[voiserPlayer]
Şubat ayında meydana gelen ve 11 ilde büyük yıkım yaratan depremden sonra Türkiye’de devlet kapasitesi ve sivil toplumun özerkliği ekseninde bir tartışma başladı. Depremin ilk günlerinde, arama kurtarma faaliyetleri açık şekilde başarısız oldu. Enkaz altında birçok insan, bu sebepten ötürü acı şekilde can verdi. Daha iyi örgütlenmiş bir afet koordinasyon programına ihtiyaç duyulduğu maalesef depremin ardından ortaya çıktı.
Bununla birlikte, depremin şehirlerin altyapısını tahrip ettiği görüldü. Hatay Havalimanı kullanılamaz hale geldi ve mobil telefon şebekeleri çalışmadı. Deprem bölgesiyle iletişim kurmak başlı başına bir sorun olarak ortaya çıktı. Depremden kurtulan birçok insan ise iaşe sorunu yaşadı. İlk günlerde zorlukla yiyecek bulabildiler ve ciddi bir barınma ihtiyacı kendini gösterdi.
Bütün bu olanlar devlet kapasitesi ile alakalı soruların yeniden sorulmasını beraberinde getirdi. Beklendiği üzere bu konu hızlı bir şekilde güncel siyasi tartışmaların konusu haline geldi ve kutuplaşma atmosferi içinde hamasi bir propaganda yarışına döndü. Öte yandan, felaket sonrası sivil toplumun rolü de tartışmaya açıldı. Bu örgütler, oldukça hızlı ve etkin kampanyalar yürüterek deprem bölgesinde yaşanan birçok sorunun çözümüne katkı sağladılar. Ne var ki sivil alan hızlı bir şekilde siyasi tartışmalar tarafından zehirlendi ve siyasi eğilimler ile özdeşleştirildi.
Seküler ve muhalif kesimin sesi olarak görülen sivil toplum örgütleri ve bu örgütlerdeki etkili aktörler hızlı bir şekilde hükümete yakın medya aparatları tarafından kriminal hale getirilmek istendi. Bu aktörlerin üzerinde ciddi bir baskı kuruldu ve siyaseten Erdoğan hükümeti aleyhine bir sonuç üretebilecek her hangi bir tutum almamaları istendi.
Diğer yandan, seküler ve muhalif toplum kesimleri de muhalefet medyası tarafından adeta bir fanusun içine hapsedildi. Birçok İslami vakıf ve derneğin deprem bölgesinde yaptığı çalışmalar görmezden gelindi. Deprem bölgesine yapılan yardımların, büyük bir öfke krizi eşliğinde, ağırlıklı olarak sol ve seküler sivil toplum kuruluşları tarafından organize edildiği düşünüldü. Kısacası, sivil toplum alanı siyasi bir başka propagandaya alet oldu.
Aslında bu karmaşanın ardında ciddi bir sorun yatıyor. Türkiye’nin deprem gibi felaketlere hazırlıklı olmaması ve akabinde yaşanan karmaşa, politik ve sosyolojik bir okuma yapmaya mecbur kılıyor bizi. Çünkü şehirlerin güvensiz olması, çarpık yapılaşma ve inşaat rantı üzerine kurulu bir mekanizma var ve bu halkın onayı dışında geçekleşen bir düzenek değil. Zira, ucuz krediler ve esnetilen imar izinleriyle halkın daha ucuza konut edinmesi sağlanırken, bu binaların müteahhitleri ile imar izinlerini keyfi şekilde düzenleyen yerel siyasi otoritenin finanse edildiği bir sistem ortaya çıkıyor. Günün sonunda, ucuz konut elde eden vatandaşın mevcut otoriteye siyasi desteği sürerken, inşaat rantını toplayan müteahhitler de siyasetin finansmanında etkili bir rol oynuyor.
Yani halkın, müteahhitlik firmalarının ve siyasi seçkinlerin aynı anda kazandığı bir mekanizma var burada ve deprem gibi bir felaket yaşanmadan bu suç ortaklığı ortaya çıkmıyor. Üstelik bu tip afetler, meselenin sorumluluğunun da tek bir aktöre yüklenmeyecek kadar karmaşık ilişkiler ağlarının olduğunu gözler önüne seriyor. Yani henüz deprem olmadan önce çözülecek sorunlar var ve bunlar patronaj ilişkilerinin ele geçirdiği siyasi sistem sayesinde çözülemiyor. Üstelik, kangren olmuş ve kendi yerleşik çıkar gruplarını üreten bu mekanizma önemli bir toplumsal desteğe sahip. Bir bakıma herkesin suçlu olduğu, dolayısıyla hiç kimsenin suçlu olarak öne çıkamadığı bir durum bu.
Depremden hemen sonra yaşanan arama kurtarma krizi ve altyapının hızlı şekilde çökmesi ise daha çok merkezi hükümetin yönetim biçimi ile alakalı. Bu noktada AKP’nin benimsediği yönetim felsefesini irdelemek gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin aslında alt yapısal olarak güçlü bir ülke olduğunu aklımızda tutmalıyız. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin yaygın ve merkezi otoriteyle tam uyumlu bir idari teşkilatı var. Düzenli olarak vergi toplayabilen ve kamu harcamaları yaparken zorlanmayan bir ülkeden bahsediyoruz.
Ne var ki mevcut devlet kapasitesini verimli şekilde kullanamaması ve bürokratik sistemin etkin davranamaması deprem sırasında net bir şekilde görüldü. Aslında benzer krizleri devlet yönetiminin farklı kurumlarında görmek mümkün. Kötü bir İngilizce ile hazırlanmış Dışişleri Bakanlığı bilgi notlarına rastlamak artık mümkün. Veyahut, hiçbir tahsili veya tecrübesi olmadığı halde kamu bankalarının yönetim kurullarına atanmış eski bir güreşçiye rastlayabilirsiniz.
Ekonomi bürokrasisi ise, uzunca bir süre, sadece Erdoğan’ın emirlerinin altına imza atmakla mükellef “evet, efendim” (yes man!) tarzı bürokratlarla dolu. Enflasyon rakamlarının hükümet üzerinde yarattığı memnuniyetsizliğe göre değişen TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) başkan ve başkan yardımcılarının sayısı ise çok fazla.
Bütün bu vakıalar AKP’nin yönetim felsefesi hakkında bir şeyler söylüyor. Zira, bürokrasinin özerkleşmesi hükümet tarafından tehdit olarak algılanıyor ve bürokratlar teknik bilgisi yüksek isimlerden ziyade, siyasi sadakatinden sual olunmayacak isimler arasından seçiliyor. Juan Linz, benzer bir durumun Sovyetler Birliği’nde de yaşandığını belirtir. Zira Sovyetler örneğinde asıl mesele, kurumları alanında uzman kişilerin mi yoksa Komünist Parti üyelerinin mi yöneteceğidir. Literatüre “kızıl mı, uzman mı?” ikilemi olarak geçen bu sorun, otoriter yönetimlerin genel itibarıyla kızıllara, yani sadık kullarına yönelmesiyle sonuçlanır.
Etienne de la Boetie’nin asırlar önce söylediği gibi despotizm aslında bir piramit gibidir ve en alt basamaktan zirveye kadar birbirine bağımlı ve gönüllü şekilde kulluk etmeye hazır kadrolar tarafından ayakta tutulur. Bu piramidin içine eklenebilecek zayıf bir taş ise bütün yapının çökmesine sebep olabilir. Dolayısıyla, bürokratik kurumların kurumsal kapasitesini düşürme pahasına kurumlar, siyasi sadakati yüksek ancak uzmanlık bilgisi sınırlı isimler tarafından yönetilirler.
Bu durum deprem sonrasında kendisini ziyadesiyle hissettirmiş özellikle AFAD ve Kızılay gibi kurumların ne denli yozlaştığını gözler önüne sermiştir. Bu yozlaşma, ülkenin varolan altyapısal kapasitesini kullanamamasını ve yaşanan felakete daha hızlı ve daha etkin bir şekilde cevap verilememesini de beraberinde getirmiştir. Bu sonuçlar ise açık bir hükümet başarısızlığı olarak algılanmış, hükümet ise bu açığı kapatmak için medya üzerindeki propaganda gücünü ziyadesiyle kullanmıştır.
Propagandanın amacı, halkın durumun vahametini tam olarak anlayamaması üzerine kurulmuştur. Ya yaşanan felaketin boyutları abartılmış ve yaşanan yıkım, hiçbir fani hükümetin karşı koyamayacağı bir afet olarak gösterilmiş, ya da hükümetin performansı öne çıkartılmış ve yaşanan mağduriyetler gizlenmiştir. Bu durum ise insanları sosyal medya platformlarına yöneltmiş ve deprem anında yükselen öfke, sosyal medyanın ruhuna uygun şekilde insanları manipülasyona açık hale getirmiştir.
Özetle söylemek gerekirse deprem gibi afetlere uzun stratejilerle hazırlanmak, imar politikalarını yerel idarelere bırakmamak, imar meselesini siyasetin finansmanı haline getirmemek gerekir. Kurulan yapılar, kısa zamanda halkın alışkanlık ve eğilimlerini de şekillendirdiği için yapısal tedbirler almak gerekir. Bununla birlikte, afet ile mücadele için yetkili kurumların uzmanlıklarından şüphe edilmeyen kişilerce yönetilmesi ve siyasi etkiden bağışık olması gerekir. Her iki mesele de kurumsal bir devlet ve şeffaf, hesap verebilir yönetim anlayışıyla çözülebilir. Deprem gibi afetlerle mücadele etmenin yolu bu tip değişimleri ivedilikle yapmaktır.
Bu yazı Friedrich Naumann Vakfı ile işbirliği içinde yayınlanmıştır.