve emekli olduktan sonra Freiburg’taki kürsüsünü devrettiği Heidegger “varolma/varlık (Alm: Sein/İng: Being)” sorusu(nu) üzerine yoğunlaştı ve en önemli yapıtı Varlık ve Zaman’ında bu konuyu ele aldı. (Alm:Sein und Zeit/ İng:Being and Time). Heidegger şeyler olarak varlıklar (Alm: Seiende) ile büyük harfle Varlık (Sein) arasında fark olduğunu savunur. Birincisi sıradan şeylerken, ikincisi, yani Varlık (sein), o sıradan şeylerin hepsinde olan, ancak kendisi farklı bir varlık (being) olmayandır. Bütün varlıklar içinde Varlık (sein)’ın farkında olan ve onun üzerinde düşünebilecek tek varlık insandır. “Varlık” üzerine düşünmek insanın kendisi üzerinde düşünmesini gerektirir.
“Varlık” üzerinde düşünme fenomenolojik metodun gerektirdiği gibi olmalıdır: İnsanın kendisi ile alakalı, sosyal, insani, ilahi veya fen bilimlerinin sağlayacağı bütün bilgiler paranteze alınmalı ve salt kişisel deneyime dayalı olmalı. Heidegger, “Varlık”ı, soyut ve hayatın dışında değil, hayatın sıradan, günlük işlerinde boğulmuş ve başkalarıyla derin ve yoğun bir etkileşim halinde bulur.
Sartre ve Beuvoir, Raymond Aron’la görüşmelerinin hemen sonra fenomenoloji üzerine okumalarına başlarlar. Hatta Sartre bir yıllığına Berlin’e gider ve Husserl okumaları yapar. İkili, Husserl ve Heidegger okumalarını derinleştirdikçe, kendi düşüncelerini de yazıya dökmeye başlarlar. Sartre’in baş felsefe yapıtı, Varlık ve Hiçlik (L’etre et le neant), 1946 yılında gelir: De Beuvoir’in baş yapıtı, İkinci Cinsiyet (Le Deuxieme Sexe), 1949 yılında.
Varlık ve Hiçlik varlığı ikiye ayırır: kendi içinde varlık (en-soi) ve kendisi için varlık (pour-soi). İlk tür varlık bir özü olan ve o öze uygun davranan bütün canlılardır. İkinci tür varlık ise bir özü olmayan, özü olmadığı için hür olan varlıktır ve o varlık insan bilincidir. İlk tür varlık madde iken, ikinci tür karşıt maddedir. Karşıt maddenin ise bir varlığı yoktur, hiçliktir. İnsanın hür olmasının sebebi de bu başlangıç anındaki hiçliktir. İnsanın herhangi bir şey olması için bir öz yoktur. İnsan kendinin ne olacağını kendisi belirler. Bu durum ise insanın endişelerinin kaynağıdır. İnsanın kendini bağlayacak kurallar koymasının, rollere bürünmesinin veya bağlılıklar inşa etmesinin de sebebi bu varoluşsal endişe-dolu olma halidir. Nihayetinde bütün bunlar kişinin endişelerini azaltma gayesiyle özgürlüğünü daraltmasıdır: ırkımız, sınıfımız, mesleğimiz, tarihimiz, ailemiz, çocukluk anılarımız, gizli arzularımız … Kontrol edemediğimiz veya edemediğimizi iddia ettiğimiz her şey. İnsanın varoluşsal özgürlüğünün arkaplanları veya yükleri. Kişi, çoğu zaman değiştiremediği bu arkaplanlar ve yükler altında ancak özgürlüğünü yaşamak durumundadır. Söz konusu arkaplanlar ve yüklerle yüzleşerek, mücadele ederek veya kabul ederek.
İkinci Cinsiyet Sartre’ın “kötü inanç (mauvaise foi)” olarak isimlendirdiği ve kişinin özgürlüğünü kısıtlayan bütün arkaplanlar ve yüklerin özellikle kadınlar için geçerli olanlarını inceler ve tasvir eder. Kadınlar, çocukluklarından itibaren kendilerini içinde buldukları arkaplanlar ve yüklerin koyduğu engel ve kısıtlar altında tercihlerini yapar, davranışlarını sergiler. Ve, kadınların tercihleri ve davranışları kadınlıklarının “doğal” hali veya özü olarak yorumlanır, belirli bir arkaplanlar ve yükler toplamının şekillendirdiği, hatta belirlediği tercih ve davranışlar olarak değil. Beuvoir’in meşhur formülasyonuyla, hiçkimse kadın olarak doğmazdı, kadın olurdu. Daha da önemlisi elbette, kadınların kendilerini altında buldukları arkaplanlar ve yükler onların gelişimlerini olumsuz etkiliyordu: Kadınlar kendi iradeleri ile karar verebilen, hareket edebilen bireyler olamıyordu ve vasatlığa mahkumdu. Kadınlar tabiatları gereği vasat değillerdi, ancak içine kapanık, pasif ve kendilerinden şüphe eden kişiler olmayı öğreniyorlardı.
Varoluşçuluğun çıkış noktası insanın aslında doğuştan gelen, tabiat veya Tanrı-vergisi, bir özünün olmadığıydı. Sartre’ın meşhur formülasyonu ile, varolma özü öncelerdi (l’existence precede l’essence). Bu sabit bir öz yokluğu veya hiçlikten ötürü de insanlar varoluşsal olarak özgürdü ve o özgürlükle kendilerini içinde buldukları arkaplanlar ve yüklerin kısıtları altında, kendi tercihleriyle kendilerini yoğurup, şekillendiriyorlardı. Bu kabüllerden sonra gerisi, artık tarihti. Sartre ve Beuvoir hayatlarının geri kalanında, hayatı olabildiğince farklı alanlarda, dini veya seküler herhangi bir kısıt ile kısıtlanmadan, deneyimleyecek ve bu deneyimlerini yazıya dökeceklerdi.
At the Existentialist Cafe, Sartre ve Beuvoir’ın hayat hikayelerini ve fikirlerini ele alıyor. Kitap, ikilinin fikirlerini etkileyen Edmund Husserl ve Martin Heidegger gibi isimlerin ve ikilinin hayat hikayelerine bir şekilde giren veya fikirleri karşılıklı etkileşen Albert Camus ve Maurice Merleau-Ponty gibi onlarca ismin de hayat hikayelerini ve fikirlerini de anlatısına yerleştiriyor. Yazarın canlı ve renkli anlatımı, son derece soyut ve (itiraf etmek gerekirse) anlaşılmaz felsefi fikirleri olabildiğince somuta ve basite indirgeyebilme ve yazıya dökebilme kabiliyeti, At the Existentialist Cafe’yi genel okuyucu için erişilebilir, okunabilir, anlaşılabiliyor kılıyor. Bakewell’in bu kadar kapsamlı bir konuyu ele alabilmeye cesaret edebilmesi ise ayrıca takdire şayan. Netice ise eli kalem tutan herkese, “keşke ben yazabilseydim” dedirtecek bir çalışma oluyor.
Çağrışımlar
“Tanrıyı yok sayınca, değerleri seçip ortaya çıkaracak başka birinin bulunması gerekiyor. Onun için her şeyi olduğu gibi kabul edelim. Kaldı ki, «Değerleri biz yaratıyoruz,» demek de, «Hayatın önsel bir anlamı yoktur» demektir. Evet yalnızca bu demektir. Siz yaşamazdan önce hayat bir şey değildir; ona bir anlam kazandırmak ancak size vergidir. Onu anlamlı kılan sizsiniz. Doğrusunu isterseniz, değer denilen şey de, seçtiğiniz bu anlamdan başka bir şey değildir (J. P. Sartre, L’Existentialisme est un Humanisme’den alıntı. Çeviri: Asım Bezirci).”
Hayatın, kişinin ona atfettiğinden öte, kendine öz bir anlamının olmaması… Jean-Paul Sartre bunu kabul ve ilan ile, dini veya seküler ideolojilerin büyük anlatılarının hayata atfettiği anlamları inkar ederken, hayata karşı boş vermişliği de, hayattan tamamen çekilmeyi de savunmadı. Bilakis kişinin hayata tam anlamıyla dahil olmasını savundu. Hayatı sadece yorumlamak amacıyla değil, hayatı değiştirmek ve dönüştürmek, böylelikle de hayata bir anlam kazandırma amacıyla.
Sartre, aslında Karl Marx’ın kendisinden yaklaşık yüzyıl önce yaptığı bir çağrıya cevap veriyordu ve bunun için felsefenin fil dişi kulesinden inip, hayata, onu değiştirmek ve dönüştürmek için, katılıyor/karışıyordu. Ve Sartre bunu dolu dolu yaptı ve döneminin olayları ile alakalı hep bir sözü ve duruşu oldu. Husserl veya Heidegger gibi, ve daha öncesinde diğer bir çok filozof gibi akademinin dar kalıplarına kendini sıkıştırmadı, akademik hiçbir kurumda da konum almadı.
Ancak Sartre’ın bu duruşu akademide de benzer bir süreçin habercisi oldu. Özellikle sosyal ve insani bilimlerde dini veya seküler bir davası, her güncel tartışmada söyleyeceği bir sözü ve takınacağı duruşu olan aktivist-akademik figürlerin ortaya çıkışının… Bu süreç halen daha, bütün hızıyla devam ediyor. Netice ise dinciler, ateistler, hümanistler, milliyetçiler, komünistler, liberaller, liberteryenlar, feministler, lgbt+cılar… ve diğer dava erleri tarafından nihai bir ideale hizmete koşulan akademi… Bu akademik aktivizmin akademinin kendisi, üretim kalitesi ve genel toplumda kabülü ve saygınlığı, üzerindeki uzun dönemli etkileri ise ancak zamanla daha net ortaya çıkacak.
Sarah Bakewell, At the Existentialist Cafe: Freedom, Being and Apricot Cocktails, Chatto & Windus, 2016