[voiserPlayer]
Türkiye çok uzun yıllardır sürdürdüğü Avrupa Birliği’ne katılım hedefinden oldukça uzaklaşmış görünüyor. Türkiye’nin AB serüvenine bakış açısı ne zaman değişmeye başladı? Demokratikleşme serüvenimizde AB hedefinin önemi nedir?
AB-Türkiye ilişkilerinin serencamını Türkiye-Avrupa Vakfının kurucusu, hukukçu, akademisyen Tuğrul Arat’la konuştuk.
Siz, uzun yıllardır Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri üzerine çalışan bir akademisyensiniz. Sizce Avrupa Birliği fikri zaman içerisinde Türkiye’de nasıl bir dönüşüm gösterdi?
Avrupa Birliği fikri Türkiye kamuoyunda hep zayıf kaldı. Hiç unutmam, 2005’te Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsü aldığı zaman, Türkiye hükümet yetkilileri orada çok iyi karşılanmıştı ve Avrupa Birliği yetkilileri de büyük bir coşku içerisindeydiler. Ne var ki, heyet Türkiye’yi döndükten sonra muazzam bir kavga başladı “Niçin Avrupa Birliği’ne giriyoruz?” diye. Basının çok önemli bir kısmı ve kamuoyunu etkileme gücüne sahip aktörler bu süreci sorgulamaya ve tenkit etmeye başladılar. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yalan söylediğini ve kandırmak istediğini iddia eden birçok yazı yayınlandı, demeçler verildi. Koskoca Avrupa Birliği sanki Türkiye’yi kandırarak aday üyeliğe kabul etmiş, kurumsal yapısını bunun için esnetmiş gibi bir hava estirildi ve hükümet sert bir şekilde eleştirildi. Ve maalesef hükümet bunun etkisi altında kaldı. Halbuki, Türkiye ile benzer pozisyonda olan, yani aday ülke statüsüne yükselen ülkelerde bu karar şölen, bayram havasında karşılanır. Bizde ise tam aksine hükümet eleştirildi. Ülkenin batının peyki haline getirildiği söylendi, bağırıldı, çağırıldı. Türk kamuoyu o zaman bile, Avrupa Birliği sürecine sahip çıkmadı. Hatta ben toplumun şu anda yaşanan problemlerden memnun olduğunu da düşünüyorum ve geldiğimiz noktada kamuoyunun bu tutumunun etkili olduğu kanısındayım. Biz, Avrupa Birliği sürecini destekleyenler olarak, bu yüzden azınlıktayız.
Aslında AKP’nin temsil ettiği bir taban vardı o yıllarda. O dönem hükümete destek veren liberal ve demokrat aydınlardan farklı olarak bu taban sessiz kaldı. İlerleyen yıllar bize gösterdi ki aslında bu pragmatik bir sessizlikmiş ve bu tabanın batılı kurumlara karşı derin bir alerjisi mevcutmuş.
Türkiye’nin neredeyse yarısını bu taban oluşturuyor. O dönemlerde ses çıkartmıyorlardı. Belki de, AKP’nin dönüşümünde bu tabanın bahsettiğiniz alerjisi de etkili oldu. Kendi tabanıyla çatışmaya girmek istemedi. Bu sayede Türkiye’nin AB ile macerası olumsuz ilerledi.
AB ile ilişkiler 2000’li yılların başında oldukça ümitvar şekilde ilerliyordu. Ancak biz daha sonra bu süreçte bir yavaşlama, durgunluk görmedik. İlginç bir şekilde hızlı bir geri gidiş, hatta çöküş yaşadı ilişkiler. Bunun sebebi nedir sizce?
İşte demin anlattığım gibi. Zannediyorum aday üyelik statüsü kesinleştikten birkaç gün sonra Türkiye, Avrupa Birliği’ne nota verdi. Bu “Biz sevindik ama o kadar da sevinmedik” mesajıydı. Çünkü üyelik müzakerelerinin başlamasına karar verilirken, Ankara Anlaşması’nın yeni üyeler tarafından da kabul edilmesi gerekiyordu. Ayrıca bütün üyelerin de imzalaması gerekiyordu. Ancak Türkiye Kıbrıs konusundaki tereddüdü nedeniyle böyle bir anlaşmaya taraf olmak istemedi. Türkiye, imzayı attı ve hemen ardından bu duruma çekince koydu. İmza sürecinin Kıbrıs’ı tanıma anlamına gelmeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine, Avrupa Birliği bir deklarasyon yayınladı ve Ankara Anlaşması’nın yeni üyelere teşmil edilmesinin bir şarta bağlanmaması gerektiğini belirtti. Bu çekincenin gelecekteki ilişkileri etkilememesi gerektiğinin altını çizdi. Zaten o günden bugüne kadar Türkiye bu anlaşmayı imzalamadı. Dışişleri Bakanlığı’nda bekliyor anlaşma. Aslında hükümetin önüne gelmedi, meclise de sevk edilmedi. Tabii o arada bir şey daha oldu. Avrupa Birliği’ne üyelik için gerekli 35 fasıl vardır. Bunlardan 2 tanesi nihai olarak ele alınır ve açılan her fasılın kapanması gerekir ilerleyebilmek için. 8 fasılda müzakerelerin durdurulmasına karar verdi komisyon. Türkiye’nin çekince koymasıyla beraber, AB’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne -ki bize göre Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’dir- karşı Ankara Anlaşması’nı uygulamayacağını gösterir ki, 8 fasıl bununla ilgili olduğu için müzakeresi donduruldu. Buna ilaveten açılmış olan diğer fasılların da kapanmamasına yönelik karar alındı. Yani aslında süreç fiilen askıya alınmış oldu. Bunun üzerine Fransa bu durumdan faydalanarak, “Ben zaten Türkiye ile müzakerelere karşıyım, son 2 nihai fasılı veto edeceğimi şimdiden bildiririm” dedi. Müzakerelerin hukuken durmamış olduğu argümanı bu yüzden anlamsızdır zira müzakereler fiilen durmuştur. Hukuken Türkiye ile müzakerelerin durdurulması kararının alınması zordur zaten. Ama süreç maalesef fiilen tıkanmıştır.
Peki, hocam müzakerelerin durmasının tek sebebi Ankara Anlaşması’na koyulan çekince midir, yoksa ülkenin son yıllarda yaşadığı demokratik gerileme midir?
Bence Ankara Anlaşması’dır, demokratik geri gidiş ondan sonraki hadisedir. Esas durduğu nokta Ankara Anlaşması’dır. Demokratikleşme performansının zayıflaması Türkiye’nin bu duruma verdiği tepkinin bir parçasıdır.
O zaman Türkiye hükümeti, hali hazırda müzakerelerinin ilerlemeyeceğini bildiği için, demokratikleşmenin bir getirisi olduğuna dair inancını yitirmiş olabilir?
Burak hocam şunu söyleyeyim. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde sadece üyelik müzakereleri değil aynı zamanda ortaklık da durmuştur. Bunlar birbirinden farklı konular. Mesela, Gümrük Birliği de dahildir bu ortaklık konusuna. Bizim Gümrük Birliği aslında zayıf bir gümrük birliğidir. Dünya Ticaret Örgütü bile bunu esaslı bir gümrük birliği olarak görmüyor. Geçici, gelişmekte olan bir proje olarak görüyor. Anormal bir durum vardı Türkiye ile Avrupa Birliği arasında şimdiye kadar. Ancak şu anda daha da anormal bir durum var. Türkiye’nin tavrının olumsuz seyretmesi de bu olumsuzluğu destekliyor. Avrupa Birliği aslında bir kulüptür. Bir değerler bütünüdür. Burada bu kulübün değerleri aleyhinde konuşamazsınız. Hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi reddedemez ve bu değerleri yeniden tanımlayamazsınız. Türkiye bu kurala uymuyor ve Avrupa Birliği değerleriyle çatışma içerisine giriyor. Bunun sonu, siyasi bir izolasyonla karşılaşmak, ekonomik ve ticari ilişkilerin bozulmasını göze almaktır. Bugün Rusya ve ABD bile ortaklık kurma girişimlerini uluslararası hukuka dayandırarak ilerlemeye gayret ediyor. Artık kendi tanımlarınızı, değerlerinizi dışarıya dikte etmek gibi bir diploması usulü yok.
Bu aslında Türk hariciyesinin kapasitesindeki değişim hakkında da bazı şeyler söylüyor.
Çok doğru. Düşünebiliyor musunuz, Çin Halk Cumhuriyeti bile iç hukuk ile uluslararası hukuk arasında bir çatışma yaratmamaya özen gösteriyor. Marifet, bu çatışmayı yaratmamak. Mesela, başka ülkelerin egemenlik sahasını ihlal etmemek gibi bir prensibi var Çin’in. Ama Güney Çin Denizi’nde bazı siyasi ihtilaflar yaşıyor ABD ile. Burada Çin’in tavrı, kendi politikasının uluslararası hukuka uygunluğu üzerine inşa ediliyor. Egemenlik kavramını Çin’in yerel değerlerine göre yorumlamıyor mesela. Rusya da benzer bir tavır içindedir. Uluslararası hukukun sağlayacağı meşruluğu kaybetmemeye gayret ediyor. Hatta, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik dış politikasını bile Adana Mutabakatı’nı önererek hukuki bir çerçeveye oturtmaya çalışan ülke Rusya’dır. Biz böyle şeylere pek önem vermiyoruz. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse, geçmişten gelen bir şey bu. Şimdi Avrupa Birliği ile olan ilişkilere de uluslararası hukuku önemsizleştirerek, siyaseten ve el yordamıyla eğiliyoruz. Mevcut hukuki zemin gittikçe aşınıyor taraflar arasında. Bazı anlaşmalar hâlâ Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında. Benim korkum, “değişen şartlar” durumunun ortaya çıkması ve Ankara Anlaşması’nın tamamen masadan kalkmasıdır. Benim kanaatim odur ki; Avrupa Birliği önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek hukuki şartları ve çerçeveleri çalışmaya başlamıştır. Biz bunu çalışmıyoruz
Türkiye’nin yaşayabileceği ekonomik maliyetlerden bahsettiniz. Bu konuyu biraz açalım. Türkiye, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinden dolayı ne kazandı, ne kaybedebilir?
Bir kere Gümrük Birliği’nden başlamak lazım. Bizde Gümrük Birliği yapılmadan önce ciddi bir kuşku vardı. Bazı sektörler ayağa kalkmıştı. Bunlardan birisi otomotiv sektörüydü. Ama Gümrük Birliği sonrası Devlet Planlama Teşkilatı’nın Kocaeli-Adapazarı-Sakarya ve İstanbul’da yaptığı bir anket şunu gösterdi ki, sanayiciler Türkiye’nin sanayi kapasitesinin Gümrük Birliği sonrası arttığını ifade etmişlerdir. Bu memnuniyet oranı %90’lara ulaşmıştı ve Gümrük Birliği anlaşmasından hemen sonra yapılmıştı bu anket. Dikkat edin, dış ticaret açısından Türkiye, Gümrük Birliği’nden ziyadesiyle faydalanmıştır. Buna ek olarak, yabancı sermayenin ülkeye gelmesi Gümrük Birliği sonrası hız kazanmıştır. Gümrük Birliği üyesi ülkelerin firmalarının Türkiye’ye yatırım yapmalarının ve gümrük avantajlarından faydalanmalarının önü açılmıştır. Avrupa Birliği ile ticari ilişkilerini geliştirmek isteyen üçüncül ülkelerin de yatırımları artmıştır. Düşünün Türkiye’de ürettiğiniz bir malı gümrük vergisi olmaksızın Almanya’ya satabiliyorsunuz. Bu durum özellikle Japon yatırımcıların ilgisini çekmemizi beraberinde getirdi. Bu çok önemli bir şey. Olumsuz tarafı ise bu fırsatlardan mahrum olmak elbette. 2000’lerin başında Türkiye’nin Avrupa Birliği politikasına odaklanması iktisadi açıdan büyümeye önemli katkılarda bulunmuştu. Şimdi ilişkilerin bozulması ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden uzaklaşması birçok yatırımcının Türkiye’den çıkmasını beraberinde getirmektedir. Bu siyasi bir mülahaza değildir. Bu bir olgu. Biz bu işi beceremedik, önemli bir mesafe aldık ama sonuca ulaştıramadık. Maliyeti de haliyle ağır oluyor. Demin de söyledim, Avrupa Birliği bir değerler topluluğudur ve bu değerlerden uzaklaşmamanız gerekir.
Gümrük Birliği de bundan etkilenmektedir. Zaten Avrupa Birliği, Gümrük Birliği üyesi devletleri ileride üye olması muhtemel devletler arasından seçer. Andora, San Marino gibi mini devletleri saymazsak, Türkiye’den başka bu statüde başka bir devlet yok. Şu sıralar Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konusunu tartışıyoruz mesela. Dünya Bankası, Dünya Ticaret örgütü gibi kurumlar zaten hali hazırdaki Gümrük Birliği’ni yeterli görmüyor. Bunun tam anlamıyla bir Gümrük Birliği olabilmesi için bazı mallarda gümrük vergilerini sıfırlamak yeterli değildir. Bütün ticari mallarda uygulanması gerekir. Ticaret sisteminin Gümrük Birliği’nin yapılacağı ülkelerin ticaret sistemi ile aynılaştırmak gerekir. Bizim Gümrük Birliği, sadece işlenmiş sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerini içermektedir mesela. Hizmetler yoktur, tarım ürünleri yoktur. Bu çok dar bir gümrük birliğidir. Bunun genişleyebilmesi için Gümrük Birliği’nin diğer ülkeleriyle ortak bir hukuki çerçeveye sahip olmanız gerekir. Teknik mevzuatın ve kalite standartlarının uyumlu olması önemlidir. Vergi sistemlerinin birbiriyle uyumlu olması elzemdir. Mesela bizdeki ÖTV vergisi burada ciddi bir sorundur. Hatta ticari konuların dışında, kamu ihale yasası gibi konuların da yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Bu yasa uluslararasılaşmalıdır. Bu tip konular Türkiye’nin itirazlarıyla karşılaştı tabii ki.
Hocam hizmet sektörünün dahil edilmesi serbest dolaşımı zorunlu kılmaz mı?
Kılar.
Orada da terörle mücadele kanunu meselesi var?
Tabi burada kapsamlı bir reform süreci gerekiyor. Bunlar birbiriyle ilişkili konular. Ama daha oraya gelmeden bizim Tarım Bakanlığı’mız, tarım ürünlerinin serbest dolaşımına karşı çıktığı için aslında süreçte pek ilerleme şansı kalmıyor çünkü ülke tarımı modern yöntemlerle değil geleneksel yöntemlerle idare ediliyor. Buna ilaveten, hizmet sektörü ayağa kalkıyor. Çünkü biliyorlar ki Türkiye’deki hizmet kalitesi çok düşük. AB kurumları geldiği anda hizmet sektörü batacak. Kamu da ÖTV üzerinden elde ettiği gelirden fedakarlık yapmak istemiyor.
Son olarak şunu söyleyebilirim. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi aslında bir statükoyu tehdit edecek. Avrupa Birliği ile rekabet edemeyecek kadar köhne durumda olan tarım sektörü, hizmet sektörü kaybedecek. Mesela, birçok akademisyen kaybedecek. İkinci el otomobil satanlar kaybedecek. Politikacılar kaybedecek. Kamu ihalelerinden faydalanan iş adamları kaybedecek. Yani toplumun büyük kısmı mevcut statüsünü kaybedecek. Avrupa Birliği süreci bu yüzden çok düşük bir destek bulmaya devam edecek gibi.
Hukukçuları da ekleyelim bu listeye. Bizim hukuk fakültelerimizdeki eğitim standardı oldukça dar maalesef. Burada beni umutlandıran iki olgu var. Birincisi, AB’nin görünmeyen proje ve programlarının toplumu fark ettirmeden dönüştürmesi. Mesela Erasmus programını çok önemsiyorum. Öğrencilerin ve akademisyenlerin Avrupa ile bütünleşmesine, Avrupa değerlerine yakınlaşmasına yardımcı oluyor. İkincisi ise, bu saydığınız listedeki çıkar gruplarının ilanihaye kazanmaya devam edemeyecek olması. Rekabete karşı dayanıksız, kendisini yenilemekten korkan kurumların refah üreten değil refah tüketen niteliklerinin zaman içerisinde ortaya çıkacağı muhakkak. Bu durum ise, mevcut statükonun kaybedenlerinin seslerinin daha gür çıkmasını sağlayacak. Avrupa Birliği’ne yönelik toplumsal desteğin artması ve siyaset kurumunun bu seçeneğe tekrar odaklanması ancak bu şekilde mümkün olabilir.