[voiserPlayer]
Latincede anlamak, ayırt/fark etmek anlamına gelen ‘intelligere’ kelimesinden türeyen İngilizcedeki ‘intellectual’ kelimesi ve diğer Avrupai ve Avrupai-olmayan dillerindeki benzeşleri. Düz kelime anlamı tam olarak örtüşmese de Osmanlı döneminde ‘münevver’, Cumhuriyet döneminin ise ‘aydın’ olarak tabir kişi. Son dönemlerde kelime asıl halini andırır bir halde, ortada tek ‘l’ ile ’entelektüel’ olarak, Türkçeye de yerleşti.
Gittikçe çoğalan, çoğaldıkça daralan bilgi alanları, kalın ve aşılmaz duvarlarla bölünmüş ve her bölümün kapısında alana girişi ve çıkışı katı kurallarla yöneten uzmanlar ordusu… işte böyle bir çağın belki de tek istisnası. Entelektüellik. Tabir-i diğer yol geçen hanı bir meslek. Meslek mi ki? Kimdir entelektüel? Nasıl entelektüel olunur? Kimi temsil eder? İktidar? Muhalefet? Ya evrenselle ilişkisi? Yetiştiği yerelle?… Bu ve ilişkili sorulara üzerinde hemfikir olunabilecek cevaplar yok. Zira var olduğunu bildiğimiz, ancak ne olduğunu bilmediğimiz bir şey var karşımızda. Modern çağın, uzmanlık çağının hayaleti. O yüzden her cevap kaçınılmaz olarak subjektiftir de. Edward Said de Entelektüel’inde kendi entelektüelini tarif ediyor.
Her şeyden önce entelektüellik bir temsildir. Kamuyu ilgilendiren bir konuda, kamu önünde, kamu için, soyut nitelikte bir mesajı, bir görüşü, bir duruşu, bir felsefeyi, bir kanıyı temsil etmektir. Kamu için o soyutu somutlaştırmak, kelimelere dökmektir. Şahsi özgünlüğünü koruyarak, şahsi rengini vererek, şahsi yorumunu yaparak…
Bu temsili yürütürken entellektüellik, bütün güç ve menfaat odaklarından bağımsız olmaktır, hatta icap ederse, onlara karşı durmak, marjinali de madunu da unutmamak, kamunun canını sıkmak, ezberini bozmak, seslendirilemeyeni seslendirmek, aksi bakışlar atmak. Entellektüelliğin materyali özel ve yerelden, ancak meşruiyeti evrenseldendir. Şahsi bir tını, şahsi bir renk, şahsi bir yorumdur nihayetinde, ancak özgürlük, eşitlik, adalet gibi bütün insanlığa hitap eden evrensel kaygılara seslenmektir.
Ivan Turgenyev’in vasatlığın, adetlerin ve klişelerin düşmanı, akılcı, ilerici ve bilimsel değerlerin yılmaz savunucusu, nihilist bozguncu, insafsız eleştirmen ve iflah olmaz muhalif Bazarov karakteri, James Joyce’un “ister evim, ister yurdum, ister kişisel olsun, inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim” diyen inatçı ve aykırı Stephen Dedalus karakteri ve Gustave Flaubert’in “toplumun refahını amaç edinmiş hukukçular, eleştirmenler, tarihçiler, denemeciler, filozoflar ve toplum kuramcıları olma sevdasında” Frederic Moreau ve Charles Deslauriers karakterleri, hayatın türlü zorlukları içinde yolunu bulmaya çalışan entellektüelliğin pırıl pırıl parladığı örneklerdir.
Bu karakterlerin resmettiği ise, her şeye karşı derin bir kuşkuculuk, bitmek bilmeyen bir enerji ile yürütülen akli faaliyet, toplum ile kapsamlı ve derin bir angajman, ancak bunları tavizi olmayan ahlaki doğruların rehberliğinde yapmak. İşte entellektüel faaliyet. Post-modern çağda bile halen geçerli bir formül.
Ancak yeni dönemin kendine has koşulları da etkin. Hem de ağır bir şekilde. Müesses nizam ve onun modern iletişim araçları ile toplumu içine gömdüğü görüş ve düşünce bataklığı karşısında yürütülen bir faaliyet entelektüellik. C. Wright Mills’in tarifiyle, müesses nizamın boca ettiği bütün klişelerin ‘maskesini indirme’ ve onların etkinliğini kırma, bu vazife şuuruyla da sürekli tetikte olma, ve en nihayetinde de, sevilmemeyi, yalnızlığı göze almayı gerektiren bir faaliyet.
Müesses nizamın entelektüelin/entelektüelliğin karşısına koyduğu, aşması en çetin engellerden birisi, toplumsal uzlaşı, ortaklık, birlik ve beraberlik inşasına hizmet etmek üzere kurguladığı ve mütemadiyen teyid ettiği milli aidiyet söylemidir. Bu söylemin en sık kullandığı kurgu ise ‘biz’ ve ‘onlar’ karşıtlığı. Bu karşıtlığın ifade edildiği dil ile entelektüelin kendini ifade ettiği, etmesi gereken, dil aynıdır. Entelektüellik toplumsal uzlaşı inşası çabalarına hizmet etmeyi değil, bilakis, bu çabalara sorgulayıcı ve şüpheci tavır almayı gerektirir, ’biz’ ve ‘onlar’ olarak inşa edilen karşıtlıkların, hem tek tek, hem de ilişkisel olarak, ezeli ve ebedi sabiteler olmadığını, bilakis tarihi bir süreç boyunca egemenler tarafından inşa edildiklerini vurgulamayı, ezilenlerin ise o inşada unutulduklarını, göz ardı edildiklerini hatırlamayı.
Bazen Filistinliler gibi yok olma tehdidi altında olan bir millete aidiyet entelektüeli “onu savunmaya, onu korumak için gücünüzün yettiği her şeyi yapmaya, milli düşmanlara karşı savaşmaya” sevk eder. Ancak bu durumda bile entelektüelin o millete aidiyeti körü körüne olmamalı, hem liderliğe, hem hedeflere, hem de takip edilen stratejilere yönelik eleştirelliğini yitirmemeli. Entelektüellik, milli dava adına, o uğurda işlenen haksızlıklara, suçlara, kişisel olarak nelere mal olacağı umursanmadan, göz kapatmamayı gerektirir.
Entelektüellik sürgünlüktür. Sürgünlük ise “bir arada kalma” halidir. Ne yeni ortamında kök salabilme, ne de asıl ortamından kopabilme. Ne yeni ilişkiler kurabilme, ne de eskilerini bitirebilme. Gerçek manada sürgünü yaşayan entelektüeller vardır. İngiltere doğumlu, ancak İrlanda’da sürgün Jonathan Swift gibi. İrlanda’ya bitmeyen bir öfkenin sahibi, ancak aynı zamanda onun, İngiltere istibdadı karşısında avukatı. Veya, İngiltere’de ikamet eden, ancak sömürgeciliğin enkazının izlerinin sürücüsü ve ağır yargılayıcısı V. S. Naipaul gibi. Nazi Almanya’sından kaçıp İngiltere ve Amerika’da sürgün yaşamak zorunda kalan Theodor Adorno gibi. Ne gittiği yerlerde, ne de döndüğünde Almanya’da huzur bulmuş bir entelektüel. Turgenyev’in Bazarov karakterinin yaşayan hali. Adorno da kendi halinin farkındadır: “Artık bir anavatanı olmayan biri için yazı yaşanacak bir yer halini alır” der. Ancak entelektüel yazıları içinde dahi gevşememeli ve sürekli tetikte olmalı, ki “düşünsel gerilimin”i sürekli dinç tutabilsin.
Entelektüel açısından sürgünlük salt nikmet değildir, nimettir aynı zamanda. Sürgün bir mahrumiyet olduğu kadar, özgürlük fırsatıdır da. Yeni şeyler deneme. Marjinal olabilme ve kalabilme. Daha somutta sürgünlük her kişiye, gruba, kuruma, olaya karşılaştırmalı bir perspektiften bakabilme imkanı sunar. Zira yeni haller, eski halleri anımsatır ve karşılaştırma fırsatı sunar entelektüele. Bu ona güneşin altında yeni bir şey yok hissi verir ki normal insanların dehşete kapıldığı kriz anlarında bile entelektüel sükunet hali yaşar.
Entelektüel “şeyleri sadece şu an oldukları gibi değil, nasıl o hale geldikleri açısından görme eğiliminde”dir. Durumlar “kaçınılmaz” değildir, “doğal” ya da “tanrısal”. “Değiştirilemez” de değildir, “daimi” de, “geri çevrilemez” de. “İnsanlar tarafından yapılan bir dizi tarihsel seçimin sonuçları olarak, yine insanlar tarafından yaratılan toplumsal olgular”dır. Her kişi, her grup, her olay, her kurum, her statü, entelektüel gözünde, dünyevidir, dünyevi olduğu için de ‘kutsal’ değildir.
Öte yandan sürgünlük, Swift’in, Naipaul’un, Adorno’nun deneyimlediği gibi gerçek bir hal de olabilir, çoğu zaman olduğu gibi, metaforik de olabilir. Entelektüel içinde doğduğu, içinde büyüdüğü, dilini konuştuğu, kültürünü bildiği, adetlerini tekrarladığı kendi öz vatanında da sürgün, sürgünlükten mütevellit yabancı, olabilir ve kalabilir. Kişi bunu kendi iradesi ile de yapabilir. Yani bir sürgünmüş gibi düşünebilmesi, sorgulayıcı olması, müesses nizamdan kendini uzak tutabilmesi ve alışılmış ve rahat olanın ötesine geçebilmesi.
Metaforik anlamda sürgünlüğün önündeki en çetrefilli engel çağın meslekçilik-memurculuk baskısıdır, yapılan işi günün sadece belirli vakitlerinde yapılan, belirli davranış kodlarının gözetildiği ve özü itibariyle sadece bir geçim kaynağı olarak görme baskısı. Bu baskının alt baskıları vardır: ilki, çoğalan ve bu yüzden daha da daralan alanlardan birinde uzmanlık alt-baskısı; diğeri, her alanın bir uzmanı, bir bilirkişisi olduğuna dair yaygın inanç, veya bilirkişilik kültü ve en nihayetinde, müesses nizamın sağladığı devasa ve cömert imkanlar, bu imkanlar tarafından müesses nizamla uyumluluk, hatta belirli yerel ve küresel hedefler peşinde koşma. Bu yoğun baskılar karşısında entelektüel amatörlüğü elden bırakmamalıdır, entelektüelliği “karla ve bencil, dar uzmanlaşmayla değil, özenle ve sevgiyle beslenen bir etkinlik” olarak yürütmeyi. Muhattap kim olursa olsun, en teknik ve profesyonel faaliyetlerin bile ahlaki bir yönünün olduğunu gözden kaçırmamalı ve olabildiğince bu yönü nazara vermeli.
Entelektüellik nihayetinde belirli ilkeleri savunmaktır, o ilkeler ışığında konum almaktır. O ilkelerin başında ise ödünsüz bir düşünce ve ifade özgürlüğü gelir. Bu özgürlük entelektüelin kırmızı çizgisidir, o çizgiyi esnetmesi veya sorgulatması ise kendine ihanettir. Ve elbette bu özgürlüğün, ve diğerlerinin, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde ve diğer uluslararası metinlerde dile getirilenlerin, evrensel olduğunun kabulü. Sadece belirli bir milletin veya dinin mensuplarının değil, bütün milletlerin ve dinlerin mensuplarının. Bunun doğal neticesi olarak, entelektüellik ait olduğu ülkeyi de, başka ülkeleri yargılarken müracaat edilen değerlerle, aynı şekilde yargılayabilmek, “bir başkasının kültüründeki bozukluklar hakkında ahkam keserken kendi kültüründeki tam tamına aynı uygulamalara mazeret” bulmamaktır. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali için de, ABD’nin Vietnam’ı işgali için de aynı yargıda bulunabilmeyi ve bunu iktidara söyleyebilmeyi gerektirir. Entelektüelin siyasi bir tanrısı olmaz, olamaz; siyasi bir tanrının saflarına katılmaz, katılamaz. Zira, bilir ki, bilmelidir ki, en nihayetinde bütün tanrılar iflas eder.
* * *
Entelektüel’de Edward Said aslında kendini (de) anlatıyor. Aşağıdaki şiir de öyle.
“New York.
Edward uyanır ziline sabahın,
çalar bir Mozart parçası,
Sonra koşa durur üniversitenin tenis sahasında.
Ve düşünür düşünsel göçünü sınırlardan,
kontrol noktalarından.
Okur New York Times’ı,
yazar bir sinirle yorumunu.
Lanetler oryantalistin tekini,
o ki sürer bir generali
doğunun kalbindeki zaafa doğru.
Alır duşunu,
ve seçer takımını bütün zarifliği ile,
İçer sütlü kahvesini,
Ve seslenir sabaha: oyalanma artık.
Rüzgar üzerinde yürür,
ve rüzgar içinde bilir kim olduğunu.
Ne çatı vardır rüzgar için,
Ne bir ev vardır rüzgar için.
Bir pusuladır rüzgar,
yabancıya kuzey yönünü gösteren.
Der:
Ben oradanım,
Ben buradanım.
Orada değilim,
Burada değilim.
Var iki ismim
Birbiri ile buluşan ve ayrılan.
Var iki dilim,
Unuturum hangisi ile görürüm rüyalarımı.
İngilizcem iyi,
var yazmak için zengin bir kelime hazinem.
Diğer dilim ise,
cennetin Kudüs’le sohbetinden.
Bakırdan tınılı,
ancak ifadeye dökemez hayallerimi.
Ya kimlik? Dedim.
Dedi ki: öz savunmam…
Kızıdır kimlik doğumun,
lakin nihayetinde,
sahibinin bir yarattığıdır da,
değil mirası geçmişin.
Çok boyutluyum,
yatar içimde yep yeni haliyle dışım.
Yine de,
aitim ben mazlumun derdine.
Olmasaydım oradan,
eğitirdim yine de kalbimi,
ta yetişsin orada kinaye ceylanı.
Taşı ülkeni nereye gidersen,
ol, gerekirse kendini beğenmişin teki.
Dış dünya bir sürgün,
iç dünya da öyle.
O halde, ikisi arasında kimsin sen?
Tanımlayamam kendimi,
kaybetmezsem kendimi.
Ben, ben ne isem oyum,
kendi kendimin ötekisiyim ikilik içinde.
Kelimelerin ve çağrışımların harmonisi ile,
yazaydım şiir, şöyle derdim:
Ben ikiyim bir içinde
iki kanatları gibi bir serçenin.
Gecikirse bahar mevsimi,
yetinirdim
müjdeler getirmekle.
Bir ülkeyi sever,
fakat ayrılır ondan.
(İmkansız, çok mu uzakta?)
Sever gitmeyi herhangi bir şeye,
kültürler arası özgür seyahatte.
Bulur insan özünün araştırmacıları,
herkes için yeter bir oturak.
Burada ilerliyor çevre,
veya geri çekiliyor merkez.
Doğu tastamam Doğu değil.
Batı tastamam Batı değil.
Zira kimlik açıktır çeşitliliğe,
Ne bir kaledir,
Ne de bir hendek.
…
Yeni Sodom’da, iki bin iki yılında,
karşı koyuyordu savaşına Sodom’un Babil’e
ve onunla birlikte kansere.
Kahramanıydı son bir destanın,
savunur hakkını Troy’un,
onun da hikayede yeri olsun diye.
Yapar vedasını kartal,
en yükseğe, daha yükseğe.
Sıkar onu,
oturmak Olympos’un zirvesinde,
ve üstünde diğer zirvelerin.
Hoşçakal,
Hoşçakal,
Elemin şiirine Hoşçakal.”
Filistin’in bir başka haşarı çocuğu Mahmud Derviş
Edward Said, Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, 2021.
Fotoğraf: Sigmund