[voiserPlayer]
Bir medya düzeninde, radyo ve televizyon faaliyetlerinin düzenlenmesi ve denetlenmesi amacıyla kurulan devlet kurumlarının ideal çalışma ilkeleri ve amaçları nelerdir?
Temelde özgürce yayıncılık yapılabilmesi için sadece denetleme değil, düzenleme görevinin de öne çıkması gerekmektedir. Denetleme deyince insanların aklına her zaman yaptırımlar geliyor. Nitekim bu tür organizasyonların çoğunda da yaptırım mekanizmaları öne çıkıyor. İdealde yapılması gereken, yayıncılığın temel standartlarının belirlenip, yayıncılara özgür ve dinamik bir ortam hazırlamaktır. Yine medya kuruluşlarını, yayıncılığın yeni teknolojilerine adapte eden ve yayıncılıkla ilgili yenilikleri aktaran, medyanın önünü açan düzenlemeleri getiren bir yapılanma kurgulanmalıdır. Özet olarak, bu tür kurumların sadece denetleyen, yaptırım uygulayan, cezalandıran kurumlar olarak organize edilmemesi gerekir. Tam aksine bu kurumlar medya kuruluşlarının yaratıcı, özgür, yenilikçi yani daha iyi yayıncılık yapan kuruluşlar olmaları için medyanın önünü açan, zorlayan, fikirler sağlayan bir yapılanma olarak inşa edilmelidir.
RTÜK üyelerini TBMM’deki partiler aracılığıyla seçiyor. Siyasi partilerin genel paradigmaları ideolojiler üzerine kuruludur. Üst kurulun üyelerinin siyasiler tarafından seçilmesi, kurumu evrensel ilkeler ile ideolojik yaklaşımların karşı karşıya kaldığı, çatıştığı bir kurum haline dönüştürüyor mu? Üyelerin seçim modeli doğru mu?
Kesinlikle doğru değil. Mesele zaten biraz da üst kurulun yapısından başlıyor. RTÜK’ün olağan yasa yapısında çok genel bazı maddeler bulunuyor. Bu genel tanımlamalar, RTÜK’ün yönetimine hangi anlayış gelirse gelsin, ilkelerin kendine göre yorumlamasına sebebiyet veriyor. RTÜK’ün üye seçimlerinde Meclis’te hangi partinin çoğunluğu varsa, onun RTÜK’te ağırlığının olmasını öngören bir sistem var. Dolayısıyla Türkiye’deki siyasi iktidar neyse RTÜK’teki egemen yapı da onun yansıması haline geliyor. Amaç da kendi siyasi anlayışına uygun bir radyo ve televizyon yayıncılığı sağlamak olduğunda, orada uzmanlar değil tamamen siyasi kadrolar hakim hale geliyor. RTÜK üyelerine geçmişten günümüze baktığımızda, siyasi partiler tarafından seçilen insanların çok azının yayıncılıktan, televizyon haberciliğinden ya da iletişim akademisyenliğinden gelen insanlar olduğunu görürsünüz. Genellikle siyasi partiler tarafından seçilen RTÜK üyeleri, yayıncılıkla, habercilikle ve bu işin teorisiyle hiçbir ilgisi olmayan insanlardan seçiliyor. RTÜK üyelikleri zaman zaman siyasi partilerin ara istasyonları olarak da kullanılıyor. Bir başka deyişle RTÜK üyeliği, bazı kişilerin siyasette daha ileri gitmesi ya da ödüllendirilmesi için bir yöntem olarak görülüyor. Anlaşılacağı üzere RTÜK’ün seçim sistemine ve geniş yasa tanımlamalarına bağlı olağan yapılanması yasadaki temel amacına da bahsettiğim ideal yapılanmaya uygun değil.
RTÜK’ün kurumsallaşması adına sizce üst kurulun seçilme yöntemleri yeniden nasıl tanımlanabilir?
Buna ilişkin aklımda net bir şablon yok ama yeni yöntemlerin araştırılması gerektiğine inanıyorum. Üyelerinin özellikle iletişim akademisyenleri ve yayıncılık mesleğinden gelen insanlardan seçilmeleri gerekmektedir. Buralara uzman kişilerin, üye olarak seçilmesi de kurumun bağımsızlığına ve özerkliğine bağlıdır. Mali yapılanmadan tutun, karar alım süreçlerinin uygulanmasında bütünüyle özerk bir kurul oluşturulmalıdır. Tabii burada bahsettiğimiz özerklik gerçek bir özerklik olmalı. Gerçek bir özerklik olmazsa kurumu kim yönetirse yönetsin işler düzelmez. Türkiye’de kağıt üzerinde bir dolu özerk yapılanma ve üst kurul var. Hiçbiri bağımsız veya özerk değil dolayısıyla siyasi iktidar ne isterse onu yapıyorlar. Kurumların özerkliği ve bağımsızlığı kurumsallaşma açısından ön şarttır.
Bahsettiğimiz kurumsal eksiklerin, genel medya düzenine etkisi nasıl ve ne şekilde oluyor?
RTÜK siyasi iktidarın uzantısı bir yapılanma olunca iktidarın bir aygıtı haline geliyor. AKP iktidarı bugünkü medya düzeninde medyanın bir bölümünü dönüştürdü ve tamamen kendi kontrolüne aldı. Buraları doğrudan yönetiyor. Denetleyemediği ve dönüştüremediği çok az sayıda eleştirel, bağımsız yayın organı var. Onların üzerinde de çeşitli yollarla baskılar kuruyor. Bugün bağımsız medya kuruluşlarına baskı kurmak için kullandığı en iyi araçlardan birisi RTÜK olarak karşımıza çıkıyor. Diğer baskı araçlarını sıralarsak, Basın İlan Kurumundan başlıyor, hapis cezaları, tehditler, linç girişimleri ve dayaklara kadar her şeyi kapsıyor. Geçtiğimiz haftalarda bildiğiniz gibi en son TELE1’e beş günlük kapatma cezası uyguladı. Verilen cezalara baktığınızda görülen; bu cezaları sürekli bağımsız eleştirel kanalların almasıdır. Bu uygulamalar çeşitli bahaneler gerekçe gösterilerek yapılıyor. Günün sonunda sadece bağımsız ve eleştiriler medya kuruluşları sınırlandırılıyor. Öte yandan bu ülkenin demokrasisiyle, cumhuriyetin temel değerleriyle ilgili sözler, aykırı konuşmalar ya da birtakım görüntüler söz konusu olduğunda onlara hiçbir işlem yapılmıyor. Şu an RTÜK’te tamamen yanlı bir yönetim söz konusudur.
Sözcü Gazetesi’nin SRT TV’yi satın alması sonrası kanalın ismini değiştirmek için RTÜK’e başvurdu. Fakat bu talep uzun bir süredir kabul görmüyor, hatta kanal için kurulan yapılanma bu durum neticesinde dağılmış gibi duruyor. Bu tür bürokratik engeller, ne tür önlemlerle aşılabilir?
Biraz önce belirttiğim bağımsızlık, özerklik ve uzmanlardan oluşan kurul yapısına ek olarak kurumların karar alım mekanizmalarının şeffaflık unsurunu da eklemek istiyorum. Kurumun, medya kuruluşlarına ilişkin karar alım süreçlerinin tamamı şeffaf olmalıdır. Alınan kararların gerekçesi olan kuralların, yönetmeliklerin, yönergelerin, kanunların hepsinin net ve ortada olması gerekmektedir. Kuralların net olmasıyla birlikte hangi kuruluşa gereksiz bürokratik işlemler uygulanıyor ya da hangi kuruluşlar kayrılıyor ortaya çıkaracaktır. Bildiğim kadarıyla Sözcü TV’yi aylardır bekletiyorlar. Sözcü Grubu bu bekletmelere ilişkin itirazda da bulundu. RTÜK’ten cevap olarak kanal isminin yanlış bildirildiği gibi garip bir yanıt verildi. Daha önceden de FOX Haber’e aylardır cezaevinde olan ama hüküm giymeyen bir gazetecinin jenerikte ismi geçiyor diye ceza vermişlerdi. İşte biz RTÜK’ün böyle son derece ilginç cezalar verebildiğini görüyoruz. Bu da aslında bir anlamda şunu gösteriyor, RTÜK sadece cezalandırmak için kararlar alabiliyor. İktidara yakın kanallara tavır ve yaklaşımlarıysa daha farklı oluyor. Örnek olarak, ben RTÜK üyesiyken iktidara yakın bir kanalın dizisine ilişkin vatandaşlardan çokça şikayet gelmişti. Dizinin fragmanında bir adam, kadının elini ocağın üzerinde yakıyordu ve kadın acılar içerisinde bağırıyordu. Bu doğal olarak herkesi rahatsız etmişti. Kadına şiddeti açık şekilde görünür kılmasına rağmen RTÜK Başkanına telefon edilip, rica ile bu görüntüler ancak kaldırılabildi. Düşünebiliyor musunuz bir tarafta çok fazla tepki çeken ve telefon ricası ile RTÜK Başkanı aranıp ancak çözülebilen bir problem, diğer yanda muhalefete yakın medya kanallarına ceza vermek için sürekli aranan açıklar. Genel itibarıyla böyle bir düzen söz konusu.
Şikayet mekanizması üzerine daha objektif bir model geliştirilebilir mi? Kurumun bürokratik yapısından bağımsız, sadece vatandaşların şikayetleri üzerine çalışan bir mekanizma daha objektif çalışabilir mi?
Hayır sadece şikayet üzerine başvuru geçerli olmaz. O zaman da bazı gruplar örgütlenir son derece başarılı bir yayıncılık hakkında şikayette bulunabilirler ve farklı motivasyonlarla yayınlar engellenmeye başlanır. Dolayısıyla kurumun, vatandaşlardan gelen şikayetleri, uzmanların görüşleriyle bir arada değerlendirerek karar alım süreçlerini işletmesi gerekir. Bir de şunu konuşalım. Üst kurulda cezalara gerekçe gösterilen raporları hazırlamakla görevli İzleme ve Değerlendirme Daire Başkanlığı var. RTÜK bu dairedeki uzmanlarını belirli radyo ve televizyonları izlemekle görevlendiriyor. Uzmanlar aldıkları eğitime uygun şekilde standart olarak izlemekle görevlendirildikleri kanallar hakkında raporlar hazırlıyorlardı. Bu raporlar üst kurula gönderiliyordu. Orada eskiden de bir problem vardı, uzmanların hazırladığı tüm raporlar üst kurula gelmiyordu ya da otomatik bir sırayla da gelmiyordu. Başkan ya da kuruldaki egemen yapı, ne isterse raporların bazılarını seçilip onlara ceza veriyor ya da verilmiyordu. Yani bazıları kayrılıyordu. Uzmanlık değerlendirmesine açık bir yapılanma yoktu. Bu bahsettiğim kötü yapı, daha da kötü hale geldi çünkü uzmanlar raporları artık hiç hazırlamıyorlar. Başkan’ın istediği durumlarda, Başkan eğer isterse ona göre rapor hazırlıyorlar. Bu nedenle karar alım süreçlerinde önemli bir daire olan İzleme ve Değerlendirme Dairesi artık çalışamaz halde. Üst kuruldaki siyasi yapılanma ne istiyorsa, uzmanlar o raporları hazırlıyor. TELE1 ile ilgili cezalandırma konusunu örneklersek, RTÜK Başkanı sosyal medyada tepki geldikten sonra gece yarısı TELE1’in en üst düzeyden cezalandırılmasına ilişkin tweet attı. Ardından üst kuruldan TELE1’e bir ceza çıktı. Hatta bu demek oluyor ki uzmanlar rapor hazırlanmadan bile Üst Kurul Başkanı kanala özel rapor hazırlamalarını istiyor. Üst kurul toplantısı yapılmadan Başkan kararını da önceden vermiş oluyor. Daha da acısı, kurulun çoğunluğu Başkan ne derse onu aynen onaylıyor ve yerine getiriyor. RTÜK’te de Türkiye’deki tek adam sistemi dediğimiz sistemin bir benzeri var. Başka bir örnek olarak, 2019 senesinde 15 Temmuz’a ilişkin bir kamu spotu çekilmişti. Tüm kamu spotlarının 15 gün önceden üst kurulda tavsiye kararı olarak görüşülmesi gerekir. Bize hiç gelmeden Başkan kendince onay verip, TV’de yayınlatmıştı. Bu tür kararlara itiraz ettiğimiz zaman aceleleri var veya rica ettiler deniyordu. Keyfice kararlar gayet rahat alınabiliyordu.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yeni bürokratik organizasyonunda geleneksel medya üzerine etkili olan çeşitli kurumlar oluşturuldu. Yeni sistemdeki bürokratik değişimler, RTÜK’ün yapısını, sistemin içindeki önemine ve karar alma süreçlerine nasıl yansıdı?
Her şey daha da pervasız hale geldi. Türkiye’de eğer bir kişiden ya da onun etrafındaki insanlardan onay alırsanız yaptığınız şeylerle ilgili gerisinin önemi kalmıyor. Tek kişinin onayını alınca, kamuoyu tepkilerinin veya uzman görüşlerinin hiçbir önemi kalmıyor. RTÜK kurum olarak, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı ve Cumhurbaşkanı’nın yakın çevresindeki insanlardan onay alarak ve ve onlar tarafından yönlendirilerek her şeyi yapabilmektedir. Devamında verilen kararlara ilişkin gelen tepkiler hiç önemli değil. Hatırlarsınız Ülke TV’de bir programda, komşuları için ölüm listesi hazırlayarak şiddet çağrısı yapan bir konuk vardı. RTÜK Başkanı’nın programdaki konuğu, yaptığı şiddet çağrısından dolayı cezalandırmaya gerek olmadığına dair paylaşımları olmuştu. Sonradan sosyal medyadan çok ciddi tepkiler geldi. Tahmin ediyorum, programa ilişkin İletişim Başkanlığı veya Saray’dan uyarı geldi ve RTÜK toplanıp hemen cezalandırmak durumunda kaldı. Bir gün önce cezalandırılmaması gerektiğini düşünen RTÜK, yüz seksen derece dönerek görüşünün tersine bir cezalandırma yaptı.
Kurumlarda çok daha az kişiye bağlı olmak, karar alma sürecini hızlandırıyor ama maalesef daha iyi kararlar alınmasını sağlamıyor. Demokrasilerde asıl önemli olan kararların hızlı alınması değil, doğru ve olgunlaştırılarak alınmasıdır. Burada öyle bir mekanizma işlemiyor. RTÜK genel medya düzenini sadece cezalarıyla etkilemiyor. Bununla birlikte RTÜK’ün ceza verebilme ihtimali de yapımcıları ve yönetmenleri ciddi şekilde korkutuyor. RTÜK üyesiyken İstanbul’da yapımcılar ve senaristlerle bir toplantıya katılmıştım. Orada bir senarist arkadaşı RTÜK yönetimine ‘‘Lütfen bize senaryo yazma özgürlüğümüzü geri verin.’’ dedi. Senaristin anlatmaya çalıştığı durum, içinde bulunduğu baskı ortamının bir nevi dışa vurumuydu. Türkiye’deki genel demokrasi sorunlarının ötesinde RTÜK öyle bir baskı ortamı oluşturdu ki yapımcılar senaryonun gereği olan olayları dahi işleyemiyorlar. Örnek olarak, senaryo gereği olması gereken bir genç kız ile erkeğin el ele tutuşmasını yazamıyorlar. Senaryoda, şarap sözü geçiyor ancak fermente üzüm suyu olarak yayınlanabiliyor. Bir bugün çekilen dizilerin kalitelerine bakın, bir de 90’lara bakın. Kalitenin çok düştüğünü göreceksiniz. Peki neden? Özgür olmayan senaristler, kaliteli veya bütün dünyada kabul gören yapımlar ortaya koyamazlar. Dizi ve TV programlarındaki kalitesizliği bu baskı ortamı oluşturdu. Görünen cezaların yanında bir de görünmeyenler var. Yapımcılar veya yönetmenler gerçekten kendilerine ciddi bir otosansür uyguluyorlar. Nitekim otosansür yapmayınca sonuç ciddi bir cezalandırma oluyor.
RTÜK’ün 6112 sayılı kanunun 8. Maddesi’nin ilgili bölümünde ‘‘Toplumun milli ve manevi değerlerine, genel ahlaka ve ailenin korunması ilkesine aykırı olmaz.’’ hükmünden çeşitli cezalandırmalar yapıldığı görülüyor. Buradaki ihlale sebep olan genel ahlak ve değerlerini, RTÜK üyeleri nelere göre tanımlıyor?
Genel ahlak tanımlaması, RTÜK’teki çoğunluğun veya iktidarın ahlak anlayışının tüm Türkiye’ye dayatılması anlamına geliyor. Diğer bir söylemle tektipleştirmeye gidiliyor. İnsanları nasıl tektipleştirmeye çalışıyorlarsa, yayıncılık anlayışını da belirli bir ahlak anlayışında tektipleştirmeye çalışıyorlar. Bütün kanalları birbirine benzeterek, kendi istedikleri ahlak ve aile anlayışının çerçevesinde yayınlar yapılmasını istiyorlar. Fakat ne yapmaya çalıştıklarını kendilerinin de çok iyi bildiğini söylemem. Türkiye toplumunda farklılıklar bölge bölge bilinir. Evet, Türkiye’nin büyük çoğunluğu Müslüman bir ülkedir fakat İstanbul, İzmir, Erzurum veya Trabzon’da yaşayan insanların ahlak anlayışları bire bir aynı mıdır? Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Zaman içerisinde toplum, insanlar ve Dünya değişiyor. 1990’lı yılların ahlak anlayışıyla, 2020’li yılların ahlak anlayışı da aynı olamaz. Böyle bir ortamda tek bir ahlaki anlayışı siz alıp, nasıl yayıncı kuruluşlara dayatabilirsiniz? Önemli olan özgürlüklerin diğer insanlara zarar verilmeden kullanılması ve özgürlüklere müdahale edilmemesidir. Bunu yapmak yerine siz sürekli bir baskı ortamı oluşturursanız, genel ahlak diye de bunun gerekçesini ortaya koyarsanız, orada özgürlüklerin doğru kullanımından söz edemeyiz. Bu konuya ilişkin RTÜK üyeliğimden bir anekdot vermek istiyorum. RTÜK, dijital platformlardan birinde yayınlanan Amerikan yapımı Amerikalı aileyi anlatan bir diziye, Türk aile yapısına uymadığı gerekçesiyle ceza verdiler. Yani dizide konu olan Amerikalılara, Türk aile yapısına uymadıklarını için ceza verdiler. Ben bu karara karşı çıktım. ‘‘Onlar Amerikalı, nasıl Türk aile yapısına uymalarını bekleyebiliriz?’’ dedim. Ceza yine de kesildi. Bütün bu tartışmaları geçtim. Türkiye’de biz sadece Türk aile yapısına uygun film ve dizileri mi izleyeceğiz? Böyle bir komedi olabilir mi? Amerikalıların, Türk aile yapısına uygun olmasını bekliyorlar. Ayrıca Türk aile yapısının ne olduğunu da Esra Erol’un programlarından izliyoruz veya Kemal Tahir’in daha önceki romanlarından okuyarak yanlış yönlerine tanıklık edebiliyoruz. Türk aile yapısı hiç hatasız diyemeyiz. Sadece bunu da idealize etmemeliyiz. Önemli olan çeşitli gerekçelerle insanların özgürlüklerini sınırlandırmamaktır. Ben hep şunu söyledim, “RTÜK’ün sadece denetim değil, düzenleme işlevini öne çıkması gerekir”. Ancak düzenleme fonksiyonunu öne çıkarsa özgürlükler, yaratıcılıklar ön plana çıkabilir. Eğer siz denetlemeye ağırlık verirseniz sürekli sansür yapar veya otosansür yaptırırsanız, düşünceleri, yaratıcılıkları sınırlandırırsanız. Bugün Türkiye’de yaşadığımız durum budur. Bilemiyorum İran yayınlarını çok yakından izleyemedim ama bizdeki yayıncılık anlayışı İran’da olan yayıncılık anlayışından daha geriye gidiyor. Bu hızla gidersek daha da beter olacağız. Türk yapımlarına göre İran yapımlarında daha yaratıcı işler çıkabiliyor.
Çok uzak değil, 10 sene önce çekilmiş dizileri veya televizyon programlarını bugün izleyince işlenen konular, espriler, diyaloglar hatta yeme içme ürünlerine kadar sansür anlamında değişimler fark ediliyor. Buradaki değişimin temelinde toplumsal bir dönüşüm mü var yoksa bahsettiğiniz tanımladıkları yayıncılık kültürünün bir çerçeveleme etkisi mi bulunuyor?
RTÜK toplumsal dönüşümün sadece bir ayağıdır. 20 senedir çok güçlü biçimde bir iktidar sürdürülüyor. Hayatın her alanında kültürel bir dönüşüm, hatta bunun ötesinde rejim dönüştürme amacı söz konusudur. Bunun bir yansıması olarak, yayıncılıkta da dönüşümler değişimler oluyor. Az önce sözünü ettiğimiz dizilerdeki, televizyon programlarındaki değişiklikler bir sonuçtur. Toplumun dönüştürülmesine katkı sağlayan bir değişiklik oluyor mu veya bu dönüşümde RTÜK’ün etkisi var mıdır? Elbette vardır ama tek başına belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de eskiden bu kadar fazla Osmanlı isimleri yoktu. Etrafımıza, yeni açılan mağazalara baktığımızda fazlaca Osmanlı şerbet veya tatlısının satıldığını ben çok hatırlamıyorum. Bu toplumsal yeniliklerin temelinde siyasi iktidarın tavrından kaynaklanan, Osmanlı öykünmesi ve onu yeniden canlandırma ortamı var. İktidarın bir uzantısı olarak da RTÜK’ün yönlendirmesi ve iktidar yanlısı kanallarda sürekli Osmanlı dizilerinin çekilmesi durumu ortaya çıkıyor. Bu arada Osmanlı dizilerinde şiddete teşvik veya şiddet gösterilmesine ilişkin hiçbir problem yok tabii.
Son günlerde Olay TV’nin kurulması medyada çokça konuşulur oldu. Geleneksel medya düzenine yeni girişlerin olması, medya düzeninde bir denge oluşmasını mı sağlar yoksa diğer kanallarla arasında yeni bir kutuplaşmayı mı tetikler?
Bu gerçekten çok uzun bir dosya konusu. 1980’lerin sonunda medyanın sahiplik yapısı değişerek medya sektörü ciddi bir dönüşüm içerisine girdi. Medyada çeşitli karteller ve gruplar oluştu. Özel kanalların yayınlarında tamamen kamu yararından uzaklaşıp, holdinglerin çıkarları ön planda tutuldu. Bir anlamda siyaset mühendislikleri yapıldı ve çok kirli dönemler yaşandı. Bu dönemin sonunda AKP iktidara geldiğinde daha önceki siyasi iktidarlardan farklı olarak onlarla işbirliğini seçmedi. Bunun yerine medyayı tamamıyla dönüştürme yoluna gitti. Kanal 7 ile başlayan kendi medyasını oluşturma girişimlerini, diğer medya kanallarının da zamanla kendi kontrollerine alınması takip etti. Devamında günümüze geldik ve yaygın medyada kontrolleri altında olmayan çok küçük bir bölüm kaldı. Zamanla bu yayın organlarının gazetecilik ilkelerinden uzaklaşarak tamamen tek tip propaganda makinalarına dönüşmeleri buralara ilgiliyi azalttı. Basılı gazetelerin tirajları çok düştü. Televizyonlar kalitesiz içeriklerden dolayı izlenemez hale geldiler. Alternatif olarak dijital medya platformlarının veya internetin sağladığı olanaklar izleyicileri geleneksel medyadan uzaklaştırdı. Hem dijitalleşmenin artması hem de siyasi iktidarın onları etkisizleştirme girişimleriyle sonuç olarak yeni bir aşamaya geçildi. Bu aşamada yeni medya mecralarını kullanan izleyiciler arttı ve onlara kaliteli içerik sağlayan, habercilik yapanlar için yeni bir alan oluştu. Artan talebe karşılık olarak dijital medya mecralarında yeni etkili girişimler oldu. Buna ilaveten basılı ve dijitalde aktif olan yeni gazete ve televizyon girişimleri ortaya çıkmaya başladı. Elbette bu televizyon girişimlerden bazılarında amaç kamu yararı gözeten yayıncılık ve habercilikteki boşluğu doldurmak, bazılarında da güç devşirmek ya da özel bir misyonu gerçekleştirmek oluyor. Bir yandan da CHP de tıpkı 2002 öncesinde AKP gibi kendi medyasını oluşturması gerekliliğini nihayet anladı, orada da hareketlenme başladı.
İktidar kanallarına karşılık bir medya oluşturularak desteklenmesi sağlandı. Bunun bir sonucu olarak TELE1, KRT TV, Halk TV gibi girişimler ortaya çıktı. Elbette bunların doğrudan CHP’nin organize ettiğini söylemiyorum ama bir şekilde kurulmalarına destek oldular. Şimdi malum Olay TV ve Sözcü TV gibi girişimlerin yayına hayatına katılması söz konusu. Muhtemelen yakın zamanda daha fazla da bu tür kanalların kurulmasına tanıklık edeceğiz çünkü Türkiye’de ana akım medya çöktü. Ana akım medya gazetecilik yapmaması nedeniyle artık toplumda güvenilemez hale geldi. Pandemi gibi insanların bilgi açlığı çektiği bir ortamda bile toplum tarafından güvenilir bulunmadılar, görüşlerine başvurulmadı. İktidara yakın kanallar sadece propaganda yaptıklarıyla kalmadılar aynı zamanda insanlara olup bitenleri haber vermediler. Bakıyorsunuz bir tarikat liderinin 13 yaşında kıza tecavüz haberi çıkıyor ama hükümete yakın kanallar tek satır yazmıyor. Böylesine bir konuda bile korumacılık tavrına girerseniz insanlar size güvenemezler. Sanıyorum medyadaki dönüşümü, dijitalleşmedeki hızlanmaya paralel olarak pandemi de hızlandıracak. Türkiye siyasetinin çok hızlı dönüşümlere gebe olduğunu ve bu tür yeni medya kuruluşu çabalarının çok önemli görüyorum. Bu tür yeni kuruluşların ortaya çıkması Türkiye’deki demokrasinin gelişimine de bağlıdır. Demokrasi bir gazeteci için oksijen gibidir, ne kadar oksijen varsa gazetecilik mesleği o kadar iyi icra edilir.