
Atatürk Sağcı mıydı Solcu mu?
Türkiye’nin “kurucu babası” Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye toplumunun neredeyse tüm kesimlerinin sahiplendiği ve hatta idealize ettiği bir tarihsel şahsiyet. Bu durum, çoğu zaman Atatürk’ün kendi dünya görüşünün, yani Kemalizmin, tam olarak neleri içerip neleri içermediği konusunu son derece tartışmalı hale getiriyor. Çünkü her siyasal hareket, idealize edilen bir şahsiyet olarak onu kendi arzuladığı biçimde sahiplenme eğiliminde oluyor.
Atatürk’e farklı bakış açılarının varlığı, sosyal bilimsel araştırmalara da konu olmuştur. Örneğin Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk” isimli kitabı, Doğan Avcıoğlu’ndan Necmettin Erbakan’a uzanan geniş bir ideolojik skalada, herkesin Atatürk’ü nasıl sahiplendiği ama sahiplenirken de onu kendi ideolojisine nasıl uydurduğunu konu alır.
Bunda Mustafa Kemal’in realist ve pragmatik bir siyasetçi olarak 1919-1938 arasında dönemin konjonktürüne göre farklı şekillerde hareket etmesinin payı büyüktür. Böyle olunca, Atatürk’ü kendi ideolojik kalıbına uydurmak isteyen birisi için tarihten sağcı, solcu, milliyetçi, dindar, komünist Atatürk modelleri yaratmak zor değildir. Ancak bu uydurma girişimlerinin tamamı, “bilimsel” olmaktan çok “ideolojik”tir ve bir sosyal bilimcinin herhangi bir konuya bu şekilde yaklaşabilmesi mümkün değildir.
Meseleye nesnel ve tarafsız olarak yaklaştığımızda, Atatürk’ün neyi koşulların zorlamasıyla neyi gerçekten öyle düşündüğü için yaptığını ayırmak ve bu şekilde onun ideolojisinin ana hatlarını belirlemek mümkündür. Benim, yakında ikinci baskısını yapacak “Jakobenizm ve Kemalizm” kitabımda yaptığım buydu. Özellikle CHP’nin 1930’lardaki parti programlarında yer alan “Altı Ok”, bize bu konuda önemli veriler sağlar ki ben de kitabımda bu metinleri titizlikle incelemiştim.
Meseleye “sol” ve “sağ” kavramları üzerinden yaklaştığımızda, Kemalizmin her ikisinden de unsurlar barındırdığını söylemek mümkündür. Bu şaşırtıcı değildir çünkü partiler genelde kendilerini sağ-sol skalasında, çok partili demokratik siyasetin olduğu sistemlerde konumlandırırlar. Mustafa Kemal’in 1923’te kurduğu, Türkiye’nin ilk partisi olan Halk Fırkası ise 1923-1950 arasında ülkeyi otoriter tek parti sistemiyle yönetmiştir. Ayrıca, ilk kurulduğunda Mustafa Kemal’in kendisinin de belirttiği üzere, tüm toplumsal kesimleri kapsama iddiasındadır. Böyle bir parti, ister istemez farklı ideolojik yönelimleri bir arada barındıran eklektik bir yapıda olacaktır.
Solcu Atatürk
Atatürk’ün solcu yönü, onun cumhuriyetçi, laikçi/laisist, devrimci ve devletçi olmasından gelir.
Monarşinin sembolik düzeyde de olsa ülke yönetiminde yer almaması ve ilga edilerek yerine cumhuriyet rejiminin kurulması, 1920’lerde tüm dünyada sol gelenekten siyasal hareketlerin benimsediği bir düşüncedir. Bu dönemde sadece Türkiye’de değil, Rusya, Çin, Almanya, Avusturya gibi birçok ülkede cumhuriyet rejimleri kurulmuştur. Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi yönünde, politikalarını belirlerken Üçüncü Fransız Cumhuriyeti’nden (1870 – 1940) ilham almasının da etkisi vardır.
Kemalizmin laisizmi, onun solla en fazla ilişkilendirilmesine neden olan özelliğidir. Bunun sebebi Türkiye’de siyasal tartışmaların ekonomiden çok kültür odaklı olmasıdır. Hem devletin hem de toplumsal yaşamın dinî değil din-dışı (“laik”) kanun ve kurallar çerçevesinde düzenlenmesini öngören laisizm ise tüm dünyada sol siyasal hareketlerin sahiplendiği bir düşüncedir. Türkiye’de sağ siyasete ait olan muhafazakar ve/ya İslamcı hareketler ya dinle daha ılımlı bir bağ kurulmasını ya da devletin ve toplumsal yaşamın doğrudan dini ilkelere göre düzenlenmesini öngörür.
Bugünkü Türkçe ile “devrimcilik” dediğimiz ancak 1920’lerde daha çok “inkılapçılık” olarak anılan ilke ise Kemalizmin diğer bir solcu yönüne işaret eder, çünkü doğrudan sol siyasetin “ilerlemecilik/progessivism” fikrine dayanır. Muhafazakar siyaset, toplumsal ilerlemeyi ya durdurmak ya da sınırlamak isterken, Kemalist siyaset gerektiğinde radikal reformlar yaparak toplumsal değişim ve ilerleme yapılması gerektiği fikrini olumlar. Zaten gerekli gördüğü radikal reformları bizzat hayata da geçirmiştir.
“Devletçilik”, siyasal düzeyde ele alındığında daha çok sağ siyasetin sahiplendiği bir düşünce tarzıdır çünkü sağ siyasette devlet oldukça merkezidir ve hatta kutsaldır. Ancak, Kemalizmin “Altı Ok”undaki “devletçilik” daha çok “ekonomik devletçilik/kamuculuk”tur. Yani özel teşebbüsün yetersiz kaldığı noktalarda, ekonomik kalkınma hedefine ulaşabilmek için devletin yatırım ve üretim konularında inisiyatif alması fikridir. Bu fikir, o dönemde daha çok Sovyetler Birliği’nden esinlenilmesiyle de ilişkili olarak sol bir siyaset tarzına işaret eder.
Sağcı Atatürk
“Sol” unsurların yanında Kemalizmin birçok “sağ” niteliği de vardır. Bunların başında “milliyetçilik/ulusçuluk” gelir. Aslında milliyetçilik, sultanlığa karşı “halk egemenliği”ni vurgulaması ve “bağımsız ulus” ilkesi çerçevesinde anti-emperyalist bir yön barındırmasıyla kısmen “sol” bir yön de taşır. Ama ulus-devlet kurma aşamasında bilhassa iç siyasette ve kültürel alanda görülen milliyetçilik sağ bir ideolojiye denk düşer. Özellikle 1930’larda Türklüğün aşırı yüceltilmesi ve ülkedeki Türk olmayan unsurların Türk kimliğine asimile edilmeye çalışılması bunun örnekleridir.
Halkçılık ise ilk etapta akla “halkçı olan birisi nasıl sağcı olabilir?” sorusunu getiren “şaşırtmalı” bir ilkedir. 2018 yılı başında Yön Dergisi’nde yayımlanan bir yazımda belirttiğim gibi, Kemalizmin halkçılığı derhal çağrışım yaptığı üzere “halktan yana olma” anlamına gelmez. Daha çok “halkın tüm kesimlerinin ‘ulusal çıkar’ şemsiyesi altında toplanması ve iş birliği yapması”nı öngören korporatist ve solidarist bir anlayışı öngörür. Toplumsal sınıfların varlığını ve sınıf siyasetini reddeden bu anlayış, sol siyasetten net bir şekilde ayrılır.
Altı Ok’tan birisi olmamakla beraber Kemalizmin siyaset tarzının kesinlikle bir özelliği olduğunu iddia edebileceğimiz “otoriterlik” ve onunla doğrudan ilişkili olarak “elitizm”, Kemalizmi sağ siyasete yaklaştıran diğer unsurlardır. Aslında otoriter ve elitist anlayış Leninizm ve Stalinizm gibi solculukları sorgulanmayacak ideolojilerde de vardır ama gene de onu sol siyasetin bir unsuru olarak kodlamak doğru değildir. Kemalist hareket, toplumun yeterince eğitilmemiş ve aydınlanmamış olmasından hareketle, öncesinde andığımız tüm ilkeleri, devlet iktidarını ele geçirmiş aydınlanmış bir elitin hızla hayata geçirmesi gerektiğine inanır. Uzun vadede demokratik özlemler barındırsa bile, kısa vadede otoriter siyaseti ve elitizmi “muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” için tek yol olarak görür.
Sol-Sağ Dengesi
Kemalizmde tüm bu sayılan unsurlardan hangileri daha baskındır? Bunun zamana ve siyasal konjonktüre göre değişiklik gösterdiğini iddia etmek mümkündür. 1920’lerde, özellikle muhalefetin henüz tam olarak susturulmadığı 1925-26’ya kadar, sol kanat biraz daha ağır basar. Kurtuluş Savaşı’ndaki anti-emperyalist mücadele, çoğulcu meclis yapısı; sonrasında cumhuriyetin ilanı, halifeliğin ilgası, hukuksal reformlar ve daha birçok inkılap, Kemalizmi dönemin koşullarında sola yaklaştırır. Bu yönüyle Kemalizm, Yunanistan’daki muadili liberal-milliyetçi-cumhuriyetçi “Venizelizm” ile benzerlikler gösterir.
Bununla birlikte 1925’ten, özellikle de 1930’lardan itibaren, Kemalizmin sağcı yönü ciddi anlamda ağır basmaya başlar. Bu dönemden itibaren milliyetçilik/Türkçülük, özellikle kültürel alanda, uç boyutlara vardırılmıştır. Devlet, 1925’ten itibaren otoriter, 1930’lardan itibaren ise kısmen totaliter özellikler göstermeye başlamıştır. Türk olmayan etnisiteler üzerindeki baskı artmıştır. Bu özellikleriyle 1930’lar Kemalizmi, Güney Avrupa’daki faşist Mussolini, Franco, Salazar rejimleriyle kısmi benzerlikler gösterir.
Kemalist hareket kendinden sonraki, sağ ve sol unsurları beraber taşıyan diğer siyasal ideolojilere, özellikle de ulusal kurtuluş hareketlerine ilham kaynağı olmuştur. Bunların en bilinenleri Arap coğrafyasındaki Baasçılık ve Nasırcılık’tır. Kemalizmdeki milliyetçi anti-emperyalizm, devletçi kalkınmacılık, sekülerizm gibi unsurlar bu hareketlerde de vardır. Aynı şekilde modern Tunus’un kurucusu Habib Burgiba da Atatürk’ten önemli ölçüde esinlenmiştir.
Atatürk’ün 1938’de vefatı ve 1946’da Türkiye’nin çok partili hayata geçmesinden itibaren ortaya çıkan yeni siyasal hareketler, Atatürk’ü sahiplenirken kendi ideolojik konumlanışına göre, Kemalizmin yukarıda saydığım bazı özelliklerini ön plana çıkartmış, bazılarını ise geri plana itmiştir. Örneğin, Behice Boran ve Alparslan Türkeş gibi aşırı sol ve aşırı sağdan birbirine tamamen zıt iki siyaset insanı Atatürk’ü sahiplenebilmiş ama birincisi onun cumhuriyetçi ve laisist yönüne ağırlık verirken, ikincisi Türkçü ve solidaritist yönünü ön plan çıkarmıştır.
Son olarak bir not.. Burada “sağ” ve “sol”un, karmaşık gerçekliği daha kolay anlamamıza yardım eden kavramlar olduklarını unutmamak gerekir. Sadece bu kavramların içine sıkışmak gerçekliği bulandırır ve ezber analizlere yol açar. Önemli olan Mustafa Kemal Atatürk’ün ve diğer Kemalist siyasetçilerin eylem ve söylemlerinin gerçekte ne olduğudur.
Fotoğraf: Çağlar OSKAY
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Tarihte Salgınlar, Nüfus Artışı ve Malthusçuluk
Bugünlerde içinden geçtiğimiz koronavirüs (covid-19) salgını, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan ama modern tıbbın gelişmesiyle beraber büyük oranda unutulan salgınları tekrardan gündemimize getirdi. Koronavirüs pandemisi, ölen sayısı üzerinden değerlendirirsek tarihteki muadillerine göre aslında etkisi düşük bir salgın. Toplamda ne kadar kişinin yaşamını yitireceğini şu anda kestirmek güç olsa

Türkiye’de Devlet Bürokrasisi ve “FETÖ”
Türkiye’nin tarihsel olarak bakıldığında temelde bir Asya ülkesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlı’dan beri Türkiye’de de “devlet”, başta iktidar ilişkileri olmak üzere toplumsal hayatın her daim merkezinde olageldi. Osmanlı’da toplumsal sınıflar devlet politikalarını etkileme gücüne sahip değildi. Padişah çevresinde örgütlenmiş bir merkezi bürokratik aygıt iktidara

Rant, İhale, Bağış: Dünyada ve Türkiye’de “Yandaş Kapitalizmi”
Sovyetler Birliği’nin 1991’deki çözülüşünden sonra, kapitalizm dünyada tek geçerli sosyo-ekonomik sistem haline geldi. Çin, Vietnam, Laos gibi ülkeler sembolik olarak “komünist” niteliklerini korusalar da fiilî olarak kapitalist ekonomiye geçtiler. Günümüzde sadece Küba, bir noktaya kadar, komünist sisteme sahip bir ülke olarak varlığını sürdürmekte. Genel özellikleriyle, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve
Türkiye ve İran’da Modernleşme ve “Devlet Geleneği”
Türkiye ve İran birbirine birçok yönden benzeyen iki ülke. İlk etapta bunu iddia etmek biraz zor gözükebilir çünkü her şeyden önce İran’da teokratik, yani din adamları sınıfının temel karar alıcı pozisyonunda olduğu, bir siyasal rejim var. Bu rejim oldukça otoriter, baskıcı ve toplumsal açıdan muhafazakar ve bu günlerde bu yüzünü

Yerli Otomobil, Milliyetçi Popülizm ve Kalkın(ama)ma Sorunu
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz haftalarda görkemli bir törenle Türkiye’nin kendi “yerli ve milli” otomobilini üreteceğini duyurdu. Bu duyuru, iktidar destekçilerini olduğu kadar muhalefetin de çoğunluğunu heyecanlandırdı. Milliyetçi duygularla gelen heyecanın sebebi, bir prestij göstergesi sayılabilecek, Türkiye’nin dünyada “otomobil üretebilen ülkeler” sınıfına dahil olacak olmasıydı. Örneğin CHP’nin İstanbul ve Ankara’daki belediye başkanları

Daron Acemoğlu ve Politik Ekonomi Alanına Katkıları
Daron Acemoğlu, dünyanın en önde gelen ekonomistlerinden birisi. “En çok alıntı yapılan 10 ekonomist” arasında gösterilen Acemoğlu, Türkiye Ermenisi bir aileden geliyor. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra York Üniversitesi’nden lisans, Londra Ekonomi Okulu’ndan (LSE) yüksek lisans ve (25 yaşında) gene aynı üniversiteden doktora derecesini aldı. Bir süre LSE’de çalıştıktan sonra

Türkiye’de Devlet, İş Dünyası ve Yeni Muhafazakar Zenginler
Türkiye, devletin toplum hayatında son derece belirleyici olduğu bir ülke. Kendiliğinden örgütlenme kabiliyetinin, rekabet gibi serbest piyasa değerlerinin ve dolayısıyla sivil toplum güçlerinin yeterince gelişmediği ülkemizde, hayatın hemen her alanı gibi iş dünyası da çoğu zaman devlet güdümünde şekilleniyor. Bu durumun ülkemizde doğurduğu sonuçlar, aslında uzun zamandır var olan ama

Türkler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve Cumhuriyet
Türkiye, kuruluş sürecinde çözüme kavuşmamış problemlerinin sancılarını çekmeye devam ediyor. Haftalardır, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine, silahlı Kürt unsurları sınırından uzaklaştırmak için gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı’nı ve bu harekâtın nasıl Türkiye – ABD ilişkilerini (yine) gerdiğini konuştuk. Nitekim bugünlerde ABD Temsilciler Meclisi’nde, Türkiye’yi operasyon nedeniyle cezalandırabilmek için, 1915 Ermeni “Tehciri”ni “Soykırım” olarak

Kürt Meselesinin Kökenleri Üzerine Tarihsel Bir Arka Plan: Müslüman Milliyetçiliğinin Yükselişi, Düşüşü ve İsyanlar
Türk Silahlı Kuvvetleri, bundan yaklaşık bir hafta önce kendisine “Suriye Ulusal Ordusu” adını veren silahlı güçlerle beraber, Kürt silahlı milislerin kontrolü altındaki Kuzey Suriye bölgesine, teröristlerle mücadele etmek, “güvenli bölge” oluşturmak ve Türkiye’deki Suriyeli mültecileri bu bölgeye yerleştirmek gerekçeleriyle bir askeri harekat başlattı. Türkiye bunun böyle olmadığını söylese de askeri

Dünyada, Türkiye’de ve AKP’li Yıllarda Yolsuzluk ve İsraf
“Yolsuzluk”, sözlük anlamıyla, dolandırıcılık ve gayri-ahlaki davranış içerecek şekilde, yetkili bir kişi ya da kurumun kendisine verilen yetkiyi kişisel ya da belirli bir grubun özel çıkarları için yasa ve/ya etik dışı kullanmasına deniyor. “Yolsuzluk”, zorunlu olmamakla beraber, genellikle maddi yarar sağlama ile ilişkili olarak kullanılan bir kavram. Daha kısa söylersek