[voiserPlayer]
Yaptırımlar gölgesinde kamuoyunun ABD’ye bakışı negatif yönde yükselirken Rusya’ya karşı olumlu bakış ise yükseliyor. Yakın zamanda gelişen S-400 meselesinden 2003’te Irak’ın işgaline, yaptırımlar kapsamında Halkbank meselesinden Trump’ın dış politika tercihlerine kadar birçok konuyu Arın Demir, Suat Kınıklıoğlu ile konuştu.
Kadir Has Üniversitesi, Kamuoyu Algıları Araştırması’nın 2019 yılı sonuçlarında ABD, son 4 sene de olduğu gibi 2019’da da %81 ile Türkiye için en fazla tehdit oluşturan ülke olarak görülüyor. NATO’nun iki önemli ülkesinin birbirlerine karşı, tehdit algılamalarında farklılıklar yaşanmaya başladığını düşünüyor musunuz? S-400 hava savunma sisteminin alınması ve Türkiye’ye daha önce görülmemiş şekilde yaptırım programı oluşturulması buna destekleyici bir örnek teşkil edebilir mi?
Kadir Has Üniversitesi son 5 yıldır bu araştırmaları yapmakta. Aslında bu konuda 2004 yılından itibaren German Marshall Fund (GMF) Transatlantik Trendler adı altında önemli ölçümlemeler yapıyordu. Türkiye’de, ABD’ye yönelik bakış açısının olumsuz olması, hatta oldukça olumsuz olması yeni bir şey değil. Translantik Trendler raporlarını incelerseniz esasında uzun bir süredir ABD’ye yönelik olumsuz algıların şekillendiğini görmek mümkün.
Ben Türk-Amerikan ilişkilerindeki kırılmanın başlangıcını ABD’nin en sorunlu dış politika kararlarından biri olan 2003 yılındaki Irak işgaline bağlıyorum. Şimdi, aradan uzun zaman geçti ve Türkiye’de 2003’ten bu yana çok yoğun gelişmeler oldu ama o zamana ilişkin şunu hatırlamak lazım. O dönem Türkiye, ABD’de iktidarda olan neo-muhafazakar yönetime -yani Bush ve Cheney ekibine– Almanların ve Fransızların yaptığı gibi Irak’ı işgal etmeyin “bu yanlış bir iştir” telkinini verdi. Ankara’nın o dönem Irak işgaline karşı çıkması için oldukça haklı sebepleri vardı. Maalesef bu aşırı sağcı neo-muhafazakar ekip ne bizi ne de başkalarının itirazlarını dinlemedi. Üstelik biz hem NATO müttefikiyiz hem de Irak’a komşuyuz, yani dinlenmesi gereken bir aktörüz. Ama olmadı. Pençesine kapıldıkları ideolojik bağnazlık ve kibir içerisinde Irak’ı işgal ettiler ve Türk-Amerikan ilişkilerine de büyük zarar verdiler. Dolayısıyla Türk tarafında, bugün ABD’ye karşı gelişen negatif bakış açısının anlamlandırılması için 2003 yılına dönmemiz gerekiyor.
Türk tarafının ana endişesi, Irak’ta Kürt unsurunun özerk, yarı özerk veya farklı biçimlerde kendi sınırında oluşmasına odaklanmıştı. Ankara Saddam’ın devrilmesi ile birlikte Irak’a demokrasi gelmeyeceğini de biliyordu. Diyeceğim, bugün geldiğimiz yerin bir hikayesi var. Mesela, 2004, 2005, 2006, 2007 yıllarında GMF’in transatlantik trendlerinde de o zamanlarda, Kadir Has Üniversitesi, Kamuoyu Algıları Araştırması’nın sonuçlarına benzer oranda ABD’ye karşı ciddi bir tepki vardı. Çünkü, 2003’te Irak işgal olmuştu ve Türkiye bu işten hiç hoşnut değildi.
Bununla birlikte belirtilmesi gereken bir başka husus ise Transatlantik Trendler araştırmasının diğer verileri idi. Bu araştırma Türkiye dışında 12 Avrupa ülkesinde de aynı anda yapılıyordu. Bu sayede, Türkiye’deki verilerle Avrupa’daki verileri karşılaştırma imkanı veriyordu. Bizim diğer ülkelerden en belirgin farkımız başka ülkelere genel olarak bakışımızdı. Diğer ülkelerin vatandaşları müttefik ülkelere karşı sıcak duygular beslerken Türkiye sadece Amerikalılara değil, Türkiye’nin yakınlık duyabileceği Filistinlilere, Iraklılara, Suriyelilere dahi çok düşük yakınlık duyuyordu. Türkiye’nin diğer ülkere yakınlık barometresinde hiçbir ülke 50 puanını geçmiyordu. En yüksek 48 olarak Filistinlilere çıkıyordu. Bu açıdan, Türkiye’nin tehdit algılamalarında ABD’nin %81 oranında çıkması önemli bir veri olmakla beraber çok da sürpriz bir sonuç değil.
Yine aynı araştırmada, toplumumuzda ABD’ye karşı tehdit algılaması %80’li rakamları izlerken, Rusya’ya tehdit algılamamız %40’lar seviyesinde görünüyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bu oldukça ilginç bir sonuç ve üzerinde durmak lazım. Moskova’nın darbe girişimine ilişkin Ankara’yı önceden uyarması, o süreçte siyasi destek vermesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbe sonrası ilk yurtdışı ziyaretini Petersburg’a yapması ve ilişkilerin hızla derinleşmesine yol açtı. Washington ve Avrupa başkentlerinden gelen mesafeli yaklaşımın aksine Moskova’nın destek veren tavrı son yılların en önemli travması olan 2016 darbe girişiminden bu yana Türkiye ve Rusya arasında yeni ve bir o kadar da ilginç bir sürecin başlamasına neden oldu.
Moskova 2004’ten bu yana ama özellikle 2016’dan sonra Türkiye kamuoyunda olumlu bir şekilde algılanmasına yönelik oldukça profesyonel ve kararlı bir strateji izlemekte. Bu stratejinin içeride hem medya ayağı, sosyal medya boyutu, ekonomik, kültürel ve diplomatik boyutları var. Çok da başarılılar. Özellikle 2016 darbe girişimi öncesinde Ankara’nın özür dilemesi ve asimetrik bir ilişkiyi kabul etmesiyle birlikte daha somut ve kapsamlı bir “rıza üretimi” var bu konuda.
Örneğin sosyal medyada bir Sputnik Türkiye gerçeği var. Sputnik birçok ülkede yayın yapıyor ama hiçbir ülkede Türkiye’deki kadar popüler, haberleri kabul gören bir haber kaynağı değil. Mesela ABD Türkiye’yi F-35 programından çıkardığı dönemde Sputnik açık açık Rus savaş uçaklarını kamuoyuna pazarlamakta bir beis görmüyordu. Buna itiraz eden de pek yok. Hem iktidar hem de Moskova bu durumdan ziyadesiyle memnun. Verdiğiniz rakamlar ahali nezdinde de sonuç alındığına işaret ediyor.
Türk-Amerikan ilişkilerinin kalitesi ve doğası büyük oranda Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerine yansır. Kurtuluş mücadelesinden başlayarak Soğuk Savaş’a kadar Ankara Batı başkentleri ile Moskova’yı dönem dönem birbirine karşı kullanmıştır. Bugün yaşadığımız da bu tarihsel gerçekliğe benzer bir süreçtir. Türkiye İslamcıları arasında 2012 yılında başlayan iktidar mücadelesinin 2016’da darbe girişimi ile birlikte Gülencilerin tam ve kati tasfiyesine evrilmesi Türkiye’nin dış politika yönelimlerine, ABD ve NATO ile ilişkilerine de yansımıştır. Darbe sonrasında güvenlik bürokrasisinde Türkiye’yi transatlantik dünyanın bir parçası olarak gören unsurların tasfiye edilmesi, yerine değişik meşreplerde de olsa Avrasyacıların gelmesi Türk-Amerikan ilişkilerini de etkilemiştir. Bu kadrolar Türkiye’nin Rusya ve Çin’le daha yakınlaşmasını arzu ederken, ABD ve Batı ile ilişkilerini kesmesini istiyor. Tabii bu işlerin iki boyutlu bir arka planı var. Birinci boyut 2003 Irak işgali, 1 Mart tezkeresi, Süleymaniye çuval vakası ama asıl yakın zamanda Obama Yönetimi’nin IŞİD’e karşı YPG’yi silahlandırması ve bu yolla PYD/YPG’nin Suriye’de de facto özerk bir statü kazanıp önemli oranda toprak hakimiyetine kavuşmasıdır. İkinci boyut ise Fethullah Gülen’in ABD’de ikamet ediyor olması ve bu vesile ile 2016 darbe girişiminde ABD’nin parmağının olduğu yönündeki Ankara’daki güçlü algı.
Türkiye – ABD ilişkilerine baktığımızda masada birçok anlaşmazlık olduğunu görüyoruz. Amerikan dış politikasında, pragmatizmin de çok etkin olduğu bilinir. “Devletlerin mutlak dost ve düşmanları yok mutlak çıkarları vardır” felsefesinden hareketle, ABD’nin Türkiye’ye karşı çıkarttığı yaptırım yasa tasarılarının bekletilmesi, ülkemize karşı ABD’de görülen çeşitli davaların süresinin uzamasının sebebi nedir? Bunlara ek olarak, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerde gerek karar verici Senato, Temsilciler Meclisi, gerek siyaset yapıcı etkili gruplarla görüşmeden liderler düzeyinde Trump ile görüşmesinin sürece bir katkısı bulunmakta mıdır?
Bugünkü Trump Yönetimi’ni 2003’ten bu yana analiz ettiğimiz Amerikan yönetimleri ile karşılaştırmamız mümkün değil. Trump tam anlamıyla nev-i-şahsına münhasır, dengesiz ve öngörülmesi zor bir başkan. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Trump arasında ve her ikisinin damatları arasında oldukça özel bir ilişkiden bahsetmek mümkün. Beklentilerin aksine bu özel ilişki bugüne kadar Kongre’de, Senato’da ve Washington’ın genelinde Türkiye’ye karşı oluşan olumsuz havanın somut etkisini azaltmış durumda.
Washington’da güzel bir söz vardır: “Washington’daki en iyi lobici ABD Başkanı’dır”. Kongre’de, Senato’da, düşünce kuruluşlarında ne pişirilirse pişirilsin, ABD başkanını ikna edebilirseniz birçok şeyin önüne geçebiliyorsunuz ki bizim durumumuzda şu ana kadar böyle oldu. Tabii, bunun ne kadar daha sürdürülebilir olduğu ayrı bir mesele. Ama Erdoğan’ın bu süreci – en azından bugüne kadar – oldukça iyi götürdüğünü teslim etmek lazım.
Diğer taraftan, Halkbank’la ilgili hukuki süreç devam ediyor. Bu süreç, hukuki mecrada yürüdüğünden Beyaz Saray’ın daha az kontrol edebildiği bir iş. Oradan, ekonomimizi ve özellikle bankacılık sistemini zora sokacak sonuçlar çıkma ihtimali devam ediyor.
Otoriter ve sıradışı liderliğin popüler olduğu bu yeni dönemde iki lider arasındaki kişisel ilişkinin iki ülke arasındaki ilişkilere önemli oranda etki ettiğini görüyoruz. Uluslararası ilişkiler kuramından bildiğimiz “soğuk ulusal çıkar” çerçevesinden farklı bir zeminde kurumların rolünün gerilediğini, bunun yerine lider ve yakın çevresinin çıkarlarının ikili ilişkilerin gündemini belirlediğini izliyoruz. Ankara ve Washington arasında bu çok belirgin. Fakat bu yeni modus operandinin riskleri de yok değil. ABD’de bu yıl seçim var, yani önümüzdeki yıl Beyaz Saray’da yeni bir başkan olabilir. Trump tekrar seçilirse, Türk – Amerikan ilişkilerinde bugün gördüğümüz liderler üzerinden yürütülen ilişki modelinin devamını görmemiz muhtemel. Öte yandan, Trump kaybeder ve demokrat bir başkan seçilirse o zaman bütün kartlar yeniden karılır. Demokrat bir başkanla Ankara’nın şu anki konforu devam ettirmesi olası olmadığı gibi ilişkilerde daha da büyük gerilimlerin meydana gelmesi beklenmelidir. Türkiye maalesef son 1-2 yıldır ABD’de bir iç politika konusu haline geldi. ABD’nin popüler talk şovlarında Türkiye konuşulur oldu. Barış Pınarı Harekatı ile bu iyice pekişti. Dolayısı ile demokrat bir başkan Ankara’nın başını çok ağrıtabilir.
ABD PKK’yı tehdit olarak algılayıp terör örgütü olarak tanımlarken, özellike Suriye meselesinde PYD’yi neden terör örgütü olarak görmüyor?
Bunun nedeni Ankara ve Washington’un Suriye’de farklı öncelikleri olmasıdır. ABD için birinci tehdit unsuru IŞİD idi. Hatırlarsanız IŞİD bir ara Bağdat’a kadar yaklaşmıştı. Irak’ın siyasal istikrarı 2003 yılından bu yana bir anlamda ABD’nin sorumluluk hanesinde yer alıyor. Her şeyi bir tarafa bırakın demokrasi getireceğim diye gittiğiniz Irak’ın başkentinin IŞİD tarafından ele geçirilme ihtimali ABD’de büyük bir paniğe yol açmıştı. PYD konusundaki görüş ayrılığını anlamak için 2014’e geri gitmek lazım.
Amerikalıların IŞİD’le mücadele etmek için kurduğu koalisyona Türkiye gecikmeli katıldı. Ankara uzun süre IŞİD’e karşı kullanılacak operasyonlar için İncirlik Üssü’nü açmadı. Bu yüzden koalisyon uçakları Bahreyn’den kalkıp havada yakıt ikmali yapıyor, Suriye ya da Irak üzerindeki IŞİD hedeflerini vuruyor, sonrasında tekrar havada yakıt ikmali yapıp, Bahreyn’deki üslerine geri dönüyordu. Havacılıkta buna “sortie” denir, IŞİD hedeflerini vurmak için bir “sortie” 6 saat sürüyordu. O dönem Washington’da NATO müttefikimizden “IŞİD’e karşı neden bize destek vermiyor” serzenişleri yükseliyordu. Ayrıca o dönemde Suriye sınırımızdan kimin girip kimin çıktığı problemli bir durum oluşturuyordu.
Bir de işin sahadaki boyutu var. Türkiye IŞİD ile savaşmak üzere ABD’ye Özgür Suriye Ordusu’nu önerdi. Bu amaçla ABD ile birlikte bunlar eğitildi ama bu güçler İŞİD’e karşı etkili bir savaş veremediler, hatta birçoğunun elindeki silahları IŞİD’e sattığı, bazılarının da bizzat IŞİD’e katıldığı görüldü. Washington’un YPG’ye yönelmesi bundan sonradır. YPG’nin IŞİD’e karşı etkili bir mücadele verdiği görülmesi üzerine oraya yöneldiler. Tabii burada hassas bir nokta var. PYD/YPG IŞİD ile mücadele meselesini çok akıllıca lehine kullandı. Uluslararası imaj boyutunu Batı medyasında çok iyi yönetti ve bu işten çok avantajlı çıktı. Hem ABD gibi güçlü bir devletin desteğini arkasına aldı hem de terör örgütü tanımlamasından çıkıp Batı ülkelerinin sempati ile baktığı meşru muhatap konumuna gelmeyi başardı.
IŞİD ile mücadele meselesinde bizim de yaptığımız hatalar vardır ama zamanında üst düzey bir ABDli dışişleri yetkilisinin de belirttiği gibi YPG’ye verilen destek “zaman ayarlı bir bomba”ydı ve 2019 sonbaharında Trump’ın ABD askerlerini kuzeydoğu Suriye’den çekmesiyle bu bomba patladı.
Yine Ortadoğu’daki gelişmelerle devam edersek, ABD ve İran arasında önce Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ile tansiyonu arttıran ve ardından İran’ın ABD’nin Irak’ta bulunan üslerini bombalama missilemesiyle çatışmanın doruğa çıktığı bir gerginlik yaşandı. ABD – İran arasında yaşanan bu gergin ortamda, İncirlik Üssü’nün öneminin artarak ülkemize karşı yürürlükte olan yaptırım yasa tasarılarının yumuşaması söz konusu olabilir mi?
Bu mümkün. ABD’de aylardır en üst düzeyde dile getirilen yaptırım söylemlerini biliyoruz. Fakat S-400’lerin alınması ve Barış Pınarı Harekatı’na yönelik yaptırımların henüz gerçekleşmemesinin ana sebebi, Trump Yönetimi açısından bölgedeki büyük balığın İran olduğu gerçeğidir. Cumhuriyetçi Parti en büyük İsrail destekçisidir. Trump’ın evanjelist tabanı da İsrail’e mutlak destek verilmesi gerektiğini savunuyor. Onların açısından bölgedeki asıl mesele Türkiye değil İran’dır.
İran ile etkin mücadele etmek istiyorsanız, yaptırım uygulamak istiyorsanız, Türkiye gibi İran’la coğrafi sınırı olan, İncirlik hava üssü ve Kürecik dinleme tesisine ev sahipliği yapan bir ülke ile kavgalı olmanız pek akıllıca değil. Ayrıca Trump’tan sonra Washington’da en güçlü siyasetçi olan Cumhuriyetçi Parti’nin Senato’daki lideri Mitch McConnell da Türkiye’nin üzerine daha fazla giderek Ankara’yı Moskova’ya kaptırmak niyetinde değil.
Ankara bunu anlamış durumda ve hakikaten bu açığı sonuna kadar kullanıyor. Bu nedenle, – çok özel ve anormal bir gelişme olmadıkça – Trump Beyaz Saray’da oturduğu sürece Türkiye’ye karşı etkili yaptırımların olacağı meselesi bir muamma. Kongre Trump’ı bu konuda zorlamak isteyebilir ama daha makro bir bakış açısıyla bakmak gerekirse Trump yönetimi iktidarda olduğu ve İran’la bu kavga devam ettiği sürece ABD’nin Türkiye’ye ağır yaptırımlar uygulayacağını sanmıyorum.
Peki, İncirlik ve Kürecik üslerinin kapatılması tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu siyasi bir söylem olarak mı kullanılıyor yoksa bir hakikat mevcut mu?
Bu tartışmalarla ilgili iki farklı boyut var. Birincisi, Türk tarafı Amerikan tarafına mesaj vermek amacıyla sürekli “İncirliği kapatırız” imalarında bulunuyor. Fakat, İran krizinde gördüğümüz üzere Amerikan savaş uçakları, Türk hava sahasını kullanmak durumunda kaldılar. İngilizce’de, Türkiye’nin jeopolitik konumuna ilişkin bir ifade var: “real estate, real estate, real estate’’, yani arsanın (coğrafyanın) konumu ve bunun vazgeçilemezliği. ABD’nin ve NATO’nun bölgedeki çıkarları ve öncelikleri göz önüne alındığında Türkiye’nin coğrafi konumu ittifaka ciddi bir hareket alanı ve katma değer sağlıyor. Ankara bunu bildiğinden zaman zaman bu imaları yapıyor.
Öte yandan, özellikle 2016 yılından bu yana ABD tarafında bir süredir İncirlik Üssü’ne alternatif üs arayışları hızlandı. Pentagon, İncirlik Üssü çeşitli sebeplerden dolayı kullanamayacak hale gelirse, yani ABD savaş uçaklarına kapatılma ihtimaline karşı alternatif yerler arıyor. Baktıkları yerler arasında Romanya, Güney Kıbrıs ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi kontrolü altındaki bölge var. Bunların hepsine bakıyorlar fakat bunların hiçbiri Türkiye kadar elverişli değil. Ayrıca kamuoyundaki olumsuz algılara rağmen Türk ve ABD arasındaki mutat ilişkiler devam ediyor. Her gün bizim bilmediğimiz onlarca devlet bakanlıkları arasında istihbarat paylaşımları dahil olmak üzere iletişim sürüyor. Bu nedenle, Türkiye’de çok ciddi bir çalkantı, üslerin kapatılmasını gerektirecek force majeure bir durum olmadıkça bu üslerden vazgeçmeye hazır değil. Bununla birlikte ihtiyaten yedek planlarını hazırlıyor, etrafa bakınıyorlar.
Daha önce de değindiğim gibi Barış Pınarı Harekatı uluslararası arenada Türkiye’ye yönelik ne denli olumsuz bir havanın şekillendiğini gösterdi. Buna kafa yormak lazım. Türkiye’nin ABD iç siyasetinde malzeme olması hayra alamet değil. ABD büyük bir fil. Zaman zaman çok dengesiz hareketler yapan ve etrafına zarar verme potansiyeli olan bir fil. İç siyaset malzemesi olduğunuz zaman iş Amerikan yönetimlerinin de kontrol edemeyeceği bir yere gidebilir. Mesela, Amerika’daki Yunan lobisi bu günlerde hakim olan olumsuz havayı çok iyi kullanmaya başladı. Doğu Akdeniz ve Ege meselelerinde ABD ve Türkiye’yi karşı karşıya getirmek isteyen bir basınç oluşturuluyor. Biliyorsunuz, ABD sisteminde 4+4, 8 yıl başkanlık yapılabiliyor. Ankara açısından en iyi ihtimal Trump’ın bir 4 sene daha başkan olması. Peki, 4 yıl sonra ne yapacağız? Karşımızda oldukça olumsuz algıların biriktiği bir Washington olacak.
4 yıl sonra ne yapacağız diyorsunuz ama şuna da dikkat çekilmesi gerekiyor. Donald Trump’ın her ülkeye karşı olduğu gibi bizim ülkeye ilişkin de yaptığı açıklamaları arasında bir tutarlılık gözlemlenemiyor. ABD tarafında bu tutarsızlığın dış politikada öngörülemez hale gelmek amacıyla strateji olarak kullanılması söz konusu olabilir mi?
Doğru, bunu bir strateji olarak kullanıyorlar. Bunu İran meselesinde gördük. Kasım Süleymani’yi öldürdüler. Akabinde, Twitter’da 3. Dünya Savaşı çıkacağına dair tweetler gördük. Fakat, devamında hiçbir şey olmadı. İran rejimi bu riski göze alamadı. Trump açık bir şekilde ‘’eğer bize bir şey yapmaya kalkarsanız, sizin 52 tane hedefinizi vururuz’’ açıklamasını yaptı. Sonuç olarak İran dişe dokunur bir karşı saldırı yapamadı çünkü Trump’ın öngörülemez olması bir caydırıcılık unsuru oluşturuyor.
Irak’ta bir üs vurduk, Amerikan askerlerini öldürdük, Süleymani’nin intikamını aldık dediler ve konuyu – en azından şimdilik – kapattılar. Ama herkes biliyor ki ABD askerlerine verilmiş ciddi bir zarar yok. Trump’ın öngörülemez tutumu, hoyratlığı 2018 yazında bizim yaşadığımız döviz krizinde olduğu gibi dengesiz bir caydırıcılık yaratıyor. Trump’ın tabanı onun bu tarafını çok beğeniyor. Onlar nezdinde Trump, Washington’daki profesyonel politikacıların devrini kapatan, olduğu gibi görünen “harbi bir başkan”. Hatta Trump’a evanjelistlerin yaptığı gibi kendi dini bakış açıları ile uyumlu ilahi bir rol biçiyorlar. Bir gerçek var ki, hakikaten Trump sistem ve norm dışı hareket eden bir ABD başkanı.
2018 yılında yaşadığımız Rahip Brunson krizine dikkat çektiniz. Burada, hatırlarsak Trump’ın demir çelik sektörümüze uyguladığı yaptırımlar sonucunda TL’nin hızlı değer kaybı sonrası Brunson sürpriz şekilde serbest bırakıldı. ABD’nin yaptırım stratejileri kapsamında, ülkemizin karar alma aşamasında zayıf ekonomik durumundan yararlanmaya çalıştığı düşünülebilir mi?
Bunu zaten açık açık söylüyorlar. Barış Pınar Harekatı sırasında, Senatör Lindsay Graham mesela, ekonominizi mahvederiz diye tehditler savurdu. 2018 yazında, Türk ekonomisinin ne kadar kırılgan olduğunu ve bunun Türkiye’de ne kadar büyük bir travma yarattığını gördüler. Trump Erdoğan’a yazdığı mektupta açık açık bunu söylüyor. Şu anda Amerikan tarafı bize “hiç olmazsa S-400’leri aktive etmeyin” diyor. Biz S-400’leri 2020 Nisan’ında aktive edeceğimizi söyledik. Bunun üzerine bir de şunu eklemek gerekiyor, ABD seçime gidiyor. Demokratlar önümüzdeki haftalarda kendi adaylarını belirleme sürecine başlıyorlar. Bu seçim havasında Nisan ayında Türkiye S-400’leri aktive ederse – ki beklenti bu yönde – Trump Yönetimi’nin tepkisi ne olur kestirmek güç. Türkiye’nin S-400’leri aktive etmesini, demokratlar seçim ortamında iç siyasette Trump’a karşı kullanabilirler. Bu da “Trump’ın seçim döneminde zayıf gözükmemek için yaptırımların geçmesine müsaade eder mi?” sorusunu gündeme getiriyor. Ekonomik yaptırımlardan sonuç aldıklarını Brunson krizinde gördüler. Bu anlamda Türkiye’nin kırılgan ekonomisi bir zaaf oluşturuyor. Bütün dünya, Trump’ın 2-3 tweeti ile Türk Lirasının nasıl baş aşağı gittiğini ve iş dünyasında nasıl bir travma yarattığını gördü. 2020 Nisan’ında ABD’nin seçim sath-i mailinde olduğu bir dönemde, Trump gibi bir bilinmeyeni de denklem içerisine sokarsanız, yaptırımlar konusunda neler olabileceğini kestirmek kolay değil. Sanırım iki tarafın diplomasisi ilişkileri daha fazla zedeleyecek bir gelişme yaşanmaması için şimdiden çalışıyorlardır ama yine de işlerin şirazesinden çıkma ihtimali bulunduğunu unutmamak gerekir diye düşünüyorum.