[voiserPlayer]
Hamas-İsrail Savaşı’nın Arka Cephesi: Medyanın Haber Savaşı
7 Ekim’den bu yana devam eden Hamas-İsrail Savaşı sadece Gazze’de değil medya cephesinde de sürüyor. El Aksa Tufanı Operasyonu’nun ilk günlerinden bu yana özellikle yabancı basın kuruluşlarının bölgedeki haberleri verme şekli çokça tartışıldı. ABD’nin en önemli gazetelerinden biri olan The New York Times, 17 Ekim’de İsrail tarafından Gazze’de El-Ehli Hastanesi’nde gerçekleşen ve 500 kişinin hayatını kaybettiği saldırıyı duyururken 3 kez manşet değiştirdi. Birleşik Krallığın en önemli yayın organlarından olan The Guardian, 40 yıllık karikatüristi Steve Bell’i “çizdiği karikatürde antisemitist alt metin” bulunduğu gerekçesiyle işten çıkardı. Öte yandan, Gazetecileri Koruma Örgütü 20 Ekim itibariyle 21 gazetecinin saldırılarda hayatını kaybettiğini açıkladı. İsrail-Hamas savaşı ve Filistin sorunu konularında medyanın tutumunu, 2010-2014 yılları arasında 5 kez bölgede savaş muhabiri olarak iki ülke arasındaki çatışmaları takip eden Bahçeşehir Üniversitesi Yeni Medya Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Can Ertuna’ya sorduk.
İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda en az 21 gazeteci öldürüldü. Filistin Gazeteciler Sendikasına bağlı Özgürlükler Komitesi’nin yayınladığı raporda 20 Filistinli gazetecinin de hedef gösterildiği belirtiliyor. İsrail’in medyaya karşı bu tutumunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu sefer, benim tanık olduğum operasyonlardan veya İsrail’in önceki saldırılarından çok daha şiddetli bir hava bombardımanı yaşanıyor. Örneğin, İsrail’in çok yaygın uyguladığı bir taktik vardı, önemli olan Hamas’ın alt yapısına zarar vermek olarak tanımlıydı. Bu sebeple, önce bir uyarıcı roketle hava saldırısı düzenlenecek binaya tesiri çok düşük bir uyarı atışı yapılır, dakikalar sonra o binanın çökmesine neden olacak hava saldırısı gerçekleştirilirdi. Yaygın taktik buydu benim gördüğüm 2012 ve 2014’teki savaşlarda. Ancak bu sefer, birincisi, benim gördüğüm ve bölgedeki kaynaklardan aldığım haberler çerçevesinde aktarıyorum, bu uyarı roketleri her zaman kullanılmadı ve Gazze’de yaşayanların aktardıkları kadarıyla uyarılmadan vurulan çok fazla hedef oldu. İkincisi, bombardımanın şiddeti daha önce benim tanık olduğum bombardımanlardan çok daha fazlaydı, yani çok daha fazla miktarda mühimmat kullanıldı. Yıkımın boyutlarını ben de görüyorum ekranlardan.
Böylesi bir taktik izlendiği zaman siviller, sivillerle birlikte gazeteciler çok daha fazla hedef olabiliyor. Siviller ve gazetecilerin hayatını kaybetmesi çok daha yüksek bir oranda gerçekleşiyor. Saldırılar 2012 ve 2014’ten çok daha farklı ve çok daha şiddetli. Onun ötesinde şöyle bir fark dikkatimi çekiyor. Daha öncesinde İsrail’den Gazze’ye ulaşmanın başlıca yolu İsrail’e gitmekti. Ben Gurion Havalimanı’na gidersiniz, ardından İsrailli otoriteler nezdinde akreditasyon alırsınız, hükümetin basın bürosu vardır Government Press Office diye. O basın akreditasyon kartını aldıktan sonra Eres sınır kapısına geçerseniz savaş devam etse bile ateşkes anlarında güvenli bir biçimde Gazze’ye geçebilirsiniz ve Gazze’den de haberi takip edip aktarabilirsiniz. Fakat bu kez Gazze’ye daha önceden girmiş olan uluslararası basın kuruluşlarının muhabirleri ve gazetecileri haricinde, 7 Ekim sonrası bölgeye giden gazetecilerin Gazze’ye giremediğini, bu söyleşiyi yaptığımız an itibariyle görüyoruz.
Savaş alanında gazetecilerin yoğunluğu daha önceki savaşlara göre çok daha düşük, en azından savaşın bir bölgesinde. Bunun da bir kaç sebebi olduğu söyleniyor. Bir tanesi, 7 Ekim’de Hamas militanlarının İsrail’e yönelik saldırılarında kullandıkları noktalardan birinin Erez sınır kapısı olması ve Erez sınır kapısının kullanılamaz hâle gelmesi. Bu nedenle de İsrail’in geçişleri tamamıyla kapattığı ifade ediliyor. Bu sebepten midir bilemiyorum, ancak Gazze’nin içinde bu savaşı izleyen uluslararası basın mensubu sayısı çok çok az daha önceki savaşlara göre. Gazze’de bu çatışmaları, bu bombardımanı, bu kitlesel göçü takip etmenin gazeteciler açısından çok daha riskli hâle geldiği aşikâr. Dolayısıyla, bu kez uluslararası medyanın ya da yerel gazetecilerin can güvenliğinin, operasyonlarda eskisi kadar öncelikli bir kaygı olmayabileceği yönünde bir izlenim var sahada.
Filistin halkı Hamas’a nasıl bakıyor?
Hamas eşittir Filistin demek değildir. Öncelikle şunu unutmamak lazım. Filistin ikiye bölünmüş bir yapı. Dünyada çoğu devletin tanıdığı Filistin yönetimi aslında Batı Şeria’da ve orada bundan yıllar önce yeri geldiğinde Hamas’la silahlı çatışmalara girmiş bir El Fetih hareketi var. Bunun ötesinde, Gazze’de Hamas’ın yaklaşık 16 yıldır süren bir hâkimiyeti var. Hamas egemen bir güç, ancak ne Batı Şeria’da ne Gazze’de uzun zamandır herhangi bir demokratik seçimin yapılmadığını da söyleyelim ki bu durumda Gazze’deki herkes kalpten Hamas destekçisidir diyemeyiz. Bu küçük toprak parçasında var olabilmek ve abluka altında yaşayabilmek adına yüksek sesle Hamas’a karşı çıkmak ya da bir direniş çatısı altında Hamas gibi güçlü bir örgüte rağmen farklı bir siyaset izlemek söz konusu olmasa da herkesin canı gönülden Hamas destekçisi olduğunu varsaymak da yanlış.
Bu biraz küresel uluslararası egemen ana akım medyanın, durumu basitleştirmesi ve yüzeysel bir biçimde aktarmasından da kaynaklıyor. Benim bölgeden görüştüğüm kaynaklarsa Gazzelilerin düşünceleri konusunda şunu söylüyorlar. Her ne kadar Hamas saldırılarındaki sivil can kayıplarının kabul edilemez olduğunu belirtseler de Filistin meselesinin dünyanın gündeminden düşmesi ve bunun, gerek Batı gerek Arap ülkeleri ya da dünyadaki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde sözü geçen ülkeler nezdinde çözüm aranan bir sorun olmaktan çıkmasını endişeyle karşıladıklarını ifade ediyorlar. Ve bir şekilde kendileri için yakıcı hâldeki bu sorunun hâlen bölgede barış ve istikrar için ne kadar kritik olduğunun hatırlanması için bu son süreci, bedeli çok ağır olsa da, bir araç olarak gördüklerini söyleyenler var. Üstelik, zaten yıllardır süren ambargo ve defalarca düzenlenen operasyonlarda yağan bombaların altında insancıl hayat koşullarından çok uzak olduklarını ve pek çoğunun artık kaybedecekleri daha önemli bir şeyin olmadığını ifade ediyorlar.
Dolayısıyla, biraz da aslında buradaki nüfusun bu yaklaşıma, bu bakış açısına nasıl geldiğinin irdelenmesi, bunun da masaya yatırılması gerekiyor. Gerçekten de “dişe diş, kana kan, her ne olursa olsun intikam alınması gerekir” diye konuşanların ya da Hamas’ın gerek siyasi gerek askeri kanadı Kassam Tugayları’nın sözcüsü gibi konuşanların sayısı, her zaman yansıtıldığı kadar yüksek değil. Ancak, kendi seslerini duyuramamaktan muzdarip olduklarını ifade eden çok insan var orada.
Eşi görülmemiş bir saldırıydı Hamas’ın düzenlediği. İsrail ilk kez bu kadar çok sivil ve askerini yitirdi. Ancak, Filistin meselesini ve bölgedeki sorunları salt bu gibi savaş, çatışma ve saldırı haberleriyle gündeme getirmek ve bunlar sürdüğü sürece gündemde tutmak, aslında bölgedeki hakikatleri anlamak için de yetersiz kalıyor ve oldukça yüzeysel bir anlatı oluşuyor. Sonrasında da sorunların dünya kamuoyu tarafından sağlıklı bir biçimde anlaşılmasının önüne set çekilmiş oluyor. Böylesi savaş odaklı bir habercilik, orta ve uzun vadede kalıcı bir barışa ve İsrailli ve Filistinlilerin sürdürülebilir şekilde bir arada yaşama pratiğinin gerçekleşmesine engel oluyor.
Arap medyası, Batılı gazetecileri Beyazların üstünlüğünü savundukları ve Filistinlilere ne yapması gerektiğini dikte ettikleri gerekçeleriyle eleştiriyorlar. Kimi Arap medya kanallarında ise Hamas’ın sivillere saldırıları vurgulanmıyor. İsrail-Hamas Savaşı medyada da bir mücadeleye dönüştü. Sizce bu konuda tarafsız bir gazeteci olayları nasıl değerlendirmeli?
Batı medyası yanlı davranıyor demektense Batı medyası her zaman el üstünde tuttuğu evrensel, tarafsız ve dengeli habercilik ilkelerine, başka yerlere dikte ettiği kadar ya da kendisini örnek gösterdiği kadar üst seviyede, en azından bu çatışma ve karşılıklı saldırılar çerçevesinde, sürdüremiyor diyebilirim. Batı medyasında başka meselelerde göreli daha dengeli ve farklı seslere yer veren ya da farklı görüşlere yer veren bir yaklaşım görmeye alışığız. Ama genel olarak İsrail-Filistin meselesinde, özel olarak da 7 Ekim saldırısı sonrası, biraz da hükümetlerinin kesin tutumundan sonra, Batı medyasının çerçevelemesi ağırlıklı olarak şiddetin ilk başladığı saldırı gününe odaklanıyor. Bu süreci salt bir terör örgütünün katliamı üzerinden okumak, ama İsrail-Filistin sorununun temeline inmemek ve belki de Hamas eşittir Filistin anlayışını sorgulayamamak ön plana çıktı.
Dolayısıyla, belki burada daha barışçı bir söylem adına, daha dengeli ve daha tarafsız bir söylem adına konunun ayrıntılarının da ele alınması gerekiyor. Bu, Hamas şiddetini meşrulaştırmak değil elbette. Ancak sorunun anlaşılması ve soruna getirilebilecek çözüm önerilerinin masaya gelmesi ve bunların tartışılabilmesi için biraz daha tarihsel-toplumsal bağlamı olan, biraz daha geniş ve genel perspektiften yaklaşan bir habercilik anlayışının adapte edilmesi söz konusu olabilirdi.
Ayrıca, Batı medyası ya da Arap medyası diye genelleştirerek elimizin tersiyle de itmemek gerekiyor. Çünkü, ana akım, yaygın ve küresel medya söyleminde sesi en çok duyulan haber kanalları ya da gazeteler dışında da daha dengeli, salt kısa süren bir ateşkesi değil, kalıcı barışı isteyen seslere de yer veren yayın kuruluşları olduğunu, hatta bunların İsrail’de de bulunduğunu unutmamak lazım.
Örneğin, İsrail’in Haaretz gazetesi Netanyahu hükümeti ve Netanyahu hükümeti içindeki sağ partilerin seçmenine seslenen bir yayın organı değil ve İsrail’in ana akımı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak yine de oldukça etkili bir yayın organıdır. Onun yayıncılığına da bir bakmak lazım. Haaretz Gazetesi’nin yayın çizgisi birçok uluslararası ve Batı medya kuruluşunun yayın çizgisinden daha dengeli olabiliyor. İsrailli sivillerin uğradığı o trajik saldırıyı anlatmaktan ve o sivillerin hatırasına dair haberler yapmaktan geri durmuyorlar. Ancak aynı zamanda, İsrail’in öncelikle güvenlik zafiyeti ve İsrail devletinin Gazze’de uyguladığı ablukanın böylesi bir şiddet sarmalına yol açtığıyla ilgili de sorgulayıcı haber ve görüşlere yer veriyorlar. Dolayısıyla, ana eğilimler eleştiri konusu olsa da hepsi birbirinin aynı bir Batı medyası, Arap medyası ya da İsrail medyasından bahsedemeyiz. Arada gerçekten bu şiddet sürecinde dengeli habercilik yapmaya çalışan ve sorunun temellerine ilişkin çözümlemelerle kalıcı ve sürdürülebilir bir barışın nasıl gelebileceğine ilişkin düşünen, ses veren kesimlerin seslerini duyurmaya çalışan gazetecilik kuruluşları ve haber merkezleri, kapsama alanı çok geniş olmasa da var.
Lübnan’ın İsrail sınırındaki Alma Saab beldesinde gerçekleşen saldırıda Reuters haber ajansı kameramanı Issam Abdullah hayatını kaybetti. Ancak Reuters, muhabirinin öldüğünü duyururken İsrail’den hiç söz etmedi. Bunu bir gazeteci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Reuters söz etmedi değil, Reuters haberi vermekte gecikti. Benim gördüğüm kadarıyla Reuters’in üst düzey bir yetkilisi muhabirlerinin İsrail tarafından gelen bir saldırı sonucu öldüğünü söyledi ve İsrail’in bu konuda yürüttüğü soruşturmayı bir an önce hızlı ve sonuca ulaşacak şekilde sürdürmesi çağrısı yaptı. Başta elbette ki Reuters, belki biraz da resmi bir açıklama gelmediği ve görgü tanıkları üzerinden haberi aldıkları için doğrulama süreci nedeniyle fazladan beklediler. Ancak özellikle Reuters’ın baskı hissettiğini de düşünüyorum.
Çok ciddi bir kutuplaşma var. Sadece Türkiye’de değil, sadece İsrail’de değil, dünya medyasında da bir kutuplaşma var. Böylesi bir zamanda Guardian, karikatüristinin çizdiği karikatürde antisemitist alt mesajlar var gerekçesiyle 40 yıllık karikatüristinin işine son verebiliyor. Ya da BBC’nin bazı muhabirlerinin ya da çalışanlarının sosyal medya hesaplarında Filistin’e ya da Hamas’ın bazı eylemlerine destek veriyormuş gibi algılanan paylaşımlar olduğu gerekçesiyle ekrandan alınmaları söz konusu oldu. Dolayısıyla, böylesi sert bir kutuplaşmada İsrail Devleti’ni eleştirirken antisemitizm damgası yememek için her zamankinden daha temkinli davranmış olabilirler. Dünya ikiye bölünmüş durumda bu konuda. Batı dünyası, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Birleşik Krallık ve onlara destek veren bölge ülkeleri bir arada; Çin, Rusya ve bazı Arap ülkeleri diğer yanda… İşte böylesi bir kutuplaşmada her zamanki haber reflekslerini harekete geçirme konusunda biraz tutuk davrandıklarından bahsetmek mümkün olabilir.
Türkiye’de seküler kesimler, Araplar ve dolayısıyla da Filistinliler için ırkçılığa varan söylemlerde bulunuyorlar. Biraz da mülteci akını korkusuyla seküler kesimlerin aldığı bu tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu soru, Filistin meselesi kimin meselesi sorusunun yanıtını içinde barındırıyor. Hamas ve İslamcı örgütler Filistin’de veya Filistin siyasetinin belirli noktalarında egemen hâle gelinceye kadar Türkiye’de Filistin meselesi seküler ve sol kesimin meselesidir. Ne zaman Hamas kuruldu, Yaser Arafat’a karşı bir güç olarak ortaya çıktı ve Filistin direnişi ağırlıklı olarak İslami çerçeveye büründü ondan sonra Türkiye’de ya da dünyada da solcuların ötesinde İslamcıların meselesi hâline geldi.
Dolayısıyla Türkiye’de yaşanan kutuplaşmanın iz düşümünü şu an Filistin meselesine dair yaklaşımda ve bakışta da görüyoruz. Ayrıca, örneğin Ahmet Davutoğlu’nun Hamas’ın propaganda videosundan parçalar içeren videoyu sosyal medyada paylaşması ya da yer yer muhafazakâr bazı yayın kuruluşlarında anti semitizme varan ve içinde Yahudilere ve Türkiye’deki Yahudi yurttaşlara yönelik nefret söylemi barındıran yazıların ve içeriklerin olması, bir kesimin Filistin meselesine salt bir Hamas meselesi olarak bakmasından kaynaklanıyor. Oysaki, hem Türkiye’de hem dünyada aslında Filistin toplumunun Hamas’ı destekleyenlerden çok daha çeşitli ve çok daha karmaşık bir toplum olduğunun farkına varmak da gerekiyor. Ancak ondan sonra daha insancıl ve barışçıl çözümler için daha soğukkanlı ve nefret içermeyen yaklaşımlar geliştirilebilir.